TAHRAN’DA LOLİTA OKUMAK (AZAR NAFISI)
Birinci Bölüm: LOLİTA
Kitabın adının ‘Tahran’da Lolita Okumak’ olmasının kendi başına bir anlamı olsa gerek. Neden batıda basılabilen bir kitap, İran gibi bir ülkede kapalı kapılar ardında, gizli gizli okunmak zorundadır? Batı gerçeği çirkinlikleri ile birlikte görmeye hazır (ya da uzun yıllar süren çatışmaların sonunda hazır hale gelmiş), oysa İran’da bu çirkinlikler yaşanmış olsa bile yazılamaz, başkalarına aktarılamaz. Çünkü batıl (yanlış, hak olmayan) olanın tasviri saf zihinleri idlal eder. Kitabın bir yerinde kızlardan birisi 12 yaşında iken amcası tarafından nasıl taciz edildiğini anlatır. Amcasının ona Arapça öğretirken bir yandan bu durumdan istifade etmesi kitapta ayrıntıları ile gözler önüne serilir. Peki bu kitap İran’da basılabilir mi? Hayır! Neden? Çünkü bu tasvirler insanları kötü olanı düşünmeye yöneltir. Oysa bu kötülükler yaşansa, yani birileri bunları yapıyor olsa İslam Devleti sesini çıkarmaz. Örneğin, İran’da AIDS virüsü kapmış insan sayısı bir hayli fazla. Hükümet bunu saklamayı tercih ediyor çünkü sistemin işlemediğinin bir göstergesidir bu rakamlar. Birilerinin fuhuş yaptığı doğrudur ama hükümet bunu kabul etmeyi insanları fuhuşa teşvik etmek olarak gördüğü için kabul etmemektedir. Bu politika ise fuhuş rakamlarını arttırdığı gibi, hükümetin güvenirliliğini de sarsmaktadır. En basit çizgi filmleri batı propagandası olduğu için, en basit aşk filmlerini cinselliği sömürdüğü için yasaklamaktadır. Bu durumda Tahran’da Lolita Okumanın ayrı bir tadı, ayrı bir anlamı olacaktır. Şairin “Ey kanıma çakıllar karıştıran isyan” tabiriyle selam çaktığı, isyan etmenin, yani gerçek anlamda var olmanın dayanılmaz hafifliğidir bu! Bu noktadan bakınca, kitabın adının çok başarılı bir seçim olduğunu düşünüyorum.
Kitap Azar Nafisi’nin üniversiteden ayrılması ve uzun yıllardır hayalini kurduğu, tüm zorunluluklardan muaf bir sınıf oluşturması ile başlar. Azar Nafisi üniversitede Batı Edebiyatı ve Batı Romanı üzerine dersler veren bir öğretim görevlisidir. Ders verirken başını kapatması için kendisini zorlayan üniversite yönetimine tepki göstererek istifa eder. Evine çekilir. Aslında kendisi eğitimini batıda tamamlamıştır. İsviçre’de öğrenim görmüş, ciddi bir İslami eğitim almamış, ‘laik’ ve ‘demokratik’ bir insandır. Evine çekildikten sonra rüyasını gerçekleştirmek için kolları sıvar. Bir süre sonra yedi genç kız öğrenci ile, Perşembe sabahları, evinde buluşarak Batı Edebiyatı’nın İran’da yasaklanmış örneklerini okumaya başlarlar. Öğrencilerin hepsi İngiliz Dili ve Edebiyatı bölümünden oldukları için kitapları, İngilizce metinlerden fotokopi ederek edinirler çünkü devrimden sonra yabancı dilde kitap, gazete, dergi satan dükkanların hemen hepsi kapanmıştır. Kalanlar da yıllar öncesinin stoklarını gizli gizli bitirmek çabasındadırlar. Bu şekilde başlar Perşembe toplantıları. Çayların içilip, pastaların yendiği serin odada okunacak ve tartışılacak ilk kitap Nabokov’un ‘Lolita’sıdır. Her ne kadar kitabı okurken Nabokov’un diğer romanlarına bol bol gönderme ile karşılaşsanız da ana konu Lolita’ya İran’lı genç kızlar tarafından nasıl sahip çıkıldığıdır... Lolita ile İranlı genç kızların ortak yanları ve ayrılıkları tartışılırken kızlar kendilerini başka bir dünyanın eşiğinde bulurlar...
Öğrencilerim odaya girdiklerinde sadece pardösülerini ve baş örtülerini değil, üzerlerine sinen baskıyı da çıkardıklarını söylüyor yazar. Sonra da ekliyor: “Yavaş yavaş her birisi kendi şeklini, kendi dünyasını, kendi eşsiz, biricik ruhunu yakaladı.” Çünkü bu odada kendileri olabiliyorlar, çünkü bu odada devrim muhafızları adı verilen zorbalar onları elmayı çok tahrik edici bir biçimde yedikleri için azarlayamıyorlar, bu odada dondurmayı yalayarak yemeleri kimseyi rahatsız etmiyor, bu odada sekiz kadın yanlarında bir erkek kardeş ya da baba olmadan bir araya gelip, tartışabiliyorlar ve bunun için hapishanede 48 saat tutulmuyorlar, 20 kırbaç yemiyorlar ya da onurlarını altüst eden bakirelik testine maruz kalmıyorlar. Bu oda yedi genç kıza gerçeklikten kaçıp, kısa süre de olsa rüya aleminde ufak bir seyahat etmelerini sağlıyor. Tıpkı Alice gibi tavşanın peşinden gidiyorlar. Deliğin bir yere çıkıp çıkmaması ayrı bir soru ama onlar bu soru ile ilgilenmiyorlar. Onların ilgilendikleri tek bir soru var: Arkamda bıraktığım baskıyı ve o baskının doğurduğu türlü çirkinlikleri unutabilecek miyim? Yazar kızlardan birisinin oda hakkında söylediklerini şöyle aktarıyor: “Adım adım gerçekliği arkada bıraktığını hissediyor. Karanlık dünyayı arkada bırakıp, kenarında yaşamayı tercih ettiği bir aydınlık denizde kısa bir süre geçirmek! Ve bu da bitince karanlık dünyasına geri dönmek.” Sürenin kısıtlı olması onları rahatsız ediyor ve bu yüzden odada mümkün olduğunca uzun süre kalmaya çalışıyorlar... Yazar da odanın işlevinin farklılığından bahsediyor bir yerde: Biz bu odada idik çünkü odanın bizi dış dünyanın tehlikelerinden koruyacağına inanıyorduk. Bu gerçeklik, yaramaz bir çocuğun anne-babasına bir an bile aman vermemesi gibi bizi rahatsız ediyordu. Zamanla oda karmaşık ilişkilerin doğmasına ve kişiliklerin kesin hatlar ile belirmesine imkan verdi. Birbirimize, kendimize bile söyleyemediğimiz şeyleri itiraf etmeye başladık. Öyle ki, kusursuz yabancıların önünde soyunmaya başladığımı hayal etmeye başladım...
Dış dünyadan kaçıp sığındıkları tek şey odanın kendisi değildi elbet. Sığındıkları bir başka şey daha vardı: Kurgu! Romanların dünyasında, bir o yana, bir bu yana savrulmanın getirdiği heyecan, yaşamın acımasızlıklarından kaçıp romanın büyülü dünyasında kendilerine bir yer bulabilme tutkusu. Bu heyecanla okudular Lolita’yı. Lolita onların kahramanı oldu tahrik edici bakışları ve yaşam doluluğu ile. Ama İranlı genç kızlar Lolita’dakı bu fettanlığı değil, onun kendisinden en az 30 yaş büyük bir adam tarafından nasıl sömürüldüğünü gördüler daha çok. Onlar için Lolita, şair/yazar Humbert tarafından defalarca tecavüz edilen, çocukluğu elinden alınan, otelden otele sürünerek efendisinin cinsel arzularını karşılamaktan başka bir işe yaramayan bir köle idi Lolita. O yüzden Lolita’da kendilerini buldular. Hayatı tüm renkleri ile yaşamaya çalışan İran’lı genç kızlar Lolita’nın ta kendisiydi. Bu durumda onlara hayatı zindan eden, en ufak bir mutluluğu bile çok gören, tıpkı Humbert’in çocukluk aşkının yerine Lolita’yı koyarak, onun dışındaki herşeyi hayatından silmesi gibi, devrim muhafızları da geçmişte yaşanmış bir altın çağı diriltmek için bu genç kızları silmiş, hayatlarını ellerinden almıştı. Devrimin kendisi gibi onun kurucusu olan Humeyni de, her sokak başını tutmuş muhafızlar da Humbert’in ta kendisi idi. Devrim onlardan tek bir şey istiyordu: Yaşantınızı devrime göre ayarlayacaksınız. Konuşmalarınız, yürüyüşünüz, yeyişiniz, gülüşünüz, ağlayışınız, okuyuşunuz, yazışınız, aşık olmalarınız ve daha pek çok diğerleri devrimin izin verdiği ölçüler içersinde gerçekleşmeli. Çünkü ancak bu şekilde devrim gerçek anlamda devrim olabilir. Humbert nasıl Lolita’yı baştan icat etme çabasına girmiş, onun kendi kimliğini hiçe sayıp, onun yerine takıntı haline gelen çocukluk aşkı Annabel’i koymuşsa, devrim bütün bir gençliği baştan yaratma gibi sonuçsuz bir çabanın İran’daki baş mimarı olmuştu. Yazarın, Lolita’nın kişiliksizleştirilmesi adını verdiği bu uğraş, belki de İran’lı genç kızları en çok rahatsız eden devrimsel icraattı.
İşte bu noktadan sonra İran’da sanat bir lüks olmaktan çıkıp bir gereklilik halini almıştı. Düşünen insan eğer düşündüğünü olduğu gibi ortaya koyamıyorsa onu başka kalıplar eşliğinde ortaya koymak isteyecektir. Yazarın bir ressam arkadaşı bu durumu şu cümle ile ifade ediyor: Gerçeklik o kadar dayanılmaz oldu ki artık sadece rüyalarımın renklerini aktarıyorum tabloya.
Kitabın bu bölümünde ayrıca roman sanatının inceliklerine, ahlaki değerlerin ne kadar ahlaklı olduklarına, İran’ın devrim öncesi tarihine, devrimin getirdiği traji-komik olaylara da kısa kısa yer veriliyor.
Örneğin, eğer baş örtüsü kullanmak devlet tarafından bir zorunluluk haline getirilmişse, özgür iradenin konusu olan din nereye konmalıdır. Yine kızlardan birisi bunu şöyle izah ediyor: “Devrimden önce kendi yalnızlığının gururu ile dolaşırdı sokaklarda Meşhid. O zamanlar, inancına bağlılığının bir simgesi olarak kapatırdı saçlarını. Kararı kendi seçiminin bir sonucu idi. Devrim herkese baş örtüsünü zorla taktırdığı zaman, Meşhi’in bu davranışı da anlamını yitirdi.” Bu noktadan sonra ahlaki sorular sık sık karşımıza çıkıyor. Toplantıya yetişmek için yolda karşılaşılan devrim muhafızına yalan söylemek, cinselliği yaşamak için zinaya yol açmak... İşin sonunda ahlaki değerlerin gerçekten ahlaklı olup olmadıklarını sorguluyorlar. “Acaba”, diyorlar, “ahlaklı saydığımız davranışların kendimizi tatmin etmekten başka bir işlevi var mıdır?”
Bunun dışında cinsel dürtülerini bastırmak isteyen erkeğin, devrim yasalarına göre ne yapacağından bahseden kısım tam bir traji-komedi. Erkek, eğer bu duygularını bastıramıyorsa bir hayvanla cinsel ilişkiye girebilir. Yalnız, cinsel ilişkiye girdiği hayvanı (mesela tavuk ya da sığır) kendisi yiyemez, ailesine de yediremez, komşusuna da yediremez. Komşusunun komşusuna vermeye cevaz vardır. Yani devrim erkeğin cinselliğini kontrol altına alarak kadınları koruduğu gibi, hayvanın etinin mundar olmaması için çözümü de ortaya koyuyor!
Yine Nabokov’un romanlarını okumanın sonucunda ortaya bir roman anlayışı konuyor bu bölümde. Nabokov’un “Her büyük roman bir peri masalıdır” cümlesinden yola çıkarak, yazar roman üzerine kendi düşüncelerini yazıyor: Bütün peri masalları gerçekliğin sınırlarını zorlayan bir yöntem önerir ve bu yöntemle okuyucu gerçekliğin reddettiği özgürlükler ile tanışır. Bütün büyük kurgu eserlerde, ortaya konan soğuk gerçekliğe rağmen, yaşamı geçiciliğine karşı yücelten bir şeyler, yaşamın büyüklüğünü savunan düşünceler vardır. Bu doğrulama, yazarın var olan dünyayı bir tarafa bırakıp, kendi dünyasını yaratması ile gerçekleşir. Bütün büyük sanat yapıtları hayatın çirkin yüzüne, ihanetlere, korkulara karşı bir tavır takınmadır. Biçimin kusursuzluğu ve güzelliği konunun çirkinliğine karşı isyan eder. İşte bu yüzden Madam Bovary’i sever, Emma için ağlarız. Yine bu yüzden hırsla Lolita’yı okurken kalbimiz parçalanır onun küçük, uslanmaz, meydan okuyan, şiirsel öksüz kahramanı için.
Totalitarizm karşısında İran kadının takınacağı tavır ile bitiyor birinci bölüm. Yine Nabokov’un ‘İdama Davet” (Invitation to Beheading) adlı romanından yola çıkarak, bir takım yorumlarda bulunuyor yazar: “Totaliter zihniyetin yaptığı en büyük kötülük kendi vatandaşlarını ya da kurbanlarını işledikleri suçlara ortak yapmaları. Celladın ile dans etmen, kendi idamında idam komitesinin bir parçası olman... Bu vahşetin katmerli olanıdır... “
“Meydanı terk etmenin tek yolu cellat ile dans etmeyi bırakıp, kendi bireyselliğini, seni başkalarından farklı yapan özünü, korumanın bir yöntemini bulmaktır. Bu yüzden, onların dünyasında içi boş ritüellerin yeri doldurulamaz bir önemi vardır. Bizim cellatlarımız ile Cinciannatus’un celladı arasında pek fark yoktur. Bizim cellatlarımız bütün boşlukları işgal ettiler ve hemen her hareketimizi istedikleri şekle sokmak için uğraştılar. Bizi kendilerinden birisi olmaya zorladılar ki bu idamın başka bir biçimidir... “
İkinci Bölüm: Gatsby
Kitabın bu bölümü yazarın Amerika’da geçirdiği üniversite yıllarının anıları ile başlıyor. Özgürlüklerin sınırsızca yaşandığı, gençlerin arzularına göre yaşadıkları bir toplumu anımsamanın İran’da yaşamak zorunda bırakılan bir insan için acı verici olduğunu görüyoruz bu sayfalarda. Yine yazarın devrimci düşünürlerle tanışması, okuma guruplarına katılarak Marx’ı, Lenin’i, Engels’i okuması bu kısmın başında anlatılıyor. Yazarın İslamcı olmadığı kadar Marxist olmadığını da görüyoruz. ABD’de geçirdiği yıllarda, protestolara sıcak bakmıyor, kendi dünyasında, kendi özgürlüklerini yaşıyor... Yazarın Marx karşıtı görüşleri, sanata yönelik olarak daha sonra tekrar karşımıza çıkacak.
Ardından İran’a dönüş var. Tahran Üniversitesinde modern roman dersleri verecek olması, bunun heyecanını iliklerine kadar duyumsaması fakat üniversiteye adım attıktan sonra hayal ettiklerinin çok dışında bir dünya ile karşılaşması. Tahran Üniversitesi hemen bütün siyasi gurupların çatışmalarının beşiği olan bir üniversite. Bir İslam devriminin beklentisi içersinde olan müslüman gençlik karşılarında Marxist bir devrim arayışında olan solcularla kavga edip duruyorlar. Gün geçmiyor ki birileri vurulmasın, öldürülmesin ya da ortadan kaybolmasın. Bu kavgaların ortasında kurgu üzerine ders vermek, yani dışarda kan gövdeyi götürürken, gerçekliğin kendisini kan ve gözyaşı olarak ortaya koyduğu bir zamanda gerçeklikten uzaklaşmayı öğütlemek öğrenciler tarafından doğal olarak yanlış anlaşılıyor. Gerçeğin hayalin çok önüne geçtiği bu ortamda öğrencilerin romana olan bakışları da sık sık estetik yargılardan sapıp, siyasi ve ahlaki yargılara saplanıyor. Bu durumda yazarın rolü ortaya çıkıyor. Öğrenciler okunan romanları ahlaki yargıların kıskaçlarında ters düz ederken, yazar romanların avukatlığına soyunuyor. Daha ilk derste bunu sezdiği için yazar şu ifadeler ile başlıyor dersine: “Hayal gücünün en büyük eserleri sizleri kendi evinizde olduğunuz halde yabancı gibi duyumsamanızı sağlarlar. İyi kurgu her zaman için inandığımız değerleri sorgulamaya zorlar bizi. Öyle ki en yıkılmaz dediğimiz gelenekler ve beklentiler birer birer çözülürler. Bir romanı okurken, o romanın sizi ne kadar ve hangi noktalarda rahatsız ettiğini düşünün.”
Ardından devrimin gelişi ve Humeyni yönetiminin sınır tanımayan yargısız infazları, sürgünleri, işkenceleri... Üniversitelerin devrime karşı takındığı tavırlar. Öğretim görevlilerinin farklı kutuplara çekilmeleri. Örneğin, solcu bir öğretmen başını sırf Amerika’ya inat olsun diye kapatacağını, bunu emperyalizme karşı bir gurur vasıtası yapacağını söylüyor. Sol görüşün farklı toplumlarda birbirine zıt tavırlar doğurduğunu göstermesi açısından güzel bir nokta. İran toplumu yavaş yavaş kollektif bir biçimde yeni bir Amerika yaratmaya başlıyor. Düne kadar İran’ın dostu olan Amerika birden bire şeytanın ta kendisi, dünyadaki tüm kötülüklerin ana kaynağı, yok edilmesi gereken bir düşman oluveriyor. Zaten İslamcılarla solcuların tek ortak yönleri düşmanlarının bir olması. Fakat düşmanların birliğine rağmen, solcular ile İslamcılar arasındaki kavga durmuyor daha da alevleniyor. Bütün bu kargaşanın ortasında dersler, sık sık öğrenciler tarafından iptal edilmelerine rağmen devam ediyor. Yazar dönem içersinde okumak ve tartışmak için bir kitap arayışına giriyor. Sonunda Fitzgerald’ın ‘The Great Gatsby’ adlı, Amerikan rüyasını anlattığı romanı seçiyor. Romanda aşkın, aldatmanın, yalanın, hırsın fazlasıyla yer alması romandan basit bir ahlak dersinden başka bir şey beklemeyen bir kısım öğrencileri doğal olarak rahatsız edecektir.
Öğrenciler her zaman için romanın satırlarından, cümlelerinden bir ana fikir çıkarma yarışına giriyorlar. Fitzgerald’ın bir gafını yakalayıp, romanı yargılamanın bir yolunu arıyorlar. Bu yüzden romanı bir bütün olarak okumanın zevkine bir türlü varamıyorlar. Örneğin bazı öğrenciler romanı bir alegori olarak algılamak için kendilerini bir hayli zorluyorlar. Sonuçta okudukları şey roman değil de simgelerin yer değiştirdiği ve ders verdiği yapay bir dünyaya dönüşüyor. Bu noktada yine ‘aşk’ sorun oluyor çünkü İran’lı öğrenciler aşkın Amerikan rüyasının bir parçası olduğuna inanmışlar. “Bu ülkede aşkı ne yapacağız?” diye soruyorlar. Öğretmen “Nasıl bir ülkede aşkın anlamı vardır?” sorusuna İslamcı bir öğrenciden yanıt geliyor: “Aşktan daha önemli yapacak işlerimiz var. Daha yüce bir duyguya, ilahi aşka kaptırdık biz kendimizi!” Öğretmen ise romanın bir alegori olmadığını, romandaki kahramanların bedenlerinin içlerine girip, onlar gibi düşünüp, onlar gibi soluk alıp vermedikçe romanı anlayamayacağımızı söylemeye çalışıyor. Empati diyor yazar, romanın kalbidir...
Yazar bir gün kütüphanede oyalanırken karşısında Niyazi adını verdiği (Kitaptaki insanların adları, onları olası tehlikelerden korumak için yazar tarafından değiştirilmiş) İslamcı bir öğrencisi ile karşılaşır. Öğrenci bu romanı okumamaları gerektiğini, Fitzgerald’ın kitabının ahlaksız olduğunu ve bunun İran’lı gençler için iyi olmadığını söylüyor yazara. Kısa bir tartışmadan sonra yazar Niyazı’yi sınıfta romanı birlikte yargılamaya davet ediyor. Bir kaç gün sonra, sınıfta savcı, yargıç, jüri ve avukat seçiliyor. Niyazi savcı oluyor, yazar ise mahkum (Romanın kendisi), bir kız öğrenci (Zerrin) romanın avukatlığını üzerine alıyor. Kalan öğrenciler de jüri ve şahitler oluyorlar.
Bu kısım belki de kitabın en eğlenceli kısmı. Öğrenciler mahkum edilmek istenen romanın etrafında ateşli bir tartışmaya girişiyorlar. Niyazı romanı bir ahlak düşmanı olarak tanımlayıp işin içinden çıkmak istiyor. “Bu roman” diyor Niyazi “Zinayı ve yalanı teşvik ediyor. İnsana, amacına ulaşması için her türlü günahı işleyebilmesi için gerekli yolları gösteriyor.” Zerrin ise Niyazi’ye roman sanatı açısından konuya yaklaşması gerektiğini, romanın bir ahlak kitabı olmadığını, neyin doğru neyin yanlış olduğunu göstermenin romanın görevinin olmadığını söylüyor. Ayrıca Niyazi’yi ahlak konusunda monopol oluşturmakla suçluyor. Tartışma uzayıp gidiyor. Arada sırada öğretmen araya girip roman sanatı üzerine kendi görüşlerini dile getiriyor. “İyi bir roman” diyor yazar “kahramanlarının ne kadar karmaşık olduğunu ortaya koyar ve yeterli boşluk yaratır her bir karakterin kendi seslerini duyurabilmeleri için. Ancak bu şekilde roman demokratik olabilir. En büyük günah başkalarının sorunlarını görmezlikten gelmektir.” Bir sonraki sayfada yazar roman üzerine görüşlerini ifade etmeye devam eder: “Gatsby’i zinanın iyi mi ya da kötü mü olduğunu öğrenmek için okuyamazsınız. Bunun yerine zinanın, ve evliliğin ne kadar karmaşık konular olduğunu anlamak için okuyabilirsiniz. Gerçek roman duygularınızı geliştirir, sizi yaşamın ve bireylerin karmaşıklığına hazırlar ve sizleri yobazlıktan korur. Ahlakı belli kalıpların dışında görmenizi sağlar.”
Bu kısmı okuduktan sonra bir romanı anlamanın üç yolu olduğunu düşünebilirsiniz. Birincisi romanı bir ahlak kitabı gibi okumaktır ki romanın varlık nedenine terstir. Roman bir ahlak kitabı değildir. Ahlak dersi vermek zorunda da değildir. İkincisi, romanı bir alegoriler dizisi olarak okumaktır ki okuyucuyu yanlış yönlere sürüklemesine rağmen romandan zevk almasını engellemez. Bu yolun en büyük sorunu okuyucunun soru sormak yerine, yanıt peşinde koşmasıdır. Oysa iyi bir roman soruları sorar ve yanıtları okuyucuya bırakır... Uçüncü kısım ise romanı empatik yolla okuyup, kahramanları birer birey olarak düşünüp, dünyaya farklı yönden bakabilmeyi amaçlamaktır. Raskolnikov olup kendinize suçun anlamını sormak, Jean Valjan olup iyiliğin anlamını araştırmak, Nehlidof olup bir günahın peşinde koca bir hayatı feda etmek... İnançlarımızı, değerlerimizi bir yana bırakıp romanın kahramanı olmak ve dünyayı başka insanların penceresinden izlemek... Tıpkı “Being John Malkovich” adlı filmde olduğu gibi gizli bir tünelden geçip (roman tünelinden) başka kişilerin ruhlarına erişebilmek, onların deneyimlerini paylaşabilmek...
Bu bölümün sonunda, yazar üniversitelerin kapanması, devrim müfredatının uygulanmak istenmesi ve tüm kadın öğretim üyelerinin başlarını kapatmalarının zorunluluk haline gelmesinin sonucu olarak görevinden istifa eder. Amerika’ya dönmek ister ama hava alanından geri gönderilir. Yurt dışına çıkması yasaklanmıştır. İlk defa kendi ülkesinde gurbeti duyumsar. Özgürlüğünü, gençlik yıllarını harcadığı Amerika’yı hayal ederek hüzünle yaşar. Sürgünün anlamı üzerine düşünür Tahran’ın yanmış yıkılmış sokaklarında gezinirken. Batı propagandası yaptığı için yakılan sinemaların, Fransız yemekleri pişirdiği için kapatılmaya zorlanan lokantaların, yabancı dilde kitaplar sattığı için stokları bitene kadar açık kalmalarına izin verilen kitapçıların önünden geçer. Ülkenin her geçen gün biraz daha karanlığa gömüldüğünü görmektedir ama elinden bu gidişatı durdurmak için bir şey gelmemektedir. Kendi yalnızlığında kendi özgürlüğünü savunur. Başını kapatması için kendisini zorlayan üniversite yönetimine karşı, dine karşı olduğunu değil de özgürlük düşkünü olduğunu şu cümle ile ifade eder: Benim büyükannem Şah döneminde, kadınların başlarını açmaya zorlandığı devirde, evinden çıkmamış ve başını açmamıştı. Ben de aynı özgürlüğü kullanarak başımı kapatmayacağım.
A. A.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder