Yukarıdaki satırları okurken neredeydim biliyor
musun? Asla tahmin edemezsin? Balkonumda, Hundun’ın yanında? Hayır! Her zamanki
gibi evimde olsam sana neden tahmin et diyeyim! Yolun altında, senin kapanan
berberinin yerine açılan butik kafede? Hayır! Metroda, Deniz Dünyası’ndaki yeni
açılan Türk Lokantasına giderken? Hayır! Senin okulunda, okul müdürüne senin
bir an önce terfi alıp lise müdürü yapılman için tehditle karışık öneri
verirken? Çok beklersin. Hem o kadar uzun değil elimiz kolumuz. Ne sandın bizi
sen, derin devlet mi? Anlaşılan bilemeyeceksin sen, iyisi mi ben söyleyeyim. Senin
evinde, senin kafesinin içinde, senin tozlu masanın başında, kısacası senin
kendine kurduğun minik krallıkta. Sırbistan’da[1]
yeni bir iş bulup Çin’den ayrılan Güney Afrikalı öğretmen çiftten kelepir
fiyata aldığın sandalyeye kurulmuş, bir yandan senin sırf matraklık olsun diye
yazdığın gerçekdışı diyaloğu okuyor, bir yandan da benden habersiz alıp da kütüphanene
dhil ettiğin kitaplarına göz atıyordum. Bak sen, Eileen Chang de okurmuşsun.
Ben de severim bu hatunu. Şimdilerde onun gibi gözü pek yazarlar pek
bulunmuyor. Hem cesur olacaksın hem de düzyazıdaki şiire halel getirmeyeceksin.
Bi Feiyu, Wang Xiaobo, Can Xue, Yan Lianke! Oha dedim bir ara kendi kendime! İlki
dışındakileri sıradan bir Çinli bile okumaz, ya ağır bulur ya da marjinal!
İkinciyi abazan ve anarşist üniversite öğrencileri dışında okuyan kalmamıştır
diye biliyorum ben. Demek varmış! Sen ikisi de değilsin. Büyük olasılıkla
beğenmemişsindir. Sonuncusu zaten yasak bu topraklarda. İngilizcesini nereden
aldın bakayım! Hong Kong! Nasıl
gözümüzden kaçmış. Ne okuduğun değil, ne yazdığın ilgilendiriyor bizi ama yine
de okuduklarını bilmemiz gerekiyor. En çok sevdiğin Çinli yazar Lu Xun olmasına
rağmen onun tek bir kitabı bile yok burada. Yu Hua’yı da okuduğunu biliyorum. Klişe
bulmana rağmen durduramıyorsun kendini, bir bahaneyle okuyorsun. Bir nevi
Çin’in Orhan Pamuk’u senin için. Okuyunca bu kadar basmakalıp şeylere halk
neden rağbet ediyor diye kızıyorsun, okumayınca da halkın ne okuduğundan
bîhaber kaldığın için üzülüyorsun. İki cami arası beynamaz gibi mekik
dokuyorsun, has edebiyata erişememenin avuntusu, ağza atılıp dakikalarca
çiğnenen kuru ekmek parçası. İyi ama Yu Hua da yok raflarında! Lao She? Mao
Dun? Xu Zhimo? Demek bütün hepsi e-kitap okuyucunda. Seni bedavacı! Buluyorsun
internetten, indiriyorsun cihazına. Ama dur! Günahını aldım boşuna. Öyle yapmış
olsan farkına varırdım ben. Sonuçta bilgisayarına giren çıkan her bir bitten[2]
haberim oluyor benim. Demek kitap satışı yapan sitelerden doğrudan e-kitap
okuyucuna indiriyorsun bunları. Bugüne kadar neden aklımıza gelmedi bu. Teşkilata
haber vereyim de e-kitap okuyucunu da dahil etsinler teknik takibe. Hem böylece
biraz sükse yaparım amirimin gözünde. Aferin der bana, iyi akıl ettin der. Vay
o da ne! Sarı kapaklı, ince bir kitap. Rubaiyat of Omar Khayyam. Hem de
resimli. Güzelmiş. Küf, nem ve kitap tozu kokuyor. Araklasam mı acaba? Ruhun
bile duymaz. Bu kadar kitabın içinden bir tanesi eksilmiş, nereden bileceksin.
Tabii manevi bir değeri yoksa. Yok görünüyor. 1941 basım, sen 2015’te
Kadıköy’deki bir ikinci el kitapçıdan almışsın. Kapağının arkasına eğik
harflerle şöyle yazmış kitabın ilk sahibi:
Rubailerin en güzeli olan kahkahana…
Bütün sevgilerimle!
Oğuz – 30.12.1948.
İçim bir tuhaf oldu bunu okuyunca. Kim bu
Oğuz, şimdi yaşıyorsa 100 yaşına merdiven dayamıştır. Kahkahasına âşık olduğu
kadına ne oldu acaba? Evlendiler mi? Çocukları oldu mu? Torunları? Aşkları ömür
boyu sürdü mü acaba yoksa ilk kıranda boyunlarını büken papatyalar gibi vaz mı
geçtiler birbirlerinden? Oğuz Bey Kore Savaşı’na gidip dönmemiş olabilir, 1960
darbesinde yanlış tarafta durmuş olabilir, eğer bir akademisyendiyse muhtıra
döneminde işinden edilmiş olabilir, hapse de atılmış olabilir tıpkı Sevgi ve
Mümtaz Soysal çifti gibi…80 darbesini gördü mü acaba? Emekli olmuştur herhalde
o vakte kadar. Emekli olup köyüne dönmüştür. Torun tosun bakıyordur 80’li
yıllarda. Neler düşünüyorum ben böyle? Hamile kadınlar gibi her baktığım yerden
hüsnükuruntulu hayaller inşa ediyorum. Kitabı yerine koydum. Bir daha da
dokunmam. Ben buraya senden bir şeyler almaya değil sana bir şeyler eklemeye geldim.
Seni daha yakından tanımaya, kokunu içime doldurmaya, teninin dokunduğu
yüzeylere tenimi değdirmeye… Dokunmak değil arzuladığım, dokunulmak. Fark etmek
değil, fark edilmek. Biz kadınlar zaten istediğimiz zaman istediğimiz erkeğe
dokunabiliriz. Tabii yanlarında karıları veya sevgilileri yoksa. Oysa hepimizin
içinde, arzuladığımız erkek tarafından dokunulmak, fark edilmek, taltif edilmek
isteği vardır. Babalarının yanında şımaran küçük kız çocuğu asla ölmez, sadece
hedef değiştirir. Bu istek makul bir zaman aralığında tatmin edilmezse o istek
ya söner ve yok olur ya da sapkınca taşkınlıklara, yüz kızartacak takıntılara,
bir ömür boyu sürecek acılara dönüşür. Ben şanssız azınlık tarafındayım, içine
düştüğüm bataklığın çözümlemesini yapabilecek kadar zeki ve bilinçli olmam da
cabası! Deli olduğunun farkında olup tımarhaneyi kendi sarayı, oradaki tüm
diğer delileri, doktorları, hemşireleri emrine verilmiş hizmetçiler olarak
gören bir zırdeli, bir kara sevdalı, bir Napolyon’um. Belki de o Napolyon’un hatıra
defteriyim. Canım kırmızı şarap çekti
bir anda, mutfağa gidiyorum, üst rafları ve çekmeceleri didik didik
kurcalıyorum ama zırnık alkol yok. Bira bile yok. Bu kadın seni fazlasıyla
ehlîleştirmiş, Naci Bey. Nedir bu hal? Sen ki akşamları bir şişe soğuk bira
açıp balkonda oturmayı, karşı binaların sinek gözünü andıran yanıp sönen
lambalarına bakarak yazacaklarını düşünmeyi seversin. Bu evde nasıl tek bir
şişe bile bira olmaz. Çember daralıyor demek, tehlike çanları çalıyor! Tıpış
tıpış geri geliyorum kafesine. Oturuyorum kös kös. Sakinleşmeyi bekliyorum.
Unut bunları diyorum kendi kendime, silkin ve dök üzerine serpilen soğuk külleri.
Nefesim normal ritmine kavuşuyor, hırıltılar kesiliyor, dudaklarımdaki kaşıntı
azalıyor. Bana ne ya diyorum içimden. 14 yıldır böyle geldiyse, bir 14 yıl
daha, bilemedin 28 yıl daha gider. Hayat bana güzel! Sandalyende kaykılayım, çocuğunun
takdirnamesine bakan bir anne gibi izleyeyim kitaplarını bir süre, hiç ses
çıkarmadan, elimi hiçbir şeye sürmeden, başka zamanlarda adı afacana çıkmış
uslu bir çocuk gibi, anlamadığı kitaplardan uzak duran tonton bir babaanne gibi…
Bakıyorum, bakıyorum, bakıyorum, kitaplığının
fotoğrafını çekmek için sırt çantamdaki fotoğraf makineme -telefonla olmaz
tabii!- elimi attığımda aklıma Selim ile Çetin geliyor bir anda. Neredeler,
neler yapıyorlar şimdi acaba?
Devamı yayımlanacak kitapta...
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder