Bir insanın mutsuz ve açgözlü bir kocası olmasından daha kötü ne olabilir diye soranlara vereceğim yanıt kısa ve nettir: mutsuz ve açgözlü bir eski kocası olması. Daha ne istiyorsun be adam? Boşanalım dedin, sesimi çıkarmadım. Mal paylaşımı şöyle böyle olsun dedin, tamam dedim başımı eğdim. Anneme babama geçimsizlikten dolayı boşandığımızı söyle dedin, ona da eyvallah dedim. Ben bu kadar iyi niyet, bu kadar müsamaha göstermişim, kanatlarımı bu derece ayaklarının dibine sermişim, senin yapacağın ilk şey mahkemeye gidip telefonundaki hesaplara senden izinsiz girdiğim için şikâyet etmek mi olmalıydı? Hayır, ne bekliyorsun? Yargıç sana mı acıyacak yoksa bana mı? Vah vah, karısı telefonun şifresini kırmış, kocasının başka kadınlarla yaşadığı aşna fişneyi ortaya çıkarmış, özel hayatın dokunulmazlığına halel getirmiş diye Luohu’daki daireyi sana mı verecek? Hangi ülkede yaşıyorsun sen geri zekâlı, hangi özel hayat, hangi kişisel haklara tecavüz, hangi dokunulmazlık! O değil, farkına varmadan benim de başımı yaktın. Yargıç ister istemez senin avukatından gelen bu ahmakça talebi dosyaya koyunca, boşanma sürecimi yakinen takip eden Shenzhen İstihbarat Dairesi durumdan haberdar oldu tabii. Vay sen misin kutsal görevini yerine getirmen için sana emanet edilmiş olan cihazları, uygulamaları, özel araç gereci kişisel çıkarların için kullanan? Sen misin devletin sana verdiği yetkilerle ailevi sorunlarını çözmeye yeltenen? Sen misin yetki alanının dışında olduğu halde bir sivili, üstlerine haber vermeksizin takibe alan? Sanki yapmayan var! Eminim onlar da yapıyordur benzeri işgüzarlıkları ama onların benimkisi gibi salak bir kocaları olmadığı için yırtıyorlardır paçayı. Ne mi oldu? Ne olacak, soruşturma başlattılar, önce yazılı, sonra sözlü savunma vereceğim disiplin kuruluna. Yazılı savunma sorun değil de sözlü savunmada inim imin inletirler adamı! Aralıksız on dört saat süren sözlü savunmalar biliyorum ben. Beni eğil on dört saat, dört saat kapalı bir odada tutsalar, işlemediğim suçları bile itiraf ederim. Casusuz iyi tamam da insan üstü bir varlık değiliz yani! Hadi bunları geçtik, ya soruşturma bitene kadar maaşımın yarısını alabilecek olmama ne demeli? Daha da kötüsü eğer soruşturma sonunda eğer kesin suçlu bulunursam zorunlu olarak emekli edileceğim ve emekli maaşım olması gerekenin üçte biri kadar olacak! Lanet olası herif, neler açtı başıma giderayak! Neyse ki Luohu’daki dairenin bana kalacağından eminim. Ondan aldığım kirayla şu anda kaldığım yerin kirasını ödeyebiliyorum, ileride buranın kirası artarsa oranın kirasını da arttırırım. Birikmiş paramla bir süre idare ederim, sonrasında da ya işime döneceğim ya da emekli olacağım. Her iki durumda da parasal yönden endişelenecek bir durumum yok. Tek başıma yaşıyorum, paramı idareli harcıyorum, pahalı seyahatlere çıkıp lüks otellerde kalmıyorum, lüks lokantalarda paramı çarçur etmiyorum, çocuğum da yok ki her şeyin en iyisini hak ettiği yalanıyla onun mutluluğu için kazandığımdan fazlasını harcayıp borca gireyim. Ama yine de sinirlerim çok bozuk, ben ne yaptım tüm bunları hak edecek? Aldatan sensin, boşanmak isteyen sensin, boşanır boşanmaz çıplak bedenini o ucuz aşüftelerin koynuna atacak olan yine sensin! Ben ki başka bir adama abayı yaktığım halde yıllarca tuttum kendimi, fiziksel anlamda tek bir yanlış adım atmadım evliliğime hasar verecek. Hayal kurmak da mı yasak! Olamaz mı yani, gönül bu, akılla rasyonaliteyle, hele hele mantığın katı kurallarıyla dizginlenebilecek bir şey değil ki çökeyim ümüğüne, keseyim soluğunu. Yok ama, görür o gününü, onu mahkeme salonu dışında bir yerde görürsem sırtına zıplayıp boğazına sarılacağım, limon gibi sıkacağım yağlı boynunu, mosmor edeceğim parmaklarımın arasına alabildiğim bıngıl etlerini. Görürsün sen, hele bir boşanma işi sonuçlansın. Ne yapacaklar? İki hafta nezarete atarlar, sonrasında çıkar, at gibi kişnerim sokaklarda, kurt gibi ulurum evinin önünde. Hiç de bir şey yapamazlar, hiç de bir şey yapamaz.
Neyse Naci Hocam, benim dertlerim bitmez. Sen
Çin’e geri döndün ama ben döndüğüne sevinemedim bile. Görüyorsun işte, nelerle
uğraşıyorum. Ne kabzımallar ne budalalar var şu dünyada. En azından benim senin
evine girdiğime dair bir bilgileri yoktu istihbarat dairesinin. Bir de onu
biliyor olsalardı şu aşağıdaki parkın ortasında Bin Kesikle[1]
idam ederlerdi beni. İsa gibi çarmıha gererlerdi
herhalde beni istihbarat dairesinin duvarına. Evet gittim, sana olan aşkımı
itiraf edebiliyorsam kendimi sana yakın hissetmek için girdiğim riskleri neden
saklayayım burada? Gurur bile duyuyorum cesaretimle. Aşkı için hiçbir
fedakârlık yapamayan korkaklar utansın. Ben neden utanacakmışım!
Gittim. İlk defadan sonra üç kere daha,
sonuncusu sizin dönüşünüzden iki gün önceydi. Bir çeşit vedalaşma tertip ettim
senin anlayacağın, kendimce ritüeller, temenniler, akıl sır ermez gözyaşları,
sağa sola bırakılan belli belirsiz hediyecikler... Bozuk fermuarlı pantolonunu anaokulunun
yanındaki müştemilatta terzilik yapan yaşlı adama yaptırtmıştım, onu geri
getirdim. 20 Yuan aldı. Görsen ne kadar şeker bir adam, “Kocana söyle, fermuarı
ağır ağır çeksin, kumaşı fermuarın ağzına sıkıştırmasın” dedi ben dükkândan
çıkarken. Hiç sesimi çıkarmadım, başımla hay hay yapıp ayrıldım yanından. Kalbim
çatlayacak gibiydi oysa. Sırf “Kocana söyle” kısmını tekrar duymak için
adamcağıza “Anlamadım, bir daha söyler misin?” dememek için zor tuttum kendimi.
Hem daha yapacak iş çoktu. Küflenmiş paçayı ıslak bezle birkaç defa sildim,
ütüyle kuruttum, dolaptaki yerine astım. Dolabın bir kapısını da açık bıraktım
ki küf kokmasın geldiğinizde. Naftalin paketleri koyacaktım ama unuttum, hem bu
kadarı çok dikkat çeker diye çekindim. Durduk yere polis karakoluna gitmeyin
benim yüzümden. Buzdolabının içini boşaltıp her tarafını sabunlu bezlerle
temizledim. Pırıl pırıl oldu diyemem ama eskisine göre daha iyi. En azından
bataklık dibini andıran o nefti lekeler yok artık. Kollarım ağrıdı o sinsi
lekeleri ovmaktan, resmen yosun tutmaya başlamış buzdolabınızın iç duvarları. Yerleri
de süpürdüm kabaca, senin odana ağırlık verdim desem abartmış sayılmam. Süpürdüm,
sildim, kuruladım, dolapların arkasına saklanan ve karının pek de izlerini
sürmediği toz yumaklarını ellerimle topladım. Senin salondaki köşene oturup, bir
hafta sonra senin tam olarak bu noktada kurulacağını, kitap okurken kurutulmuş
mango, erik, tatlı patates ya da kızarmış muz yiyeceğini, ellerinde ufaladığın
fıstık kabuklarının bir kısmını yere ya da koltuğun kenarına dökeceğini hayal
ettim. Sonra kalktım, balkona geçtim, karanlıktan istifade edip bir sigara yaktım,
dumanımı uzun uzun üfürdüm lacivert geceye doğru, izmaritimi söndürüp aşağıya
attım. Kıçımı masaya dayayıp kendi daireme baktım. Hundun oradaydı, masanın
üzerine koyduğum minderin üzerinde uyukluyordu. Sırf o tırmanabilsin diye
masaya geniş adımlı bir merdiven dayamıştım. Neyse ki tembel değil Hundun, ya
da yaşlandığının ayırdına varamıyor. Başkalarının kedileri gibi yeni şeylere
karşı sert tepki vermiyor, alışıyor çabucak. Salonun ışığını açık bıraktığım
için zar zor da olsa seçebildim kedimi. Bir süre sessizce, içimi çeke çeke sebepsiz
yere ağladım. Ne olacak benim bu halim diye sordum kendi kendime. Ayın karanlık
yüzünde meydana gelen depremleri düşündüm önce; ırmakların kayaların arasından coşkuyla
fışkırmalarını, göllerin yüzeyinin sabah güneşiyle gümüş bir tepsi gibi
parıldayışını, sahili döven dalgaların yaprak hışırtısını andıran seslerini, geceleri
şehirler sükuna erince derin bir uğultuya dönüşen karanlık ormanları,
şelalelerden akan suların çarptığı kayalardan köpükler saçarak sıçrayışını… Hayal
dünyam yeryüzünün kıvrımlarında av arayan bir kartal gibi süzülerek yol alırken
içimdeki hüzün katlanarak büyüdü. Kalın bir battaniye gibi önce sırtımı, sonra
omuzlarımı, en son da göğsümü ve ayaklarımı örttü. Geleceğimin belirsizliği, ne
yapmak istediğimden emin olamamak, bir sonraki adımımı nereye atacağımı
bilememek, ileriye değil de geriye bakıp geçmişten medet ummak... Hayatımda hiç
bu kadar çaresiz ve yalnız kalmamıştım sanırım. Okul yıllarında ailem vardı,
okuldan sonra işim ve eşim vardı, bir çocuğum yoktu ama çocuğumun veremediğini
veren sen vardın. Oysa bu akşam, senin evinin balkonunun en az ışık alan
köşesine bir patates çuvalı gibi yığılmışken, pazar tezgâhlarının altına atılmış
çürük bir meyveden, silindikçe büyüyen yoğun bir lekeden farksız olmadığımı
düşünmeden edemiyordum. Karnına yediği tekmeyle cılız bedenini bir anda sokakta
bulmuş zavallı bir köpek gibi hissetmemek için kendime bahaneler üretmekle
meşguldüm son günlerde. Ne farkım vardı senin öykünde anlattığın o yavru
köpekten? Evi boş, kalbi boş, bedeni boş, ama aklı her daim sarhoş, zihni her daim
nahoş! Senin dairenden çıkıp kendi evime dönerken hep bu sorunun yanıtını
düşündüm. Neydi içime oturan bu ağır huzursuzluk hali? Senin Çin’e dönmek üzere
oluşun mu? Epitopu iki aydır görmemiştim yüzünü. Seni yeniden görecek ama sana
her hâlükârda dokunamayacak, seninle sohbet edemeyecek, senin yörüngene giremeyecektim.
Hani olur ya, tuvalete yaklaştıkça idrar torban patlayacakmış gibi ağrımaya
başlar! Halbuki, yakınlarda tuvalet olmasa dayanılabilir bir ağrı olur bu, arzu
edilen değil ama yine de tahammül edilebilen, en kötü ihtimalle ertelenebilen. Bu da onun gibi bir şey mi acaba? Şunun
şurasında, âşığın maşukuna kavuşacağı ânı düşünüp heyecana kapılması gibi bir
intizar mı yoksa yaşadığım bu yoğun his?
*** Devamı yayınlanacak kitapta...
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder