“Batının bilimini
alalım, ahlaksızlığını almayalım.” cümlesiyle büyüdü bizim neslimiz. Batı bir
yandan arabalar, bilgisayarlar, cep telefonları, uzay roketleri yapıyorken, bir
yandan da ahlaksızlığın dibine vuruyordu güya. Biz müslüman Türkler çok ahlaklı,
çok vicdanlı olduğumuz için diyorduk bunu. Evlilik öncesi ilişkileri hoş karşılamasıyla,
eşcinselliği doğal bulmasıyla, ailecek içki içmedeki rahatlıklarıyla, erken
yaşta gönül ilişkileriyle tanışmalarıyla ve isteyene istediğini elde etme olanağını
veren özgürlükçü tutumuyla; Anadolu müslümanında kıskançlık noktasına varan bir
nefrete yol açıyordu, batının bu dillere destan ahlaksızlığı. Bu yüzden batıdan
bilimi ve tekniği almalı, onların ahlaksızlıklarına sırt çevirmeliydik. Sadece
batıya değil, onu olduğu gibi içimize getirmeye çalışan düzenbazlara da
kızıyorduk. Özgürlük, esarete alışmış bedenimize bol geldiği için çemkiriyorduk onu üzerine
oturtmaya çalışanlara; etiketi yapıştırıyorduk hemen, “entel”, “lümpen”,
“görgüsüz”, “batı borazanı”, “oryantalist” gibi yeni keşfedilen, anlamını bile tam kavrayamadığımız sözcüklerle...
Slogan haline
gelen bu ifade sadece bir neslin değil, belki bin yıllık geri
kalmışlığımızın da mührü durumundadır aslında. Gerileme dönemi Osmanlı
padişahlarından tutun, devrim yapacağız diye faşist fikirlerle binlerce masumun
kanına giren İttihat ve Terakki’ye kadar hep savunuldu bu tuhaf fikir. Batı,
bilimde ve teknikte iyiydi ama ahlak noktasında çökmüştü. Onun bu
çökmüşlüğünden ders alıp, kendi ahlaki anlayışımızı, temelleri 1400 yıl
öncesine dayanan bir yaşam tarzını topluma yansıtmalıydık. Ancak bu şekilde
korunabilirdik dalga dalga üzerimize gelen çirkefliklerden. Yaptık da, bilimi
ithal ettik. Cep telefonu yapamadık ama kullanmayı öğrendik, araba yapamadık
ama onların fabrikalarında işçi olduk, bilgisayar yapamadık ama parçalarını
toplayıp satmayı öğrendik. Bilgi üretemedik ama tüketimde bir numara olduk. Vel
hasılı kelam; yürüdük, yürüdük, yürüdük, ama bir arpa boyu yol kat edemedik.
Bunca yıldır
gündemde olmasına rağmen hâlâ tek bir gelişmiş İslam ülkesi yoktur dünyada.
Neden? Zengin olanlar var doğal kaynaklardan dolayı ama bilimde ve teknikte
dünyaya örnek olabilecek, bilim insanları yetiştirecek, onları insanlığın
hizmetine sunacak birileri çıkmış değil henüz. Eğitime harcanan milyarlarca
dolara rağmen yok, batıdan getirilen misafir profesörlere rağmen yok,
ultra-modern kampüslere ve o kampüslerdeki en gelişmiş laboratuvarlara rağmen
yok... Tek tük Mısır’dan, Türkiye’den, Hindistan’dan müslüman bilim insanları
çıksa da bunların çoğu eğitimlerini batıda yapmış, batı kültürüyle yetişmiş
insanlar. Dolayısıyla müslüman bilim insanı olarak anılmayı ne kadar hak ediyorlar,
sorulması gerekir.
Yaptığımız ve
görünen o ki ileride de yapmaya devam edeceğimiz en büyük hata bilimi diğer
toplumsal dinamiklerden bağımsız bir olgu olarak algılamamızdır. Oysa bilim
etrafındaki pekçok siyasi ve toplumsal gelişmeye organik bir biçimde bağlıdır.
Tek başına var olamaz, dışarıdan ithal edilemez, belli şartların yerli yerinde
gerçekleşmesinden sonra, zamanla gelişir, dallanıp budaklanır, meyve vermeye
başlar. Antik Yunan’ı felsefe ve bilim için cennet haline getiren etkenler
deniz ticaretiyle zenginleşen halk ve kentleşmenin getirdiği ehilleşmeyle
ortaya çıkan boş zaman bolluğudur. Coğrafi keşiflerin sonucunda zenginleşen,
rönesansla tanrı-merkezlikten insan-merkezliğe dönen ve reform hareketiyle
kiliseye karşı savaşı kazanmaya başlamış olan batı toplumu geliştirebilmiştir
modern bilimi. Durduk yere çıkmamıştır Newtonlar, Gausslar, Galileolar...
Ortaçağda,
Yunanca’dan çevirdikleri eserleri yorumlayıp, dünya bilimine katkıda bulunan
müslümanları da aynı çerçevede inceleyebiliriz. Çölde, doğal kaynaklardan ve
toplumsal hayattan uzak yaşayan Araplar; ele geçirilen ganimetlerle, fethedilen
topraklar üzerinde kurulan kentlerde, kurumsallaşmış eğitimle, kendilerinden
önce varolmuş kadim medeniyetlerin arkada bıraktıkları eserlerle ve en önemlisi
ehilleşmenin getirdiği boş zamanla tanıştılar. Bunun sonucunda da bilim,
felsefe ve matematik, üzerinde gelişip serpileceği uygun bir zemin bulmuş
oldu. Fakat maalesef bilim İslam dünyasında hiçbir zaman halk tabakasına
yönelme çabasına girmedi, giremedi. Saf zihinleri iğfal etmemek için İslam
alimleri bilgiye ve felsefeye sınırlar getirmekte gecikmediler. Ortodoks İslam
kendisi dışındaki tüm akımların önünü tıkamak için ciddi bir kampanyaya
girişti. Öyle ki bundan sadece Şiiler değil, bugün yine post-modern kitle
tarafından “çeşitlilik” bahanesiyle kabul gören sufilik de etkilendi. Bir süre
sonra da eli kolu bağlanan bilim insanları, tamamıyla tarih sahnesinden silindiler,
kaybolup gittiler.
Gazali’nin İbn-i
Rüşd’e karşı Tehafüt-el Felasife’de yazdıklarıyla felsefeyi adeta bir düşman
olarak görmesi aslında müslüman coğrafyada bilimin önünün kesilmesinin
başlangıcı olarak görülebilir. Öyle ki günümüzdeki müslüman alimleri Gazali’den
sonra pek bir mesafe kat edememişler, bin yıllık bir durağanlığı kime ve
neye atfedeceklerine karar verememişlerdir. Günümüzün post-modern dindarları
her ne kadar Gazali’nin nedensellik karşıtlığını Hume’un eleştirileri
derecesinde alkışlasalar da aradaki farkı görememek, basiretsizlikten başka bir
şey değildir. Hume her şeye rağmen bilimi savunan, nedensellik sorunsalının
çözümsüzlüğünü insan psikolojisine veren bir tutumu benimsedi. Gazali ise
pamuğun yanmasını Allah’ın iradesiyle izah edip, bilimin içine asla yanlışlanamayacak
bir öğe soktu. Aradaki fark İslam ve batı uygarlıkları arasındaki uçurumu da izah eden bir çatallaşmanın en ilkel halidir.
Oysa bilime
gerekli olan “her şeye gücü yeten ve her şeyi bilen” bir Tanrı değildi. Çünkü
Tanrı’yı denkleme dahil ettiğimiz zaman her türlü soru şıp diye çözülür;
düşünmeye, kafa yormaya hiç gerek kalmaz. Ne diye uğraşsın o zaman bir fizikçi
ışığın neden kırıldığını izah etmeye? Tanrı öyle istiyor der, çıkar işin
içinden. Zaten öyle de olmuştur. Pek çok
İslam düşünürü bilim yapmak ya da bilimi teşvik etmek yerine Kur’an’daki
bilimsel mucizelere yönelmiş, kişisel yorumlar eşliğinde kutsal kitabın
sayfalarında elektriği, televizyonu, telefonu, büyük patlamayı, yedi kat göğü keşfe
girişmişlerdir. Gazali’yle son bulan felsefi ve bilimsel merak yavaş yavaş
yerini bilim düşmanlığına ve yobazlığa bıraktı. İslam’ın bilime katkılarını her
fırsatta konu edinen yazarlarımız neden acaba son sekiz yüz yılda İslam’ın
bilimle bir türlü barışamadığı üzerine bir şeyler yazmıyorlar? Bu
barışamamanın, bu bozukluğun nedeni nedir?
Düşünürlerimiz (Ya
da düşünmezlerimiz mi demeliyim?) bunun nedenini araştırmak, işin derinine
inmek yerine, kolaya kaçıp, “Batının bilimini alalım, ahlaksızlığını almayalım.”
sloganına sarıldılar. Oysa kimse kendi ahlaklılığımızı ölçmeye yeltenmedi.
Kendi halkının üzerine bomba yağdırmak mı ahlaklılıktı, yoksa provakasyon var
diye ozanların ve yazarların bulunduğu bir oteli ateşe vermek mi ahlaklılık
oluyordu? Peki ya maçlara şike karıştırmak, peki ya devlete ağır ağır sızmak,
peki ya televizyondaki erkeğe baktı diye eşini dövmek, peki ya 13 yaşındaki
kızı erkeklere pazarlamak, peki ya dolandırmak, çalmak, yağmalamak, sömürmek,
öldürmek, haklarından mahrum etmek, sürgüne göndermek, ırkçılık yapmak, peki ya
namusumuz temizlensin diye kızını öldürmek, hapse düşmeyeyim diye bunu 15
yaşındaki yeğenine yaptırtmak? Bunlar ahlaklılık mı oluyordu? En azından batı
dürüst davranıp, toplumu rahatsız etmediği sürece, ne yaparsanız yapın diyor
bireylere. Gerisine karışmıyor. Keşke biz de o kadar “ahlaksız” olabilsek.
Yukarıda da
dediğim gibi, bilimin bir toplumda gelişmesi için o toplumun kafa yapısının
değişmesi gerekir. Taşıma suyla değirmen dönmeyeceği gibi ithal beyinlerle,
teknoloji tüketimiyle, yabancı şirketlerin fabrikalarını burada açmakla bilim
gelişmez, tam tersine geriler. Var olan cevheri de yitiririz. Bilimin
gelişeceği toprakta özgürlük olmalıdır, insan-merkezcilik olmalıdır, tabulara
karşı gelebilen güçlü bir sanatçı topluluğu olmalıdır, insan başkalarını
rahatsız etmediği sürece istediğini istediği zaman yapabiliyor olmalıdır,
yüksek zekâlılara verebileceğin kaliteli eğitim olmalıdır, bilimin üstünlüğü
noktasında toplumun bilinci olmalıdır, bilim insanına saygı olmalıdır, bilimin
önünde hiçbir engel tanınmamalıdır, ahlak ve toplumsal adetler bilimsel bir
bakış açısıyla değerlendirilip yeniden şekillendirilmelidir... Ancak toprak
verimli olursa nitelikli ürün alabilirsiniz. Yoksa daha çok mırıldanırız biz
aynı lakırdıları. Daha çok sayarız yerimizde. Daha çok kavga ederiz ahlaksız
bilimle, Don Kişot’un yeldeğirmenlerine saldırması gibi...
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder