İlk hafta hepinizi de şaşırtan bir curcuna ve
keşmekeşle geçmişti zaten. Ablan, enişten, yeğenlerin üç günlüğüne Eskişehir’den
gelmişlerdi. Muhabbet’i bir aylığına ücretli izne çıkartıp, sekiz kişi hep bir
arada üç oda bir salon evde tıkış tıkış kalmıştınız. Annen bir zamanlar babanla
yattığı odayı yeni evli olduğunuz için size vermişti. Muhabbet’in odasında
kendisi geçmiş, eskiden senin kaldığın odada da -hâlâ kitapların ve notlarla
doldurulmuş defterlerin vardı bu odada- kız kardeşinle enişten kalmıştı. Bu
durumda üç çocuğa da salondaki çekyatları vermiştiniz. Annenin deyimiyle iyi de
olmuştu. Konuşsunlar, oynasınlar, kaynaşsınlar, arkadaş olsunlar. Gerçekten de dediği gibi olmuştu. Daha ilk
günden, sen daha ablana ve eniştene karını tanıştırmadan, daha 20 saatlik
aktarmalı yolculuğun yorgunluğunu üzerinizden atmadan; çocuklar Uno masasına
oturmuşlar, kahkahalar eşliğinde, aradaki dil farkı hiç yokmuşçasına, çocukluğun
dokunulmaz dünyasının keyfini çıkarmaya başlamışlardı. Hadi bunu çocukluğun
saflığına, kaybedecek bir şeyleri olmamasına, süvarisiz bir attan daha az bir
iradeye sahip oluşlarına verebilirdin. Peki ya ablanla Wang Chenxi arasında bir
anda oluşan dostluğa ne demeli? Annenle birlikte üç kadın mutfağa bir
girmişler, ikisinin de yarım yamalak konuştukları İngilizceyle -annen Türkçeyi yüksek
sesle konuşarak ve elleriyle havada resimler çizerek katkıda bulunuyordu bu konvansiyona
ama bir şekilde anlatıyordu derdini- sanki kırk yıllık ahbapmışlar gibi hem
yemek yapmışlar hem de dedikodunun dibine vurmuşlardı. Geriye bir tek sen ve
enişten kalıyordunuz. Siz de, ortak noktaları olmayan insanların son çare
olarak yapay anlatılara sığınması gibi, tıpkı yaşıtınız diğer Türk erkeklerinin
yolundan gitmeye karar vermiştiniz. Hanımlarınızdan izin alıp yakınlardaki bir kahvehaneye
gitmiş, kapının önünde bir masaya oturup sigaralarınızı yakmış, yakut renkli
çaylarınızı yudumlarken bir yandan yemeğe çağrılmayı beklemiş bir yandan da değişmeyen,
asla da değişmeyecek olan memleket sorunları üzerine beyhude bir sohbetin içine
dalmıştınız. Herkes mutluydu, bu yüzden sen de mutluydun. Etrafındaki
insanların senin kurmuş ve kurgulamış olduğun nizam içerisinde saadeti
yakalamaları, neşeyle dolmaları ve verimkâr zaman geçirmeleri tıpkı uzun bir
öykünün sonuna adını, soyadını, tarihi yazıyormuşsun gibi mutlu ediyordu seni. İlk
günün akşamı güncene bir şey yazmamıştın ama uyku mahmuru gözlerinle Weixin
hesabından kendi kendine küçük notlar göndermeyi ihmal etmemiştin.
Naci: Huzur ilişkilerde, müsamahada, gülüp
geçmekte, başkalarının mutluluğuyla mutlu olmakta, çok kasmanın bir anlamı yok.
Az olsun senin olsun, az olsun yakınında olsun.
Naci: Unutulmuş bir hayat sevginin yardımıyla
nasıl da kolay bir şekilde diriltilebiliyormuş. Anneler…
Naci: Çocuklar yarım-insanlar. Yarım bile
değiller. İnsan-altı yaratıklar… Evrimini tamamlayamamış quasihumans… Ha ha ha
(Ertesi günün sabahında sildin bu notu.)
Naci: Bir Çinliye nasıl anlatırsın bizim halı
kültürümüzü, ben anladım mı ki anlatayım? Hakikaten halı neden var? Bir de bu
kadar geniş çorba kültürümüz olmasına rağmen neden geniş açılı çorba
kaşıklarımız yok bizim? Çin’den kaşık getirmemekle ahmaklık ettim. Şöyle kısa
saplı, yayvan ve sığ kaşıklardan getirseymişim birkaç tane numunelik. Üç-dört
çift de yemek çubuğu getirmeliymişim. Sarmalara çatalı batırınca dağılıyorlar. Hele
ki beyaz lahana sarmaları, ipek gibi yumuşacıklar. Çubuklarla daha kolay
yenilirler.
Naci: Burada su apayrı lezzetli. Havasından mı
dağından taşından mı bilmiyorum. Belki de çocukluğumda alıştığım tat olduğu
içindir ama su bambaşka Türkiye’de. Şarap gibi lezzetli. İçmeye doyamıyorum.
Devamı yayınlanacak kitapta...
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder