Bu Blogda Ara

13 Eylül 2023

İnsan Enkazı


Bu sefer tam teşekküllü hazırlıklıyım. Hong Kong’dan Shenzhen’a girerken yaşadığım o gurur incitici muameleye tekrar maruz kalmamak için çalıştığım kurumdan birkaç belge almıştım. Pasaportuma el koyup beni sorgulamak için bir kenara çektiklerinde bu belgeleri çarşaf çarşaf sereceğim önlerine. “Aha” diyeceğim, “çalıştığım okulun adını ve adresini içeren resmî belge, işte çalışma iznimin arkalı önlü fotokopisi, işte ikametgâh adresimi gösteren belgenin noter tasdikli tıpkıbasımı.” Onlar daha bana tek bir soru sormamışken ben onları ciddiyetle nedamet arasında gidip gelen bir kafa karışıklığının ortasına sürükleyeceğim. Pişman olacaklar bana bulaştıklarına. Unutmak kolay mı son gelişimde yaşadıklarımı? Çantamı açmışlar, tek tek tüm eşyalarımı çıkarmışlar, defterlerimi sayfa sayfa didiklemişler, kitaplarıma -tek kelimesini anlamadıkları halde- hastalıklı bir hayvana bakar gibi bakıp, rastgele açtıkları bazı sayfaların fotoğrafını çekmişlerdi. Daha öncekinde -Nanjing’de- ise bunları yaparken bir de yanıma omzu tüfekli genç bir er dikmişlerdi. Dertlerinin ne olduğunu hiçbir zaman anlayamadım, dertlerinin olup olmadığını da bilmiyorum açıkçası, hipotezlerim vardı sadece ve bu hipotezler büyük bir olasılıkla doğruydular. Ama hiçbirini test edecek veriye sahip değildim. O yüzden pek irdelemedim, üzerine gitmedim. Dost meclislerinde sarhoş kafayla hayıflanmak ve birkaç alakasız metnin içine eklektik görüneceklerini bile bile serzenişler eklemek dışında. Hakikaten de mesele bu muameleye neden maruz kaldığım değildi, bunun ne zaman sonlanacağı ya da en azından ne zaman hafifleyeceğiydi. Hong Kong’dan buraya gelirken bana yaşattıklarından sonra bir mesaj göndermiştim ilgili kuruma. 10 yıldır bu ülkede yaşıyorum, bu ülkenin gençlerini yetiştiriyorum; gençliğimi, enerjimi, entelektüel birikimimi bu ülkenin çocukları daha bilgili ve ahlaklı bireyler olsunlar diye harcıyorum. Siz de benim çalışmalarımı takdir etmiş olmalısınız ki 2019’da bana yaşadığım şehrin fahri vatandaşlığı unvanını verdiniz. Buna rağmen ülkeye her girişimde beni en az 1 saat bekletiyorsunuz. Ortada hiçbir neden yokken, vizem ve çalışma iznim tamken beni oyalıyorsunuz, birlikte seyahat ettiğim arkadaşlarıma mahcup olmama sebep oluyorsunuz…” gibisinden kısa ve öz bir şikâyet yazmıştım. Görmezden gelmeyip yanıt vermişlerdi. Neymiş efendim, bu sıradan bir prosedürmüş, her yabancının başına gelebilirmiş, rastgele seçiyorlarmış yolcuları, bana özel bir uygulama yokmuş, -istatistik öğretiyorum ben, kanar mıyım bu yalana!-, çok da kafaya takmamalıymışım. Ayrıca kamera kayıtlarına göre sadece 37 dakika kalmışım sorgu odasında… Sorgu odasına girmeden önce ve sorgu odasından çıktıktan sonra beklediğim süreyi saymıyorlar tabii. En az bir o kadar da dışarıda… Neyse ya! Oturup bir daha yanıt yazmadım bu resmi kuruma. İkinci bir iletiye yanıt vermeyeceklerini, verirlerse de bunun ilki gibi nezaket evreninin sınırları içinde kalmayacağını düşündüğüm için sanırım. İlkine yanıt vermeleri beni yeteri kadar şaşırtmıştı zaten. Ben resmi kurum olsam kılımı kıpırdatmazdım. İşte bu yüzden, şikâyet etme hakkımın sonuna geldiğimi düşündüğüm için, bu sefer hazırlıklıydım. Yüzlerine çarpacaktım elimdeki belgeleri, kafalarından aşağıya boca edecektim bu kâğıtları, sıkıysa bekletsinler, sıkıysa açsınlar çantamı, sıkıysa dokunsunlar çamaşırlarıma ve kitaplarıma… El mi yaman, bey mi yaman, göreceğiz!

Uçaktan inince önce tuvalete girdim. Çok da ihtiyacım yoktu aslında ama demek ki bilincimin inandığı şeye beynim inanmıyordu. Alttan alta “Ne olur ne olmaz Veli Hocam, sen yine tedbirini al. Bakarsın yine sorgu odasında, yanında getirdiğin kitapların hepsinin tüm sayfalarının fotoğraflarını tek tek çekene kadar bekletirler.” diye fısıldayan beynim. Sabahın erken saatleri olduğu için havaalanı pek kalabalık değil. Sınır polisiyle aramda iki yolcu var. İkisi de benimle aynı uçuştan. Onlar çabucak geçiyorlar. Ben bu arada sırt çantamı elime alıp, belgelerimi çıkarıyorum. Büyük an geldi çattı. Birazdan benim TC pasaportumu görecek, önündeki elektronik cihaza pasaportun kimlik kısmını okutacak, sonra veresiye defterine bakan bakkal gibi sayfalara üstün körü bakacak, oturma iznimin olduğu sayfayı parmaklarıyla yoklayacak, önceki ve sonraki sayfaları tekrar gözden geçirecek. Yanlış bir şey olmadığını anlayınca ikinci sefer pasaportun tüm sayfalarını -bu defa para sayan Kayserili bir tüccar gibi- tekrar tarayacak, bilgisayara tekrar okutacak, ekranda bir şeylere bakacak. Eeee, her şey hâlâ yolunda. Hiçbir sıkıntı yok. Pasaportu tekrar eline alacak, sayfalarına tekrar, bu sefer pul koleksiyonuna bakar gibi bakacak ve nihayetinde tüm bu işlemlerden sonra beyaz eldivenli eliyle yanındaki telefona uzanıp arkasındaki kulübede konuşlanmış olan âmirini arayacak. Oysa baştan belliydi âmirini arayacağı, kime ne caka satıyor anlaşılmaz ki! Ben orada 10-15 dakika bekleyeceğim. Ne bana bir soru soracaklar ne de benim sorduğum sorulara yanıt verecekler. Benim sorduğum her soruya “Sabırlı olun” diyecek pek vakur memur bey. Arkamda sıra olmuş olan yolcular bir süre sonra bıkıp başka sıralara geçecekler. Ardından da beni sorgu odasına alacaklar…

Öyle olacağından artık adımın Veli olması kadar eminim. Gerçek, sen ona ne kadar sırtını dönersen dön acı yüzünü sakınmıyor insandan. Ağrıyan diş sen onu ihmal edince kendi kendine iyileşmiyor maalesef, en iyi olasılıkla tehir ediyor ağrıyı. İltihap kapan yara mikrop öldürücü ilaçlar kullanmadan iyileşmiyor. Kangren eninde sonunda, sen onun varlığını inkâr etsen bile gelip buluyor zayıflayan bedenini. Bu düşüncelerle avuç içlerimin terlediğini duyumsuyorum. “Eyvah” diyorum, “Anlayacak benim ondan bir şey sakladığımı!” Hoş, gerçi ne sakladığımı ben de bilmiyorum! Yazarım ben, kimden ne sakladığımı bilsem yazar olabilir miydim hiç? Saklayacak bir şeyim olmazsa hikâye yazarı değil tarih yazarı olurdum. Öyle değil mi? Pasaportumu uzatıyorum. Genç polis memuru bir eliyle pasaportumu alıp diğer eliyle bilgisayarın tuşlarına dokunuyor. Dikkatle bana bakıyor, gözlüğünün camından yansıyan ışıkta üç bin küsur yıllık Çin tarihini görüyorum. “Yaşamın ilk çabası kabuk oluşturmaktır.” Kim demişti bunu? Bachelard mı? Oysa ben Qin Shi Huang Di’den beklerdim bu lafı. Medeniyetin temelleri seddi örmek ve kitapları yakmakla başlıyor. Üç bin küsur yıllık -kimilerine göre beş bin ama kimse bu fazladan eklenen bin küsur yılın nereden geldiğini açıklamıyor!- medeniyetin kesintisiz bir şekilde süregelmesinin sırrı bu işte. Felaketler kapıya dayanmadan tedbirini al, güvenliği her zaman için en yüksek seviyede tut, duvarları yükselt ki dışarıdakiler giremesin, kitapları yak ki geçmiş hatırlanmasın, ve kim ne derse desin şu gerçeği asla unutma: karnı aç özgürler karnı tok kölelerden daha tehlikelidir.

Evet, gözlüğün lensine vurup yedi renk halinde havaalanına dağılan ışık hüzmelerinde görebiliyorum tüm bunları. Polis memuru pasaportu bir kere daha elinde evirip çevirdikten sonra oturma iznimin olduğu sayfayı açıyor, bir pasaporta bir ekrana bir de bana bakıyor. “Shenzhen’da ne iş yapıyorsunuz?” diye soruyor bozuk bir İngilizceyle. Şaşkınlığımı saklayarak “Öğretmenim ben” diyorum. Neredeyse ömrümde ilk defa kekeleyeceğim… Memurun benim yanıtımda bir bit yeniği aramamasından cesaretlenip devam ediyorum. “Shuxue Laoshi”. Oysa hiç gerek yoktu böylesi bir şımarıklığa. Güzel bir kadın karşısında çenesini tutamayan ben, onu nasıl bıktırıyorsam bu memuru da… Şimdi hapı yuttum. Çince konuştuğuna göre sen Xing Jiang’lısın diyecek, pasaportun sahte diyecek ve beni sorgu odasına yollayacak. Yok, öyle olmuyor. Polis memuru benim Çinceyle verdiğim azılı mücadeleye gülümsemekle yetiniyor ve pasaportu rakibini yere çalan bir güreşçi gibi sırt üstü yatırıp uygun bir yere mührü basıyor. O mührü basıyor, benim ayaklarım yerden kesiliyor, kulaklarıma bir serinlik geliyor, ellerim boşalıyor. Elimdeki belgeler elimde ufalıp kar gibi yağacaklar neredeyse. Ne oldu şimdi? Bir oyun mu bu? Dalga mı geçiyorlar benle? Onlar dalga geçiyor mu bilemem ama havaalanının tavanındaki binlerce ışık kaynağının yerdeki yansımaları kumsaldaki yıldızlar gibi ayaklarıma dolanıyorlar, düşeceğim az kaldı, toparlıyorum kendimi ama başım dönüyor. Birazdan, ilerideki yürüyen merdivenlere varmadan beni durdurup, “Bir yanlışlık oldu beyefendi, bakar mısınız? Buraya geri döner misiniz?” diyecekler sanırım. Ben durmayınca başka polisleri salacaklar peşime, sonra yine yanağında tüy bitmemiş omzu tüfekli o askeri. Ne olur ne olmaz deyip hızlı adımlarla yürüyen merdivenlere ulaşıyorum, sonra da atıyorum kendimi merdivenlerin iki üç basamak aşağısına. Bundan sonra birileri fırça yiyecekse herhalde bu polis memuru olur, ben değil. Birazdan âmiri gelir, “O Türk öğretmeni niye öyle kolay geçirdin bakayım?” diye azarlar gencecik memuru. Açıkçası biraz üzülüyorum bu memur için. Benim yüzümden belki maaşı kesilecek, rütbesi tenzil edilecek ya da Himalayalar’daki Hindistan sınırına gönderilip sınırı beklemekle görevlendirilmiş kazlara bakıcılık yapacak. İyisi mi ben bir an önce bavulumu kapıp terk edeyim havaalanını…

Bavulu alana kadar aklım hâlâ bir yanlışlık olduğunda. İkide bir çaktırmamaya çalışarak merdivenlerin başına bakıyorum. Üniformalı birini görünce kalbim bir tık geç atıyor. Gözlerim bir merdivenlerde bir bavulları taşıyan kayışta. Neyse ki çok gecikmiyor bavulum, hiç açılmamış, içi kurcalanmamış. Aklımı yitirmeden havaalanından çıkıyorum. Bulduğum ilk arabaya binip adresi söylüyorum. Artık isteseler de bulamazlar beni. Onların kullanmamı istediği Didi programını kullanmadım. Ne hangi arabaya bindiğimi biliyorlar, ne de nereye gittiğimi. İstersem eve gitmeyebilirim. Nerede kalabilirim? Otelde kalamayacağıma göre bir arkadaşın evinde. Eeee, hiç arkadaşım yok ki benim. Neden yok acaba? Başka bir günün konusu bu. Arkadaşa ihtiyacım olmadığı içindir. O zaman bir köprü altına gider kalırım. Bir belgeselde görmüştüm. Shenzhen’a çalışmaya gelip kumarda tüm birikimlerini kaybeden pek çok eski işçi şimdilerde köprü altlarında yaşıyormuş. Ben de onlara katılırım. Peki ya sonra?!! Neler saçmalıyorum ben ya! Aklıma Durrell'ın Justine'de yazdığı cümle geliyor. "Yürminci yüzyılın sanatçıları kendilerine mutsuzluklar yaratma konusunda pek marifetlidir." Bu minvalde bir şeyler. Mutlu olsana be adam, hiçbir sıkıntı çekmeden sınırı geçtin. Daha neyin hesabını yapıyorsun? 

Gidiyorum işte, şoföre adresi söyledim, o da adresi telefonuna yazdı. Bundan sonra caymak yok. En güzeli şimdi rahatlayayım, eve varınca yapacaklarımı düşüneyim. Sıcak bir banyo, sonrasında kısa ama derin bir öğlen uykusu, ardından balkonda bol köpüklü bir Türk kahvesi… Ohhh, keyif bende. Neden boğuyorum kendimi bunca hafakanın içinde anlamış değilim. Bu kadar pimpirikli, bu kadar kuruntulu olmak zorunda mıyım? Gözlerim bir açılıp bir kapanıyor. Trafik de aynı gözlerim gibi. Kavşağın öteki ucunda yanıp sönen soluk lambalara bakarken arabanın camına düşen damlaları fark ediyorum. Ne de olsa yağmur mevsimindeyiz. Ekim ayına kadar sürer bu ani baskınlar. Damlaları sayıyorum önce, bir, iki, üç,… Sonra tüm cam kaplanıyor suyun bulanıklaştırdığı görüntülerle. Kaldırımlarda koşuşturan insanlar, kornaya yüklenen şoförler, her bulduğu aralıktan sızmaya çalışan mobiletler, yola devam mı edeyim yoksa bir köşede bekleyeyim mi diye düşünen kararsız bisiklet sürücüleri... Hakikaten de Çin’deyim artık. Şakası yok bu işin. Tamam, her şey iyi güzel de bu adamlar neden beni sorgu odasına almadılar? Ne değişti? Ben mi onlar mı? Üç bin yıllık kadim Çin medeniyeti değişmeyeceğine göre… Sorunun yanıtı bekledikçe daha da korkutucu hale geliyor. Büyüyor, kararıyor, isli bir duman gibi kaplıyor gözümün gördüğü her yeri. Gerçekten de ne oldu da sorguya çekmediler beni? Yoksa, yoksa, yoksa onlar da mı ümidi kestiler benden?

Bu düşünce kızgın bir tel gibi geçiyor içimden. Hadi ben ümidi kestim kendimden. Havluyu attım ringin ortasına. Yazıdan, düşünceden ve bu ikisinin birlikteliğinden doğan ne varsa hepsinden uzakta kalmaya ant içtim. Onlara ne oluyor? Onlar da mı aynı karara vardılar on senelik mücadelenin sonunda? Bu adamın bir bok yiyeceği yok dediler herhalde. Ne yazarlığından, ne öğretmenliğinden ne de sosyal hayatından dişe dokunur bir halt çıkacağı var. Çıkmaz sokaklarda kendi kendine oyalanan bir zavallı, çölde yolunu yitirmiş bir meczup, geçmişten yakasını kurtaramamış bir hayalperest dediler herhalde. Attığım her adımı takip eden hafiyeler, yazdığım ve okuduğum her mesajı gözden geçiren internet ajanları, evime gelip ilk iş olarak kitapların fotoğrafını çeken gazeteci kılıklı devlet görevlileri… Demek benden yana umudunuzu yitirdiniz. Amerikalı ya da İngiliz sarhoşlarla aynı kategoriye koymaya başladınız. İşte şimdi kalbimi kırdınız. Ne eksiğimi gördünüz de bir anda böyle yüz üstü bıraktınız beni? Neyi farklı yaptım. Tamam, son birkaç aydır doğru dürüst bir şeyler kaleme almadım ama aile durumları, okul işleri, siz de bilirsiniz işte. Ne yapayım? Gençken uzak kalmak için kırk takla attığın insanlara, yaş ilerleyince yanaşmak zorunda kalıyorsun. Ana baba yaşlandı, ihtiyaçları arttı. İşler desen, benden iyi biliyor olmalısınız durumumu. Açın bir bakın takvimimi. Başımı kaşıyacak vaktim olmuyor okulda. Buna rağmen, yani benim içinde bulunduğum meşgalelerden haberdar olduğunuz halde, hiçbir şey bilmiyormuş gibi davranıp, bana sırtını dönmeniz çok canımı sıktı doğrusu. Oysa sizden daha teşvik edici olmanızı, halden anlayan tavırlarla destek çıkmanızı beklerdim. Hayır, bu kadar kolay mı bu işler? Ben bıraksam bile yazı beni bırakmaz ki? Onu bıraksam yerini neyle dolduracağım. Yogaya mı başlayayım bu yaştan sonra? Güldürmeyin beni Allah aşkına! Millet ne der sonra? Edebiyatta aradığını bulamayan Veli Hoca yeni uğraşısıyla göz doldurdu. Veli Yogi adını verdiği Instagram hesabından takipçilerine el salladı…

Yağmur durmuş. Ben, korkudan kaynaklanan kocaman bir damlayı gözlerimde tutmaya çalışarak dışarıyı izlemeye devam ediyorum. Düşündükçe sinirim tepeme daha çok çıkıyor. Hayır size ne oluyor ki? Ben daha kendi kararımı verememişken, bataklığa batmamak için tutunacak dal ararken, güçlü kalmak için yeni bahaneler üretirken, kıçıma tekme vurmak da nesi? Yakışıyor mu size? Sizin gibi sanatı ve sanatçıyı desteklemekle yükümlü sosyalist bir cumhuriyete. Yazardır, arada yeise kapılır, arada varoluşsal krizlere girer, arada şımarıp kendine yeni arayışlar bulur. Azıcık anlayışlı olalım, azıcık müsamahalı olalım, yolunu bulmasına izin verelim, mutlaka eninde sonunda edebiyatın bağrına geri dönecektir diyemediniz mi? Bunu demek yerine, madem sen vaz geçiyorsun, madem edebiyattan yana bir gelecek görmüyorsun kendinde, madem kabiliyetlerinin seni getireceği son noktayı bile tükettiğini düşünüyorsun, madem bunca yıllık yazı serüvenini boşa harcanmış bir ömür olarak görme teamülü gösteriyorsun; iyisi mi biz de sana yardımcı olalım, hayatını kolaylaştıralım. Böyle demiş olmalılar, başka ne olabilir ki? Bir tek soru sorup, ardından ülkeye girmeme izin verdiklerine göre! Benden bir halt olmayacağına karar vermiş olmalılar. Ne geçmişte, ne şimdi ne de gelecekte… Kaldık mı ortada şimdi sahipsiz!

Ben de zannediyordum ki ben vaz geçmeye çalışsam bile etrafımdakiler bırakmaz, benim vaz geçtiğime inanmaz. Ben onları ikna etmeye çalışırım. Bu benim kararımdır, saygı duymanızı beklerim derim. Bilakis, işler bir anda tersine döndü. İyisi mi eve gider gitmez, banyoya bile girmeden hemen bilgisayarımı açayım. Uzun bir ileti göndereyim bana 37 dakika muhabbeti çeken adamlara. Bende daha iş vardır diyeyim, daha çok yazacağım, çok konuşacağım, çok dertleneceğim diyeyim. Siz isteseniz de istemeseniz de -hatta en çok da siz istemediğiniz için- yazıya, hikâyelere geri dönüyorum haberiniz olsun diyeyim. Tüm sınır polislerine haber verin, hatta askerlere ve casuslara da. Tetikte olsunlar, teyakkuzda kalsınlar, gözlerini açsınlar. Veli Hoca, Veli Yogi olmaya o kadar da gönüllü değil. Yazmaya, düşünmeye devam edecekmiş. Umutlanmıştınız değil mi? Ha ha! Ne kadar da mutluydunuz! Yok öyle dava, kolay kolay kurtaramayacaksınız benden yakanızı. Var olduğum sürece, nefes alıp verdiğim sürece yazmaya devam edeceğim, hikâyeler yaratıp karşınıza dikileceğim. Evet, aynen böyle diyeceğim bana 37 dakika muhabbeti yapan memura. Bundan sonrasını varsın onlar düşünsün. Kolay mı öyle benden kurtulmak, bir kenara atıp üzerime ölü toprağı serpmek. Bak işte, küllerimden doğdum. Yıkılmadım, yıkılmayacağım. Size inat, sırf siz istemediğiniz için yazacağım. Sırf sizin gibiler rahat etmesinler diye. Değil 37 dakika, 37 saat bekletseniz de umurumda değil artık…

                                                                          13-14 Eylül 2023

* Yine anı olarak başlayıp sonrasında kurguya saran fantastik bir metin oldu 😊

     

 

2 yorum:

  1. Adsız3:08 ÖS

    "Could I be a writer if I knew what I was hiding from whom? Never!"

    YanıtlaSil
  2. Adsız7:19 ÖÖ

    Not that simple however, having things to say but not being able to say them is one of the essential characteristics of writers. The unspoken words (feelings) eventually break apart, go their own ways and create new forms, same as the way diamonds are formed under huge pressure of earth’s cluster and enormous amount of time.

    YanıtlaSil