Bu Blogda Ara

20 Ekim 2024

Sürgünden Öte (9)

  


Yukarıdaki satırları okurken neredeydim biliyor musun? Asla tahmin edemezsin? Balkonumda, Hundun’ın yanında? Hayır! Her zamanki gibi evimde olsam sana neden tahmin et diyeyim! Yolun altında, senin kapanan berberinin yerine açılan butik kafede? Hayır! Metroda, Deniz Dünyası’ndaki yeni açılan Türk Lokantasına giderken? Hayır! Senin okulunda, okul müdürüne senin bir an önce terfi alıp lise müdürü yapılman için tehditle karışık öneri verirken? Çok beklersin. Hem o kadar uzun değil elimiz kolumuz. Ne sandın bizi sen, derin devlet mi? Anlaşılan bilemeyeceksin sen, iyisi mi ben söyleyeyim. Senin evinde, senin kafesinin içinde, senin tozlu masanın başında, kısacası senin kendine kurduğun minik krallıkta. Sırbistan’da[1] yeni bir iş bulup Çin’den ayrılan Güney Afrikalı öğretmen çiftten kelepir fiyata aldığın sandalyeye kurulmuş, bir yandan senin sırf matraklık olsun diye yazdığın gerçekdışı diyaloğu okuyor, bir yandan da benden habersiz alıp da kütüphanene dhil ettiğin kitaplarına göz atıyordum. Bak sen, Eileen Chang de okurmuşsun. Ben de severim bu hatunu. Şimdilerde onun gibi gözü pek yazarlar pek bulunmuyor. Hem cesur olacaksın hem de düzyazıdaki şiire halel getirmeyeceksin. Bi Feiyu, Wang Xiaobo, Can Xue, Yan Lianke! Oha dedim bir ara kendi kendime! İlki dışındakileri sıradan bir Çinli bile okumaz, ya ağır bulur ya da marjinal! İkinciyi abazan ve anarşist üniversite öğrencileri dışında okuyan kalmamıştır diye biliyorum ben. Demek varmış! Sen ikisi de değilsin. Büyük olasılıkla beğenmemişsindir. Sonuncusu zaten yasak bu topraklarda. İngilizcesini nereden aldın bakayım! Hong Kong!  Nasıl gözümüzden kaçmış. Ne okuduğun değil, ne yazdığın ilgilendiriyor bizi ama yine de okuduklarını bilmemiz gerekiyor. En çok sevdiğin Çinli yazar Lu Xun olmasına rağmen onun tek bir kitabı bile yok burada. Yu Hua’yı da okuduğunu biliyorum. Klişe bulmana rağmen durduramıyorsun kendini, bir bahaneyle okuyorsun. Bir nevi Çin’in Orhan Pamuk’u senin için. Okuyunca bu kadar basmakalıp şeylere halk neden rağbet ediyor diye kızıyorsun, okumayınca da halkın ne okuduğundan bîhaber kaldığın için üzülüyorsun. İki cami arası beynamaz gibi mekik dokuyorsun, has edebiyata erişememenin avuntusu, ağza atılıp dakikalarca çiğnenen kuru ekmek parçası. İyi ama Yu Hua da yok raflarında! Lao She? Mao Dun? Xu Zhimo? Demek bütün hepsi e-kitap okuyucunda. Seni bedavacı! Buluyorsun internetten, indiriyorsun cihazına. Ama dur! Günahını aldım boşuna. Öyle yapmış olsan farkına varırdım ben. Sonuçta bilgisayarına giren çıkan her bir bitten[2] haberim oluyor benim. Demek kitap satışı yapan sitelerden doğrudan e-kitap okuyucuna indiriyorsun bunları. Bugüne kadar neden aklımıza gelmedi bu. Teşkilata haber vereyim de e-kitap okuyucunu da dahil etsinler teknik takibe. Hem böylece biraz sükse yaparım amirimin gözünde. Aferin der bana, iyi akıl ettin der. Vay o da ne! Sarı kapaklı, ince bir kitap. Rubaiyat of Omar Khayyam. Hem de resimli. Güzelmiş. Küf, nem ve kitap tozu kokuyor. Araklasam mı acaba? Ruhun bile duymaz. Bu kadar kitabın içinden bir tanesi eksilmiş, nereden bileceksin. Tabii manevi bir değeri yoksa. Yok görünüyor. 1941 basım, sen 2015’te Kadıköy’deki bir ikinci el kitapçıdan almışsın. Kapağının arkasına eğik harflerle şöyle yazmış kitabın ilk sahibi:

                                                  Rubailerin en güzeli olan kahkahana…

                                                                Bütün sevgilerimle!

                                                                 Oğuz – 30.12.1948.

İçim bir tuhaf oldu bunu okuyunca. Kim bu Oğuz, şimdi yaşıyorsa 100 yaşına merdiven dayamıştır. Kahkahasına âşık olduğu kadına ne oldu acaba? Evlendiler mi? Çocukları oldu mu? Torunları? Aşkları ömür boyu sürdü mü acaba yoksa ilk kıranda boyunlarını büken papatyalar gibi vaz mı geçtiler birbirlerinden? Oğuz Bey Kore Savaşı’na gidip dönmemiş olabilir, 1960 darbesinde yanlış tarafta durmuş olabilir, eğer bir akademisyendiyse muhtıra döneminde işinden edilmiş olabilir, hapse de atılmış olabilir tıpkı Sevgi ve Mümtaz Soysal çifti gibi…80 darbesini gördü mü acaba? Emekli olmuştur herhalde o vakte kadar. Emekli olup köyüne dönmüştür. Torun tosun bakıyordur 80’li yıllarda. Neler düşünüyorum ben böyle? Hamile kadınlar gibi her baktığım yerden hüsnükuruntulu hayaller inşa ediyorum. Kitabı yerine koydum. Bir daha da dokunmam. Ben buraya senden bir şeyler almaya değil sana bir şeyler eklemeye geldim. Seni daha yakından tanımaya, kokunu içime doldurmaya, teninin dokunduğu yüzeylere tenimi değdirmeye… Dokunmak değil arzuladığım, dokunulmak. Fark etmek değil, fark edilmek. Biz kadınlar zaten istediğimiz zaman istediğimiz erkeğe dokunabiliriz. Tabii yanlarında karıları veya sevgilileri yoksa. Oysa hepimizin içinde, arzuladığımız erkek tarafından dokunulmak, fark edilmek, taltif edilmek isteği vardır. Babalarının yanında şımaran küçük kız çocuğu asla ölmez, sadece hedef değiştirir. Bu istek makul bir zaman aralığında tatmin edilmezse o istek ya söner ve yok olur ya da sapkınca taşkınlıklara, yüz kızartacak takıntılara, bir ömür boyu sürecek acılara dönüşür. Ben şanssız azınlık tarafındayım, içine düştüğüm bataklığın çözümlemesini yapabilecek kadar zeki ve bilinçli olmam da cabası! Deli olduğunun farkında olup tımarhaneyi kendi sarayı, oradaki tüm diğer delileri, doktorları, hemşireleri emrine verilmiş hizmetçiler olarak gören bir zırdeli, bir kara sevdalı, bir Napolyon’um. Belki de o Napolyon’un hatıra defteriyim.  Canım kırmızı şarap çekti bir anda, mutfağa gidiyorum, üst rafları ve çekmeceleri didik didik kurcalıyorum ama zırnık alkol yok. Bira bile yok. Bu kadın seni fazlasıyla ehlîleştirmiş, Naci Bey. Nedir bu hal? Sen ki akşamları bir şişe soğuk bira açıp balkonda oturmayı, karşı binaların sinek gözünü andıran yanıp sönen lambalarına bakarak yazacaklarını düşünmeyi seversin. Bu evde nasıl tek bir şişe bile bira olmaz. Çember daralıyor demek, tehlike çanları çalıyor! Tıpış tıpış geri geliyorum kafesine. Oturuyorum kös kös. Sakinleşmeyi bekliyorum. Unut bunları diyorum kendi kendime, silkin ve dök üzerine serpilen soğuk külleri. Nefesim normal ritmine kavuşuyor, hırıltılar kesiliyor, dudaklarımdaki kaşıntı azalıyor. Bana ne ya diyorum içimden. 14 yıldır böyle geldiyse, bir 14 yıl daha, bilemedin 28 yıl daha gider. Hayat bana güzel! Sandalyende kaykılayım, çocuğunun takdirnamesine bakan bir anne gibi izleyeyim kitaplarını bir süre, hiç ses çıkarmadan, elimi hiçbir şeye sürmeden, başka zamanlarda adı afacana çıkmış uslu bir çocuk gibi, anlamadığı kitaplardan uzak duran tonton bir babaanne gibi…  Bakıyorum, bakıyorum, bakıyorum, kitaplığının fotoğrafını çekmek için sırt çantamdaki fotoğraf makineme -telefonla olmaz tabii!- elimi attığımda aklıma Selim ile Çetin geliyor bir anda. Neredeler, neler yapıyorlar şimdi acaba?

Devamı yayımlanacak kitapta... 


Hiç yorum yok:

Yorum Gönder