Bir roman* insana ne kadar benzerse roman sanatının hakkını vermek konusunda o derece başarılıdır. İlk okuyuşta akla gelebilecek iki yanlış anlama olasılığını ortadan kaldıralım önce. “Başarılı” derken kastettiğim şey çok satacağı, çok okunacağı ya da kendisinden çok söz ettireceği değildir. Başarılı roman vardır ki sessiz sakin yaşar, karanlık bir ormanın derinliklerinde yaz kış hiç durmadan usul usul şırıldayan bir dere gibi akar, tepeleri sisli bir dağın zirvesinde kar sularının beslediği bir gölet gibi bekler. Sadece kendisine muhtaç olanlara sunar ab-ı hayatını, sadece onun minerallerinden faydalanabilecek olanlara verir bünyesinde saklı cevherlerini, sadece o karanlık ormana girme cesaretini gösteren, o yüce dağa çıkmayı göze alan göçperestlere bahşeder sürekli başkalaşan zamanın ve mekânın çürütemediği nüvelerini.
Bir diğer yanlış
anlaşılma da “insana benzeme” konusunda yapılabilir. İnsanı anlatırsa, insanı
çevrelerse, insanı çözümlerse demiyorum, bilakis insanın kendisi gibi olursa
diyorum. Yani; soluk alıp veren, yiyip içen, âşık olunca ayakları yerden
kesilen, kalbi kırılınca tüm dünya karşısında kırılganlaşan, yaşının kemale
erdiğini yaralarını saklama konusunda ustalaşmasından anlayan, cesaretlenince
aptallaşan, aptallaşınca şirinleşen, şirinleştikçe utangaçlaşan, aklının
üzerinde dikilince korkaklaşan, kalbinin derinliklerinde bir kamaşma hissedince
yalnızlaşan, yalnızlaştıkça kendine doğru büzülen, küçülen, yavaşlayan ve
nihayetinde pili biten bir saat gibi duran bir metabolizmadan bahsediyorum. İnsana
ait tüm yücelikler ve zaaflar romanda da olmalı. İki ayağı üzerinde yürürken
hem heybetini göstermeli hem de topallamalı. Eksik yanlarının bilincinde,
onları kapatma yolunda iddialı ve cüretkâr olmalı. İnsan gibi olmalı derken,
insana ait her şeye açık ve insana ait her konuda dürüst olmalı. İdeolojilerin tek
renkli bayraklarının gölgesinde o bayrağın rengine bürünmeyeceği gibi bireyin
acılarına, dertlerine, toplum içinde yer bulamayışına, ilerleyemeyişine, maruz
kaldığı işkencelere sırtını dönmemeli. Genç bir insan gibi güzel olmalı mesela.
Nasıl ki genç bir insan -oğlan ya da kız fark etmez- evinden çıkarken süslenir
püslenir, saçına başına şekil verir, az biraz giyimine dikkat eder; roman da okuyucunun
karşısına çıkmadan önce süslenip püslenmelidir. Gerekirse abartmalıdır -tabiat
nasıl abartıyorsa!-; her kelimesinde, her cümlesinde, her paragrafında
okuyucuyu baştan çıkarmak, onun göğsüne acısı yıllarca geçmeyecek bir yumruk
indirmek, her akla geldiğinde sazlıklarda menevişleşen mehtapları anımsatmak
için çabalamalıdır. Gözünün takıldığı her gözde bir arayış, teninin dokunduğu
her tende bir ılıklık, sesinin ulaştığı her kulakta bir yakarış, bir seyahat,
bir umut belirmelidir. Bu yüzden güzellik, yani tüm saflığıyla ve insancıllığıyla
iyi bir romanın ilk ve en önemli koşuludur. Konusu, biçemi, savunduğu görüşü -insanlık düşmanı olmadığı sürece!- ne olursa olsun; güzel yazılmış bir metin eğer samimiyetle ve dürüstçe kaleme alınmışsa, kendisinden önceki büyük eserlerle aynı kefeye konmaya ve insanlığın kadim mirasına ortak olmaya hak
kazanmıştır.
Okuyucu için yazılmaz bu yüzden iyi bir roman. Çünkü okuyucu kaypaktır, nankördür, hatta çoğu zaman zevkperest ve hercaidir. Okuyucunun zevk dünyası hesaba katılarak yazılan roman yazarın iç dünyasını ve onun yaşadığı çelişkileri değil de okuyucunun iç dünyasını yansıtmaya çabalar. Bunu yaparken hem samimiyetsizliğin dibine vurur hem de hakikati ıskalar. Yazar kendisinin beğeneceği, yıllar sonra bıkmadan usanmadan okuyabileceği, sadece ve sadece kendi yaralarına iyi gelebilecek bir merhem ortaya koyduğunda, o merhem insana benzemiş olur. Çünkü ancak bu durumda yazar, içinde bir değirmen taşı gibi uğuldayarak dönen ama dışarıya hiç ses vermeyen o yıllanmış düşüncelere özgür olma, kendi kendilerine var olma ve varoluş mücadelesini sürdürme hakkını vermiştir. Okuyucuyu mutlu etmek için (ticari) ya da bir yerlere yaranmak için (siyasi) yazılan roman sadece edebiyat sanatına değil, yazarın kendisine de hakarettir. Yazar, aslında kendisine ait olmayan bir metnin altına adını yazmış, imzasını atmıştır. Ölü doğmuş bir bebek, ufunetinden yanına yanaşılmayan bir mezbele yaratmıştır.
Nasıl ki bir insan sadece ve sadece bütünlüğüyle ele alınınca anlaşılabilir, yani her bir parçası -hareketi- o parçasını var eden bütünü kavranınca, bütünü de her bir parça tek tek dikkatle elden geçtikten sonra idrak edilebilir; iyi bir roman da sadece ve sadece ikinci okumayla anlaşılabilir. Çünkü sadece ikinci okuma sırasında birinci okuma sırasında akılda kalan bütünün hangi emeklemelerle, hangi harçla ve tuğlayla, hangi mozaiklerle, hangi sütun ve kolonlarla bir araya getirildiğini kavrayabiliriz. Bütünün, parçaların her bir işlevi tek tek anlaşıldığında kavranabileceği gerçeği ne kadar doğruysa; her bir parçanın anlamının da sadece ve sadece bütün yapı göz önüne alındıktan sonra makul hale geleceği unutulmamalıdır. Teşbihte hata çoktur ama bu durum bana en çok (0,1) aralığındaki gerçek sayı sayısının (1,∞) aralığındaki gerçek sayı sayısına eşit olmasını anımsatır. Güzellik sonsuzluğa açılan kapıdır; onunla karşılaşılan an, insanın yüzüstü yere kapaklanıp acz içinde tüm mevcudiyete müteşekkir olduğu, kendi müptezel varlığının sadece ve sadece bu göz kamaştırıcı güzelliğin bir parçası olarak algılanmasıyla anlam kazanacağını kavradığı andır. Oysa, sonsuz içinde sonsuz adet sonsuz vardır ki bu insanın başının üzerinde dönüp duran Kehkeşanın muammasını içinden çıkılmaz bir yumağa dönüştürür. Oysa, Mevlâna ne kadar kısa bir ifadeyle özetlemiştir bu girift bilmeceyi. “Sen okyanusta bir damla değilsin, bir damlanın içindeki kocaman okyanussun.”
Bu noktadan bakınca zaten iyi bir romanın kadim insanlık sorunlarını çözmek ya da derin bir siyasi ayrımda taraf olmak için yazılamayacağı sonucuna da ulaşırız. Çünkü insanı var eden damla ile, damlaya sığan insan bir ve tek olan bir vücudun öğeleridir. Yazar kendisini parçalara bölüp, sonra o parçaları bambaşka bir ortamda bir araya getirerek yazmaz romanını. Bilakis, bütünü her parçada sağlam ve işlevsel tutarak başarır bunu. Ancak bu şekilde karikatür karakterlerle mesafesini koruyabilir. Ancak bu şekilde, doğmaktan başka çaresi olmayan bir bebek gibi doğar roman. İnsana benzeyen bir yönü de budur. Ana rahmine -yazarın zihnine- düşerken ileride neye benzeyeceğini kimse bilemez. Devrin çalkantıları ve yazarın içinden geçen deneyimler şekillendirir onun kaderini. Doğum vakti geldiğinde de bir dağın yamacından fücceten fışkıran pınar gibi doğar, hedefine doğru yol almaya başlar. Ve yine aynı nedenden dolayı, iyi bir romanda insanın hayatındaki her bir yönelim farklı karakterlerde, farklı olaylarda ve sahnelerde kendisini gösterir. Anna, Tolstoy'un arzularına söz geçiremeyen, aklıyla değil de kalbiyle yaşamak isteyen, toplumun yargılayıcı bakışlarını görmezden gelmek isteyen diğer Tolstoy'dan başkası değildir. Alexei, var olan düzeni korumanın gerekliliğine, başarının sadece disiplinle ve çok çalışmayla geldiğine, mevcut düzendeki geleneklerin haklı gerekçelerle geliştiklerine ve bu gerekçeler ortadan kalkmadan geleneklerin terk edilmesine göz yummak istemeyen Tolstoy'dur. Vronsky; güzele, gurura, cesarete düşkün, bunların eksikliğinde toplumun güçlü bir momentumdan mahrum kalacağını düşünen Tolstoy'dur. Levin, Tanrı'sız bir dünyada kurtuluşun olamayacağına inanan, sıradan insanın huzuru ve mutluluğu için kendisinden yüce, ulaşılamaz bir varlığa bağlanması gerektiğine inanan Tolstoy'dur... Liste uzayıp gider ama sonuç değişmez. Tolstoy, Anna Karenina'daki her bir karaktere kendisinde olup -ya da olmasını arzuladığı- bir dünya görüşünü / yönelimi yansıtmış, nasıl ki kendi içinde birbirine tezat düşüncelerle mücadele etmişse, yazdığı romanda yarattığı karakterlerle de bu savaşı başkalarının da gözlemleyebileceği bir forma sokmuştur.
Tüm bu rengarek haritayı içinde barındıran roman bu yüzden bir insandan farksızdır. Eski(meyen), eksikliği ve özlemi her daim hissedilen bir dost gibidir. Bu özlem, içine kar suyu kaçmış ayakkabının ıslaklığında sızım sızım sızlayan bir ayaktan farksızdır. Yıllar sonra elinize alıp, herhangi bir sayfasını açtığınızda onu yıllar önce okurken hangi gerekçelerle çok sevdiğinizi hemen anımsatır size. Üçüncü, dördüncü okumalarda asla pişmanlık vermez, bilakis arada geçmiş zamanda elde edilen yeni deneyimlerle bambaşka anlamlara bürünür. "Ahh" dersin kendi kendine, "On yıl önceki toyluğumla ve saflığımla ne anlamışım ki bu romandan. Hiçbir şey anlamamışım. İyi ki yeniden elime almışım." On yıl önce ruhunuzu nasıl sarıp sarmalamış, aklınızın ve kalbinizin muhtaç olduğu düşünceleri ve duyguları nasıl zerk etmişse bünyenize, bugün de, belki aynı yarıklardan, belki de neşterle yeni açılmış taze kesiklerden sızar içeriye. Bu yüzden imkânı olanlar gittikleri her yere götürürler iyi romanları. Bavulun bir köşesine sıkıştırırlar, "ne olur ne olmaz, ya yeni başladığım diğer kitap beni hayal kırıklığına uğratırsa!" diyerek.. Defalarca okunmaktan sayfaları tiftiklenmiş, kapağı pörsümüş, marjinleri sarı lekelerle taçlanmış olsa da o nüshayı özenle saklarlar. Kimseye ödünç vermezler, verdikleri zaman da geri alana kadar kitaplıkta geride kalan boşluğa, yeni çekilmiş bir dişin ağız içinde bıraktığı boşluğa bakar gibi bakarlar ve bir türlü huzura eremezler.
Bu kadar laf salatasından
sonra en sevdiğim on iki romanı da sırasına dikkat etmeyerek yazayım:
1.
Huzur – Ahmet
Hamdi Tanpınar
2.
Uzun Sürmüş
Bir Günün Akşamı – Bilge Karasu
3.
Saatleri
Ayarlama Enstitüsü – Ahmet Hamdi Tanpınar
4.
Kara Kitap
veya Beyaz Kale - Orhan Pamuk
5.
İskenderiye
Dörtlüsü – Lawrence Durrell
6.
Lolita veya Speak, Memory– Viladimir
Nabokov
7.
Anna Karenina
– Leo Tolstoy
8.
Dava veya Dönüşüm– Franz Kafka
9.
Atonement veya
Saturday– Ian McEwan
10. In Cold Blood - Truman Capote
11. Kayıp Zamanın İzinde - Marcel Proust
12. Virgil'in Ölümü - Hermann Broch
* Söylemeye gerek yok belki ama metin boyunca kullandığım "roman" kelimesi "hikâye" ile değiştirilse metnin anlamında ciddi bir değişiklik olmayacaktır. Kurgusal olan her metin az çok aynı amaca hizmet etmektedir ve yazarın dünyasını yansıtması açısından benzer bir işlevi yerine getirmektedir.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder