Bazen, ortada hiçbir neden
yokken, örneğin çorba dolu bir kaşığa dudağımı büzüp üflerken ya da metro girişinde
tutukluk yapan kartı içindeki ifriti çıkarmak istermişçesine elimde ovup
sallarken, yıllar önce tesadüfen kaderin yollarımızı kesiştirdiği ya da
hasbelkader ortak bir hedef uğruna birlikte mesai harcadığımız eski bir dostun
imgesi düşer aklıma. Düşer diyorum çünkü onu ben çağırmam, ortada nedensellikle,
ilhamla ya da ilahi adaletle izah edilecek bir durum da yoktur. Bir yüz ifadesi,
şaşırtıcı bir kelime ya da ruhun derinliklerinde hissedilen bir utanç
duygusunun yıllarca denizin dibinde bekledikten sonra bir anda suyun üzerine
çıkıp güneşe selam çakması vakasıdır yaşanan. “Acaba şimdi ne yapıyordur?” diye
sorarım kendime. “Nerededir, kimlerledir, mutlu mudur, dertli midir?” Daha bu
sorulara yanıt aramaya başlamamışken, çok daha dikenli bir soru tomurcuklanır
zihnimde. “Acaba onun aklına da ben geliyor muyum böyle arada sırada?” Sonra bu
soru, sanki diğerlerinden daha önemliymiş gibi dallanıp budaklanır, bir
sarmaşık gibi sarar diğerlerini, boğar onları, yaşamalarına izin vermez… “Ne
bileyim işte, ortada hiçbir neden yokken, parkta kuşlara yem atarken ya da
çocuğunu kreşten alırken. Onun aklına da ben geliyor muyum acaba? Birlikte, göksel
bir emri yerine getirir gibi büyük bir ciddiyetle ve azimle icra ettiğimiz bir
eylemi o tek başına ya da hayatına benden sonra girmiş başkalarıyla aynı
ciddiyetle ve azimle gerçekleştiriyor mudur?” Bu soruları sorarım ama sorma ânındaki
eylemin bitişiyle -çorba boğazdan aşağıya inmiştir veya turnike geçmeme izin
vermiştir- saçmanın beni esir almasına engel olamam. Bütün bunları düşündüğüme,
kafamda kurgulayıp anlamlandırdığıma, kendimce sonuçlar çıkarıp bu sonuçların üzerine
fikirler inşa ettiğime göre çok yalnız ve sefil bir hayatım olmalı deyip, içten
içe kendime kızarım. Çünkü benim aklıma düşen bu silüetlerin beni akıllarına
hiç mi hiç getirmediklerine ikna olmuş olurum bu noktada. Aksi halde arada
yazarlardı, hal hatır sorarlardı, “kardeş nasılsın, nerelerdesin, sağlığın
sıhhatin iyi mi?” derlerdi. Demediklerine göre! İyi ama ben de onları arayıp sormuyorum.
Nereden bilecek binlerce kilometre uzakta ve onlarca yıl geçmişte kalmış olan dostun
senin aklından geçenleri? Öyle ya, müneccim değil, falcı hiç değil. Bu durumda,
bağımsız özdekler arasındaki mütekabiliyet ilkesince onların aklına da benim silüetimin
arada sırada düşüyor oluşu sonucu -en azından olasılığı- çıkıyor ortaya.
Aslında onlar da benim gibi düşünüyorlar ama yalnızlıklarını ve sefaletten
doğan gururlarını hem kendilerine hem de bana itiraf etmiş olmamak için
ellerine telefonu alıp bir kere “N’aber, nasılsın?” demiyorlar. Benimle bunca yıl
aradan sonra bile aynı kaderi paylaşıyor olmaları, canlarının sıkılması,
yalnızlıktan dolayı içe doğru büzülerek sönen bir çiçek gibi çökmeleri; tıpkı kaldırımda
yürürken karşıdan gelen dudağı uçuklamış gibi kadın görmüşüm gibi sevindiriyor
beni. Zaaflarımla, eksik ve bozuk
yanlarımla, bedenimin ve ruhumun hastalıklarıyla, uyumsuz ve isyankâr kişiliğimle
bu dünyada yalnız olmadığımı, benim gibi nicesinin benzer sıkıntıları çektiğini
hissediyorum. Hissetmiyorum, buna inanıyorum ve nihayetinde mutlu oluyorum.
Kimi zaman da, bu anlık saadetin getirdiği iyimserlik ve akılsızlıkla, elime
telefonu alıp uzun zamandır halini hatırını sormadığım eski bir dosta “Merhaba,
nasılsın?” diyorum. Arkasından gelen ani pişmanlık, ah yine mağlup oldum
arzularıma, yine kabul ettim içine düştüğüm derin çukurun azametini. Giden
gitti artık, nedamet bir fayda getirmiyor, bilakis yaraya tuz basıyor. İyisi mi
sonuca odaklanayım, zindanın kara duvarlarına değil de delikten içeriye sızan mavi
ışığa odaklanayım, belki karşı taraf her ne kadar bana inkâr edilmeyecek
düzeyde benzese de mutlak anlamda aynadaki aksim değildir umuduna sarılıyorum.
Yanıt hemen gelmiyor, ben geciken yanıtı takmadığım için telefonu döşeğin
altına sıkıştırıp salona geçiyorum. Daha önce izlediğim bir filme ya da daha
önce defalarca okunmuş bir romanın bildik sayfalarına yarım dikkatle dalıyorum.
Orada benden daha çok var olan roman veya film kahramanlarının kurgusal sorunlarıyla
ilgilenirken kısa bir süreliğine de olsa unutuyorum telefonu. Sonra, bulduğum
ilk fırsatta -sayfa sonu, sahne değişimi, tuvalet molası…- yatağa koşup döşeğin
altına sıkışmış olan mesajı okuyorum. Benim mesajımı aldıktan 23 dakika sonra
yanıt yazmış, hah! Tabii ki, sanki benden mesaj bekliyormuş da alır almaz büyük
bir hevesle ve iştahla yanıt yazdı dedirtmemek için mahsus yapıyor bu tehiri.
Evet, evet, kesinlikle budur durumun özeti. Hem ne var bunda darılacak, gocunacak;
ben olsam ben de aynısını yapardım. Hatta ben yanıt bile yazmazdım…İyisi mi öyle yapayım, yanıt vermeyeyim, ne gerek var şimdi güzelim vaktimi boş bir muhabbetle israf etmeye. Yanıt vermeyeyim ki zafer benim olsun, son darbeyi vurup yoluma gitmiş olayım.. Gece yatağa uzanırken başımı muzaffer bir kumandan gibi koyayım yastığa...
11
Eylül 2023 - Shenzhen
* Anı olarak başlayıp kurgu olarak devam eden ve fantezi bir sonla biten eğlendirici bir metin oldu :)
I would answer as an FRQ, but who is really free enough to answer freely?
YanıtlaSil