Bu Blogda Ara

19 Ekim 2024

Sürgünden Öte (8)


Ben boşanma şelalesinden -inişi korkutucu ama varışı serin- baş aşağı inerken sen belki de hayatının en güzel yazını geçiriyordun. Wang Chenxi daha önce; Tayland, Malezya, Singapur gibi civardaki ülkelere gitmiş ve az çok bir yurt dışı deneyimi kazanmıştı. Xiao Ma da katılmıştı bu kısa süreli seyahatlere ama o zamanlar çok küçük olduğu için pek bir şey hatırlamıyordu. Bu yüzden annesi kadar olmasa da heyecanlıydı o da. Meraklı gözlerle etrafına bakıyor, kendilerini havaalanından alan arabadan geçtikleri köprünün halatlarına, pasaport kontrolünün hızından yürüyen merdivenlerin genişliğine kadar her şeyi kendi ülkesindekilerle karşılaştırıyordu.  Annesi ise biriktirmekle meşguldü. Bir defteri yoktu ama balina kadar büyük bir hafızası, deve gibi sabrı ve karga gibi kurnazlığı vardı kadının. Kaydediyor, bazen kafasının içinden başa sarıp baştan oynatıyor, gördüklerini ve işittiklerini tüm teferruatıyla, kiralayacağı evin kusurlarını ev sahibine göstermek ve bu sayede kira bedelinde indirime hak kazanmak için tek tek listeleyen bir kiracı adayı gibi üst üste yığıyordu. Wang Chenxi için Türkiye, gezilip arkada bırakılacak, unutulup bir daha akla getirilmeyecek, fotoğrafları sosyal medyada paylaşılıp beğeni bombardımanıyla tatmin olunacak bir ülke değildi. Bir çocuk ya da bir turist gibi bakamazdı Türkiye’ye. Daha ciddi, daha tutarlı, daha sistematik bir yöntemle yaklaşmalı ve irdelemeliydi karşısına çıkacak kafa karıştırıcı çelişkileri, ilk defa gördüğü için anlamlandırmakta zorlanacağı kültürel farklılıkları, ilk bakışta kendisine tuhaf gelen ama özümsedikçe ete keme bürünecek olan gelenekleri. Sonuçta onun için Türkiye, kocasının anavatanı olması hasebiyle ileride vatandaşlığını alabileceği, oğlu için sıra dışı fırsatların karşısına çıkabileceği, kendi mesleği açısından bile daha az çalışarak daha çok para kazanmanın yollarını deneyebileceği bir ülke olabilirdi. Bu yüzden tecessüs[1] kadar teyakkuzu da elden bırakmamalı, insan zekâsının en nev-i şahsına münhasır hasiyetlerinden birisi olan karşılaştırarak sonuç çıkarma yöntemini sonuna kadar kullanmalıydı.

İlk hafta hepinizi de şaşırtan bir curcuna ve keşmekeşle geçmişti zaten. Ablan, enişten, yeğenlerin üç günlüğüne Eskişehir’den gelmişlerdi. Muhabbet’i bir aylığına ücretli izne çıkartıp, sekiz kişi hep bir arada üç oda bir salon evde tıkış tıkış kalmıştınız. Annen bir zamanlar babanla yattığı odayı yeni evli olduğunuz için size vermişti. Muhabbet’in odasında kendisi geçmiş, eskiden senin kaldığın odada da -hâlâ kitapların ve notlarla doldurulmuş defterlerin vardı bu odada- kız kardeşinle enişten kalmıştı. Bu durumda üç çocuğa da salondaki çekyatları vermiştiniz. Annenin deyimiyle iyi de olmuştu. Konuşsunlar, oynasınlar, kaynaşsınlar, arkadaş olsunlar.  Gerçekten de dediği gibi olmuştu. Daha ilk günden, sen daha ablana ve eniştene karını tanıştırmadan, daha 20 saatlik aktarmalı yolculuğun yorgunluğunu üzerinizden atmadan; çocuklar Uno masasına oturmuşlar, kahkahalar eşliğinde, aradaki dil farkı hiç yokmuşçasına, çocukluğun dokunulmaz dünyasının keyfini çıkarmaya başlamışlardı. Hadi bunu çocukluğun saflığına, kaybedecek bir şeyleri olmamasına, süvarisiz bir attan daha az bir iradeye sahip oluşlarına verebilirdin. Peki ya ablanla Wang Chenxi arasında bir anda oluşan dostluğa ne demeli? Annenle birlikte üç kadın mutfağa bir girmişler, ikisinin de yarım yamalak konuştukları İngilizceyle -annen Türkçeyi yüksek sesle konuşarak ve elleriyle havada resimler çizerek katkıda bulunuyordu bu konvansiyona ama bir şekilde anlatıyordu derdini- sanki kırk yıllık ahbapmışlar gibi hem yemek yapmışlar hem de dedikodunun dibine vurmuşlardı. Geriye bir tek sen ve enişten kalıyordunuz. Siz de, ortak noktaları olmayan insanların son çare olarak yapay anlatılara sığınması gibi, tıpkı yaşıtınız diğer Türk erkeklerinin yolundan gitmeye karar vermiştiniz. Hanımlarınızdan izin alıp yakınlardaki bir kahvehaneye gitmiş, kapının önünde bir masaya oturup sigaralarınızı yakmış, yakut renkli çaylarınızı yudumlarken bir yandan yemeğe çağrılmayı beklemiş bir yandan da değişmeyen, asla da değişmeyecek olan memleket sorunları üzerine beyhude bir sohbetin içine dalmıştınız. Herkes mutluydu, bu yüzden sen de mutluydun. Etrafındaki insanların senin kurmuş ve kurgulamış olduğun nizam içerisinde saadeti yakalamaları, neşeyle dolmaları ve verimkâr zaman geçirmeleri tıpkı uzun bir öykünün sonuna adını, soyadını, tarihi yazıyormuşsun gibi mutlu ediyordu seni. İlk günün akşamı güncene bir şey yazmamıştın ama uyku mahmuru gözlerinle Weixin hesabından kendi kendine küçük notlar göndermeyi ihmal etmemiştin.

Naci: Huzur ilişkilerde, müsamahada, gülüp geçmekte, başkalarının mutluluğuyla mutlu olmakta, çok kasmanın bir anlamı yok. Az olsun senin olsun, az olsun yakınında olsun.

Naci: Unutulmuş bir hayat sevginin yardımıyla nasıl da kolay bir şekilde diriltilebiliyormuş. Anneler…

Naci: Çocuklar yarım-insanlar. Yarım bile değiller. İnsan-altı yaratıklar… Evrimini tamamlayamamış quasihumans… Ha ha ha (Ertesi günün sabahında sildin bu notu.)

Naci: Bir Çinliye nasıl anlatırsın bizim halı kültürümüzü, ben anladım mı ki anlatayım? Hakikaten halı neden var? Bir de bu kadar geniş çorba kültürümüz olmasına rağmen neden geniş açılı çorba kaşıklarımız yok bizim? Çin’den kaşık getirmemekle ahmaklık ettim. Şöyle kısa saplı, yayvan ve sığ kaşıklardan getirseymişim birkaç tane numunelik. Üç-dört çift de yemek çubuğu getirmeliymişim. Sarmalara çatalı batırınca dağılıyorlar. Hele ki beyaz lahana sarmaları, ipek gibi yumuşacıklar. Çubuklarla daha kolay yenilirler.

Naci: Burada su apayrı lezzetli. Havasından mı dağından taşından mı bilmiyorum. Belki de çocukluğumda alıştığım tat olduğu içindir ama su bambaşka Türkiye’de. Şarap gibi lezzetli. İçmeye doyamıyorum.

Devamı yayınlanacak kitapta... 

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder