Bu Blogda Ara

24 Eylül 2023

Metafizik Bir Varlık Olarak Bilinç


 

Bu sabah balkonda bir yandan kahvemi içip bir yandan da Saffet Hoca’nın “Madde ve Mana”sını okumaya tekrar başlarken -bu üçüncü olmalı- aklıma bir soru geldi. Kitabın 17. Sayfasında şöyle demiş Saffet Hoca: Ateizm, delillendirilmemiş bir sav olamayacağı şeklinde özetleyebileceğimiz tutarlı bir genel epistemolojik tutumun makul bir uzantısıdır. Demek ki teizmle ateizm epistemolojik açıdan simetrik değildir. Bunu söyledikten sonra karşı görüşü de dile getiriyor ve sözü bir teiste veriyor: Ama bu katı şüpheci epistemolojik tutumunuzda ısrar ederseniz sizi dişinizin ağrıdığına bile ikna edemem. Şimdi benim dişimi, sinir sistemimi inceleyebilir, orada geçen olayları açıklayabilirsiniz. Ama benim diş ağrım incelediğiniz o nöral olaylar değil benim öznel deneyimimdir. Eğer bir doğa olayı olarak bile olsa benim diş ağrımı incelemek istiyorsanız öncelikle benim beyanıma inanmanız gerekir. Çünkü başkalarının bir öznel deneyimi, bir iç yaşantısı olduğunu delillendirmemizi sağlayacak hiçbir olgu durumu bilmiyoruz henüz.

Bu iki argümanı okuyunca aklıma ister istemez dişinin ağrıdığına inandığımız arkadaşımızın beyanıyla Tanrı’nın var olduğunu iddia eden arkadaşımızın (aynı kişi de olabilir bu arkadaşlar) beyanları arasındaki koşutluklar geldi. Öyle ya, eğer bir dişçi kendisine gelen hasta adayına şikâyetiniz nedir diye sorsa ve yanıt olarak “dişim ağrıyor” cümlesini duysa, tutup da hasta adayından bilimsel kanıt istemeyecektir. “Ağzını aç, bir bakayım” diyecektir. Sonrasında elindeki aletleri kullanarak hangi dişin ağrıdığını tespit edip -bu konuda belli bir güven aralığında emin olup- uygun tedaviyi hastaya izah edecektir. Bu durum, yani ağzın bir köşesinde gördüğü apse yapmış diş, dişçinin işe girişmeden önce hasta adayına inanmış olduğu gerçeğini değiştirmez. Hasta adayına inandığı için ona “Ağzını aç” der. İnandığı için değerli vaktini hasta üzerinde harcar. Karşısındaki insanın acı çektiğini düşündüğü için ve bir o kadar da kazanacağı parayı hesaplayabildiği için tedaviye girişir. Oysa hasta adayı baştan sona kadar hep yalan söylemiş olabilir. Belki dişçiyle yakınlaşmak için, belki belli bir takım sırları ondan öğrenmek için, belki de dişçinin güzel sekreterinin telefon numarasını elde etmek için uydurmuştur yalanı. Bütün bunlar dişçinin, hastanın -ya da yalancı hastanın- söylediklerine inanmış olduğu gerçeğini değiştirmez. Zaten inanmış olduğu için tedavi sürecine başlamıştır. Şimdi şöyle bir durup dişçinin, dişinin ağrıdığını iddia eden kişiye neden inandığı sorusuna odaklanalım.

Dişçi, tıpkı hastası gibi bir insandır insanların toplum olarak yaşayabilmeleri için birlikte yaşadıkları diğer insanlarla ortak bir takım değerleri, ortak bir takım hisleri paylaşmaları gerekmektedir. Toplumla aynı fikirde olmaları gerekir, benzer temayüller göstermeliler demiyorum. Lokantada karşı masada oturan kişinin de tıpkı kendisi gibi bir bilince sahip olduğuna inanması gerekir. Yani, karşı masada oturan adamın da içinde bir “ben”in olduğunu ve bu “ben”in sayesinde hayatını idame ettirdiğine inanır. Bu inanç olmasaydı, kendimiz dışındaki tüm varlıkları kendimizden düşük seviyede görür, onları amaçlarımız uğrunda fütursuzca kullanmaktan -hayvanlara yaptığımız gibi- çekinmezdik.  Temelleri Descartes'ın akıl-beden düalizmine kadar gidecek olan bu düşünsel yarık, bana bazen Avrupacı sömürgeciliği temellendiren bahanelerden birisi olarak gelir. Ayrı bir konu olduğu için şimdilik atlayacağım.

Karşımızdaki insanın içinde de, ona her an nasıl hareket etmesi gerektiğini söyleyen bir bilincin var olduğuna dair olan inancımız topluluk olarak yaşamanın ilk ve en temel şartlarından birisidir.  Aksi halde ne sorumluluk duygumuz olurdu ne de kendini güvende hissetme lüksümüz. Kaldırımda yürürken karşıdan gelen insanın bize saldırmayacağını, bizi yere yatırıp bıçaklamayacağını, yine aynı bıçakla beynimizi çıkarıp yemeyeceğini, ya da bize tecavüz etmeyeceğini onun da bizimkisi gibi bir bilince sahip olduğuna inanarak büyük bir oranda garanti altına alırız. Çünkü, böyle olmasaydı onun da bizden korkması, bizimle karşılaşmakten çekinmesi ve doğal olarak da toplumsal yaşamın pratik anlamda olanaksız hale gelmesi gerekirdi.

Buradan yola çıkarak şu sonuca varırız: Eğer başkalarının beyninin içinde de kendilerine neyi nasıl yapmalarını ya da yapmamalarını söyleyen bir bilincin var olduğuna dair inanç, insanların toplum olarak yaşamasının, “başka” ile ilişki kurmasının en temel koşuludur, bu durumda bu koşulu ortadan kaldırdığımızda, toplumu da ortadan kaldırmış oluruz. Nasıl ki cebir de eşitliğin her iki tarafına aynı sayıyı ekleyebiliriz kuralını çiğnersek ya da bu kuralın varlığını inkâr edersek, ortada cebir diye bir disiplin kalmaz, aynı şekilde parkta yanınızda oturan yaşlı amcanın tıpkı sizin gibi bilinçli bir varlık olduğuna inanmayı bırakırsanız, ortada toplum diye bir şey kalmaz. Toplumun olmadığı yerde de ne halk sağlığı, hastaneler, doktorlar vb adlar verdiğimiz dev kurumlar kalır ne de onların mevcudiyetinin müsebbibi olan ve her daim şurası burası ağrıyan hastalar.

Demek ki dişim ağrıyor diye kliniğe başvuran bir hastanın bu şikâyetine inanmamızın, birbirinin ardılı olan iki temel nedeni varmış.

1.       Dişçi karşısındaki hastanın kendisi gibi bir insan olduğunu görür görmez anlar. Kendisi de diş sahibi bir insan olarak mutlaka hayatının bir safhasında diş ağrısı çekmiş, birkaç geceyi yatakta kıvranarak geçirmiştir. Dolayısıyla hastanın şikâyetine inanırken bu bağlantıyı kurar. O da bilinç sahibi bir insan olduğuna göre, tıpkı benim deneyimlediğim ağrıya benzer -belki daha şiddetli belki daha sakin- bir ağrıdan yakınmaktadır. Bu çıkarsama bir inanç gibi görünse de kişisel deneyime dayanır çünkü dişçi ağrının ne olduğunu bilir, karşısındaki hastayı ne hale getireceğini de bilir. Yine yapacağı anlık gözlemlerle de hastanın ifadesini doğrulayabilir. Örneğin, dişi ağrıyan birisinin hareketleri belli bir takım kategorilere sığacaktır. Canı sıkkın olur, sessiz olur, ağrıdan inler, kalabalıklara karışmak istemez, uykusuz ve yorgun olur, ikide bir sağdan soldan duyduğu şifalardan -tuzlu suyla gargara, karanfil çiğneme vb- medet umar. Bu işaretler de dişçinin inancının güçlenmesini sağlar. Dolayısıyla, “dişim ağrıyor” argümanı tamamıyla yanlışlanamaz, çürütülemez bir argüman değildir. Tıpkı “Seni seviyorum” ifadesi gibi bu cümleyi sarf eden kişinin diğer eylemleriyle desteklenmesi gerekir. “Seni seviyorum” dediğiniz kişiye şiddet uyguluyorsanız, onu mutlu etmek için en ufak bir çaba bile göstermiyorsanız, onu aklınıza bile getirmiyorsanız, arada bir sevginizi ifade edecek simgesel davranışlar sergilemiyorsanız; karşınızdaki kadının / erkeğin bir süre sonra size inanmamasını anlayışla karşılamanız gerekir. Sonuç olarak aşk da kişisel bir deneyimdir ve çiftlerin birbirlerine güvenlerine / inançlarına dayanır.

 2.       Tüm bu inançların temelinde milyonlarca yıl önce yapılmış yazısız ve sözsüz toplumsal bir sözleşme vardır. O da karşımızdaki insanın da kendi çıkarları doğrultusunda hareket eden ve bu hareketleri yapmasını kendisine söyleyen bir bilinç tarafından idare edildiği inancıdır. Bu öylesine kadim ve güçlü bir inançtır ki sadece medeniyet dediğimiz abideyi değil Amazon’un derinliklerinde yaşayan kabileleri bile bir arada tutar. Hatta, sadece insan topluluklarını değil, Afrika’da sürü halinde gezen zebraları ya da hep birlikte avlanan aslanları da yaşam savaşında avantajlı hale getirir. Sonuç olarak bir aslan da başka bir aslanı gördüğü zaman, bir zebrayı görmüş gibi davranmaz. Onun bir aslan olduğunu bilir, onun da karnını doyurmak için mücadele verdiğini ve bu uğurda aşırılıklara gideceğini anlar. Ya onunla ilerideki potansiyel işbirlikleri için dostluk kurar ya da avını paylaşmamak için onunla kavgaya tutuşur. Dolayısıyla, topluluk olarak yaşamanın ilk kurallarından birisi -bu ister insan ister hayvan olsun-, karşındakinin topluma kabul edilebilirliğini sağlayan bir bilinçlilik durumunun varsayımıdır. “O da bizden, bizim gibi düşünüyor, bizim gibi yiyor, içiyor, avlanıyor, çiftleşiyor, bebeğine bakıyor, yaşlanıyor ve ölüyor, olduğuna göre, bizimkisi gibi bir bilince de sahip olmalıdır.” inancıdır. Eğer bu inancın altını oyarsak, onu ortadan kaldırırsak toplumdan söz edemeyiz. Sadece toplumdan da değil, toplumsal yaşamla gelen tüm kavramlardan vaz geçmemiş gerekir. Aşk, dostluk, devlet, meslek, para, bilim… Aklınıza ne gelirse, günlük hayatta kullandığımız kavramların tümü bir anda küle dönüşür.

Yalnız burada şunun altını çizmekte fayda var. Zamana ve doğal afetlere meydan okuyan insan topluluklarının var olması için karşındaki insanın bilincinin var olduğuna inanmak bir önkoşuldur derken asla böylesi bir bilincin var olduğunu kanıtlamış olmuyorum.* Söylemek istediğim şey, böylesi bir bilincin varlığından bağımsız olarak, onun varlığına inanmanın toplumun üzerine inşa edildiği en temel sütunlardan birisi olduğunu iddia ediyorum. Nasıl ki para, biz onu değerli olarak gördüğümüz ve bu inanca sahip çıkan insanların sayısı arttıkça anlam kazanan bir toplumsal araçsa, insan bilinci de -en azından pragmatik bağlamda- bir araçtır. Bilincin var olup olmadığı tartışılabilir, ne olup ne olmadığı da, ama karşımızdaki insanın bilinçli olduğuna dair inanç tartışılamaz, o inanç bu yazıyı yazmamı sağlayan medeniyet de dahil olmak üzere insanın dünyadaki varoluşunun -biyoloji dışı varlığının- temelindedir. Nasıl ki parayı ortadan kaldırdığımızda -adını ne koyarsanız koyun, benzeri bir şey yaratmak zorundasınız- uygarlık çöker, nasıl ki “zaman” kavramını yok saydığınız anda şehirlerde hayat durur, aynı şekilde karşınızdaki insanın bilinçli bir varlık -onun içinde de ona ne yapacağını söyleyen bir “ben”in var olması- olduğuna dair inanç benzeri bir metafizik gereklilik taşır.

Bu kadar laftan sonra nihayet bana bu yazıyı yazdırtan soruya gelebildim: Madem ki öyle ya da böyle günlük hayatımızı şekillendirmemiz için belli bir takım şeylere herhangi bilimsel bir dayanak bulmadan inanmamız gerekiyor, o halde Tanrı inancını neden aynı kategoride incelemiyoruz? Öncelikle soruda semantik bir hata olduğunu belirteyim. Günlük hayatta inandığımız şeyler pratik amaçlara hizmet eden ve çabucak sınanıp işe yarayıp yaramadığı anlaşılan ve eğer işe yaramadığı anlaşılırsa toplum tarafından kısa sürede unutulan şeylerdir. Arkadaşınızla randevulaşırsınız. onun saat 8'de lokantada olacağına nanırsınız. Baktınız gelmiyor, bir daha da o arkadaşınızı arayıp sormazsınız. Ölmediyse ya da çok kötü bir kaza geçirmediyse, onun zaten hiçbir zaman arkadaşınız olmadığını öğrenmiş olursunuz. TL'nin bir değerinin olduğuna inanırsınız. Oysa geçen ay iki kilo patates alan para  bugün bir kilo patates alabiliyorsa ona inancınızı yitirir, elinizdeki tüm TL'yi daha istikrarlı olduğunu düşündüğünüz Amerikan Dolarına ya da altına yatırırsınız.  Şimdi, din dediğimiz, insanların hayatlarına anlam katan mefhumun toplumların büyük bir çoğunluğu için ne kadar faydalı olduğu gerçeğini yadsıyamayız. Burada dinin sosyopsikolojik harc-ı alem yönlerini ele alıp, onun toplumlar için neden kaçınılmaz bir öneme haiz olduğunu anlatmayacağım. Okumak isteyen, bu konuda yayımlanmış yüzlerce kitaptan birisini alıp okuyabilir, ya da internetteki videolardan birisini açıp izleyebilir. Benim derdim dinle değil zaten, Tanrı inancıyla ve bu yazıda dinin toplumlar için gerekliliğini değil de Tanrı inancının gerekliliğini tartışmaya çalışıyorum. Benim anladığım geniş tanımıyla din** insanlık tarihi boyunca hep var olmuştur, değişip dönüşerek günümüze kadar gelmiştir, bugünden sonra da yine farklı şekillerle ve içeriklerle insanın aczinden, zayıf iradesinden, bedeninin çaresizliğinden, yalnız kalma korkusundan, hayatı boşa yaşamışım duygusundan, ölüm sonrasında başına geleceklerden ve benzeri pek çok başka varoluşsal kaygıdan doğan kadim yaralara, başka hiçbir bilimin ya da sanatın yapamayacağı derecelerde  merhem olmaya devam edecektir. Rasyonel dünya varlık karşısında yalnız ve çaresiz kalan insanın ihtiyaçlarını karşılayamadığı için insan eninde sonunda, deneyimsel evrenin çeperlerine kendisi için bir delik açıp, o delik aracılığıyla irrasyonel dünyayı kendi hayatına sokar, bu sayede rahatlar, delirmekten veya intihar etmekten kurtulur. Buna ister kahve falı deyin, ister kanatlı ata binip Tanrı ile yüz yüze görüşmeye giden peygember deyin. Birinin diğerinden daha az inananı olması ya da devlet otoritesi tarafından daha az destek görüyor olması onun daha değersiz olduğunu göstermez. 

Din konusunu bir tarafa bıraktığımıza göre asıl konumuz olan Tanrı'ya gelebiliriz. Karşımızdaki kişinin bilincinin varlığını kanıtlayamamız nasıl ki çok bir şey ifade etmiyorsa, Tanrı'nın varlığını kanıtlayamıyor oluşumuz da çok bir anlam ifade etmemeli. Ya da modern teistlerin ifade ettikleri şekilde yazarsam, madem Tanrı'nın varlığını, sırf kanıt olmadığı için kabul etmiyorsun, o halde dişim ağrıyor dediğinde de etrafındaki eşinin dostunun sana inanmamasını doğal karşılamalısın. Sonuç olarak dişinin ağrıdığının da başkaları göz önüne alındığında bir kanıtı yoktur. 

Öncelikle şunu söyleyeyim ki bu argüman birdan fazla yönden mantıksal yanılgı (logical fallacy) içermektedir. En başta yapılan analojide her iki inancın aynı olduğu farz ediliyor. Karşımızdaki kişinin bilinci olduğuna neden inanmamız gerektiğini yukarıda uzun uzun izah ettim. Aynı gereklilik Tanrı inancı konusunda yoktur, tarih boyunca da hiç olmamıştır. Tanrı inancının olmadığı toplumlar da bireyler de gayet huzurlu bir şekilde yaşamlarını sürdürmüşlerdir. Hatta, İbrahimi dinlerdekine benzer bir Tanrı inanışının olmadığı Çin, üç bin küsur yıllık tarihiyle hem dünyanın en kadim medeniyetlerinden birisidir hem de günümüzde yakaladığı huzurlu / barışçıl toplum imajıyla diğer ülkeleri gıpta ettirmektedir. Yani, Tanrı inancı hiç de öyle sanıldığı gibi gerekli bir inanç değildir. Onun yerine ikame edilebilecek ve toplumu / bireyi kontrol altında tutacak pek çok başka dinamikler üretilebilir. Ayrıca konu bireyler olunca de bu görüş tökezlemektedir. Tanrı inancının yaygın olduğu ülkelerde bile ateistler, teistlere nazaran sistematik anlamda daha huzursuz, daha suça eğilimli, daha mutsuz ve umutsuz değildirler. Pek çoğu hayatı anlamlı yaşamak için tıpkı teistler gibi aile kurarlar, bilimle ve sanatla uğraşırlar, eğitime önem verirler, spor yaparlar vs.  


Devam ediyor.

* Bu cümleyi yazarken aklıma şu soru da geldi. Benim kendi kendime düşünürken "Ben bilinçli bir varlığım." dememin ne anlamı var? Daha doğrusu kime ne faydası var? Belki de insanı evrimsel açıdan güçlü (fittest) yapan şey bilinci değildir de başkalarının da kendisi gibi bilinçli olduğuna duyduğu temelsiz inançtır. Medeniyeti bilinci üzerine değil, bu metafizik kavram üzerine inşa etmiştir. Üzerine düşünmeye, kafa yormaya değer bir düşünce nüvesi gibi görünüyor. 


** Üç temel özelliğiyle dinlerin ortak noktalarını ele alabiliriz. 1. Bireye sınırları keskin çizgilerle çizilmiş, kaynağı bilimsel olmasa da makul denilebilecek bir yaşam doğrultusu / yönelimi / değerler kümesi önerir, çoğu zaman bu önerileri cezai yaptırımlarla garanti altına alır. Periyodik ritüellerle bu yaşam biçimi bireye sürekli hatırlatılır. İmanın soğuması, azalması engellenir. Bireyin toplumun değerlerinden kopması istenmez. 2. Toplumsal düzenin korunması hususunda otoritelerle işbirliği yapılmasını salık verir, itaat ve sadakat kültürünü teşvik eder. Mikro düzeyde ve makro düzeyde bu hiyerarşiyi korumaya çalışır. Genelde halk üzerinde politik bir güce kavuşur. Güneybatı Asya ülkelerinde otoriteyle can ve kan bağı kurar, etle kemik gibi olur. 3. Bu hayatı (bedeni ve bedenin çektiklerini) geçici bir serüven olarak görür ve asıl kurtuluşun bu hayattan sonraki hayatta (cennette, köprünün öteki ucunda, bahçede, meditasyon sonrasında, tapınak hayatında vb) olduğu iddiasıyla insanlara adaletsizlikler ve çaresizlikler karşısında güç verir, onların hayata tutunmalarına destek verir, geride kalanlara umut verir. Bu üç temel özellik ele alındığında Konfüçyüsçülük ve kurumsallaşmış Budizm birer din olarak kabul edilebilir. Yine bu üç özelliğe göre bir dinin din olması için içerisinde mündemiş halde bir Tanrı inancı olması şart değildir. Konfüçyüsçülük ve Budizm temelde ateist (Tanrısız) dinlerdendir. Bu dinlere inananlar da eğer dinlerinin gereklerini yerine getiriyorlarsa benim tabirimle "ateist dindar"lardır.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder