Uçaktan inince önce
tuvalete girdim. Çok da ihtiyacım yoktu aslında ama demek ki bilincimin
inandığı şeye beynim inanmıyordu. Alttan alta “Ne olur ne olmaz Veli Hocam, sen
yine tedbirini al. Bakarsın yine sorgu odasında, yanında getirdiğin kitapların
hepsinin tüm sayfalarının fotoğraflarını tek tek çekene kadar bekletirler.” diye
fısıldayan beynim. Sabahın erken saatleri olduğu için havaalanı pek kalabalık
değil. Sınır polisiyle aramda iki yolcu var. İkisi de benimle aynı uçuştan.
Onlar çabucak geçiyorlar. Ben bu arada sırt çantamı elime alıp, belgelerimi çıkarıyorum. Büyük an geldi çattı. Birazdan benim TC pasaportumu görecek,
önündeki elektronik cihaza pasaportun kimlik kısmını okutacak, sonra veresiye defterine bakan bakkal gibi sayfalara üstün körü bakacak, oturma iznimin olduğu sayfayı parmaklarıyla yoklayacak, önceki ve
sonraki sayfaları tekrar gözden geçirecek. Yanlış bir şey olmadığını anlayınca ikinci sefer pasaportun tüm sayfalarını -bu defa para
sayan Kayserili bir tüccar gibi- tekrar tarayacak, bilgisayara tekrar okutacak,
ekranda bir şeylere bakacak. Eeee, her şey hâlâ yolunda. Hiçbir sıkıntı yok. Pasaportu tekrar eline alacak, sayfalarına tekrar, bu sefer pul koleksiyonuna bakar
gibi bakacak ve nihayetinde tüm bu işlemlerden sonra beyaz eldivenli
eliyle yanındaki telefona uzanıp arkasındaki kulübede konuşlanmış olan âmirini
arayacak. Oysa baştan belliydi âmirini arayacağı, kime ne caka satıyor anlaşılmaz
ki! Ben orada 10-15 dakika bekleyeceğim. Ne bana bir soru soracaklar ne de
benim sorduğum sorulara yanıt verecekler. Benim sorduğum her soruya “Sabırlı
olun” diyecek pek vakur memur bey. Arkamda sıra olmuş olan yolcular bir süre
sonra bıkıp başka sıralara geçecekler. Ardından da beni sorgu odasına
alacaklar…
Öyle olacağından artık
adımın Veli olması kadar eminim. Gerçek, sen ona ne kadar sırtını dönersen dön
acı yüzünü sakınmıyor insandan. Ağrıyan diş sen onu ihmal edince kendi kendine
iyileşmiyor maalesef, en iyi olasılıkla tehir ediyor ağrıyı. İltihap kapan yara
mikrop öldürücü ilaçlar kullanmadan iyileşmiyor. Kangren eninde sonunda, sen
onun varlığını inkâr etsen bile gelip buluyor zayıflayan bedenini. Bu
düşüncelerle avuç içlerimin terlediğini duyumsuyorum. “Eyvah” diyorum,
“Anlayacak benim ondan bir şey sakladığımı!” Hoş, gerçi ne sakladığımı ben de
bilmiyorum! Yazarım ben, kimden ne sakladığımı bilsem yazar olabilir miydim
hiç? Saklayacak bir şeyim olmazsa hikâye yazarı değil tarih yazarı olurdum. Öyle değil mi? Pasaportumu
uzatıyorum. Genç polis memuru bir eliyle pasaportumu alıp diğer eliyle
bilgisayarın tuşlarına dokunuyor. Dikkatle bana bakıyor, gözlüğünün camından
yansıyan ışıkta üç bin küsur yıllık Çin tarihini görüyorum. “Yaşamın ilk çabası
kabuk oluşturmaktır.” Kim demişti bunu? Bachelard mı? Oysa ben Qin Shi Huang
Di’den beklerdim bu lafı. Medeniyetin temelleri seddi örmek ve kitapları
yakmakla başlıyor. Üç bin küsur yıllık -kimilerine göre beş bin ama kimse bu
fazladan eklenen bin küsur yılın nereden geldiğini açıklamıyor!- medeniyetin kesintisiz
bir şekilde süregelmesinin sırrı bu işte. Felaketler kapıya dayanmadan
tedbirini al, güvenliği her zaman için en yüksek seviyede tut, duvarları yükselt ki dışarıdakiler giremesin, kitapları yak ki geçmiş hatırlanmasın, ve kim ne derse
desin şu gerçeği asla unutma: karnı aç özgürler karnı tok kölelerden daha
tehlikelidir.
Evet, gözlüğün lensine
vurup yedi renk halinde havaalanına dağılan ışık hüzmelerinde görebiliyorum tüm
bunları. Polis memuru pasaportu bir kere daha elinde evirip çevirdikten sonra
oturma iznimin olduğu sayfayı açıyor, bir pasaporta bir ekrana bir de bana
bakıyor. “Shenzhen’da ne iş yapıyorsunuz?” diye soruyor bozuk bir İngilizceyle.
Şaşkınlığımı saklayarak “Öğretmenim ben” diyorum. Neredeyse ömrümde ilk defa
kekeleyeceğim… Memurun benim yanıtımda bir bit yeniği aramamasından
cesaretlenip devam ediyorum. “Shuxue Laoshi”. Oysa hiç gerek yoktu böylesi bir
şımarıklığa. Güzel bir kadın karşısında çenesini tutamayan ben, onu nasıl
bıktırıyorsam bu memuru da… Şimdi hapı yuttum. Çince konuştuğuna göre sen Xing
Jiang’lısın diyecek, pasaportun sahte diyecek ve beni sorgu odasına yollayacak.
Yok, öyle olmuyor. Polis memuru benim Çinceyle verdiğim azılı mücadeleye gülümsemekle
yetiniyor ve pasaportu rakibini yere çalan bir güreşçi gibi sırt üstü yatırıp uygun
bir yere mührü basıyor. O mührü basıyor, benim ayaklarım yerden kesiliyor, kulaklarıma
bir serinlik geliyor, ellerim boşalıyor. Elimdeki belgeler elimde ufalıp kar
gibi yağacaklar neredeyse. Ne oldu şimdi? Bir oyun mu bu? Dalga mı
geçiyorlar benle? Onlar dalga geçiyor mu bilemem ama havaalanının tavanındaki
binlerce ışık kaynağının yerdeki yansımaları kumsaldaki yıldızlar gibi
ayaklarıma dolanıyorlar, düşeceğim az kaldı, toparlıyorum kendimi ama başım dönüyor. Birazdan,
ilerideki yürüyen merdivenlere varmadan beni durdurup, “Bir yanlışlık oldu
beyefendi, bakar mısınız? Buraya geri döner misiniz?” diyecekler sanırım. Ben
durmayınca başka polisleri salacaklar peşime, sonra yine yanağında tüy bitmemiş
omzu tüfekli o askeri. Ne olur ne olmaz deyip hızlı adımlarla yürüyen
merdivenlere ulaşıyorum, sonra da atıyorum kendimi merdivenlerin iki üç basamak
aşağısına. Bundan sonra birileri fırça yiyecekse herhalde bu polis memuru olur,
ben değil. Birazdan âmiri gelir, “O Türk öğretmeni niye öyle kolay geçirdin
bakayım?” diye azarlar gencecik memuru. Açıkçası biraz üzülüyorum bu memur
için. Benim yüzümden belki maaşı kesilecek, rütbesi tenzil edilecek ya da
Himalayalar’daki Hindistan sınırına gönderilip sınırı beklemekle
görevlendirilmiş kazlara bakıcılık yapacak. İyisi mi ben bir an önce bavulumu
kapıp terk edeyim havaalanını…
Bavulu alana kadar aklım hâlâ bir yanlışlık olduğunda. İkide bir çaktırmamaya çalışarak merdivenlerin başına bakıyorum. Üniformalı birini görünce kalbim bir tık geç atıyor. Gözlerim bir merdivenlerde bir bavulları taşıyan kayışta. Neyse ki çok gecikmiyor bavulum, hiç açılmamış, içi kurcalanmamış. Aklımı yitirmeden havaalanından çıkıyorum. Bulduğum ilk arabaya binip adresi söylüyorum. Artık isteseler de bulamazlar beni. Onların kullanmamı istediği Didi programını kullanmadım. Ne hangi arabaya bindiğimi biliyorlar, ne de nereye gittiğimi. İstersem eve gitmeyebilirim. Nerede kalabilirim? Otelde kalamayacağıma göre bir arkadaşın evinde. Eeee, hiç arkadaşım yok ki benim. Neden yok acaba? Başka bir günün konusu bu. Arkadaşa ihtiyacım olmadığı içindir. O zaman bir köprü altına gider kalırım. Bir belgeselde görmüştüm. Shenzhen’a çalışmaya gelip kumarda tüm birikimlerini kaybeden pek çok eski işçi şimdilerde köprü altlarında yaşıyormuş. Ben de onlara katılırım. Peki ya sonra?!! Neler saçmalıyorum ben ya! Aklıma Durrell'ın Justine'de yazdığı cümle geliyor. "Yürminci yüzyılın sanatçıları kendilerine mutsuzluklar yaratma konusunda pek marifetlidir." Bu minvalde bir şeyler. Mutlu olsana be adam, hiçbir sıkıntı çekmeden sınırı geçtin. Daha neyin hesabını yapıyorsun?
Gidiyorum işte, şoföre adresi söyledim, o da adresi
telefonuna yazdı. Bundan sonra caymak yok. En güzeli şimdi rahatlayayım, eve
varınca yapacaklarımı düşüneyim. Sıcak bir banyo, sonrasında kısa ama derin bir
öğlen uykusu, ardından balkonda bol köpüklü bir Türk kahvesi… Ohhh, keyif bende. Neden boğuyorum
kendimi bunca hafakanın içinde anlamış değilim. Bu kadar pimpirikli, bu kadar
kuruntulu olmak zorunda mıyım? Gözlerim bir açılıp bir kapanıyor. Trafik de
aynı gözlerim gibi. Kavşağın öteki ucunda yanıp sönen soluk lambalara bakarken
arabanın camına düşen damlaları fark ediyorum. Ne de olsa yağmur mevsimindeyiz.
Ekim ayına kadar sürer bu ani baskınlar. Damlaları sayıyorum önce, bir, iki,
üç,… Sonra tüm cam kaplanıyor suyun bulanıklaştırdığı görüntülerle.
Kaldırımlarda koşuşturan insanlar, kornaya yüklenen şoförler, her bulduğu aralıktan
sızmaya çalışan mobiletler, yola devam mı edeyim yoksa bir köşede bekleyeyim mi
diye düşünen kararsız bisiklet sürücüleri... Hakikaten de Çin’deyim artık.
Şakası yok bu işin. Tamam, her şey iyi güzel de bu adamlar neden beni sorgu
odasına almadılar? Ne değişti? Ben mi onlar mı? Üç bin yıllık kadim Çin medeniyeti
değişmeyeceğine göre… Sorunun yanıtı bekledikçe daha da korkutucu hale geliyor. Büyüyor, kararıyor, isli bir duman gibi kaplıyor gözümün gördüğü her yeri. Gerçekten de ne oldu da sorguya çekmediler beni? Yoksa, yoksa, yoksa onlar da
mı ümidi kestiler benden?
Bu düşünce kızgın bir tel
gibi geçiyor içimden. Hadi ben ümidi kestim kendimden. Havluyu attım ringin
ortasına. Yazıdan, düşünceden ve bu ikisinin birlikteliğinden doğan ne varsa
hepsinden uzakta kalmaya ant içtim. Onlara ne oluyor? Onlar da mı aynı karara
vardılar on senelik mücadelenin sonunda? Bu adamın bir bok yiyeceği yok dediler
herhalde. Ne yazarlığından, ne öğretmenliğinden ne de sosyal hayatından dişe
dokunur bir halt çıkacağı var. Çıkmaz sokaklarda kendi kendine oyalanan bir
zavallı, çölde yolunu yitirmiş bir meczup, geçmişten yakasını kurtaramamış bir hayalperest
dediler herhalde. Attığım her adımı takip eden hafiyeler, yazdığım ve okuduğum her
mesajı gözden geçiren internet ajanları, evime gelip ilk iş olarak kitapların fotoğrafını
çeken gazeteci kılıklı devlet görevlileri… Demek benden yana umudunuzu yitirdiniz.
Amerikalı ya da İngiliz sarhoşlarla aynı kategoriye koymaya başladınız. İşte
şimdi kalbimi kırdınız. Ne eksiğimi gördünüz de bir anda böyle yüz üstü
bıraktınız beni? Neyi farklı yaptım. Tamam, son birkaç aydır doğru dürüst bir
şeyler kaleme almadım ama aile durumları, okul işleri, siz de bilirsiniz işte. Ne
yapayım? Gençken uzak kalmak için kırk takla attığın insanlara, yaş ilerleyince
yanaşmak zorunda kalıyorsun. Ana baba yaşlandı, ihtiyaçları arttı. İşler desen,
benden iyi biliyor olmalısınız durumumu. Açın bir bakın takvimimi. Başımı
kaşıyacak vaktim olmuyor okulda. Buna rağmen, yani benim içinde bulunduğum meşgalelerden
haberdar olduğunuz halde, hiçbir şey bilmiyormuş gibi davranıp, bana sırtını
dönmeniz çok canımı sıktı doğrusu. Oysa sizden daha teşvik edici olmanızı,
halden anlayan tavırlarla destek çıkmanızı beklerdim. Hayır, bu kadar kolay mı
bu işler? Ben bıraksam bile yazı beni bırakmaz ki? Onu bıraksam yerini neyle
dolduracağım. Yogaya mı başlayayım bu yaştan sonra? Güldürmeyin beni Allah aşkına!
Millet ne der sonra? Edebiyatta aradığını bulamayan Veli Hoca yeni uğraşısıyla
göz doldurdu. Veli Yogi adını verdiği Instagram hesabından takipçilerine el
salladı…
Yağmur durmuş. Ben, korkudan kaynaklanan kocaman bir damlayı gözlerimde tutmaya çalışarak dışarıyı
izlemeye devam ediyorum. Düşündükçe sinirim tepeme daha çok çıkıyor. Hayır size
ne oluyor ki? Ben daha kendi kararımı verememişken, bataklığa batmamak için
tutunacak dal ararken, güçlü kalmak için yeni bahaneler üretirken, kıçıma tekme
vurmak da nesi? Yakışıyor mu size? Sizin gibi sanatı ve sanatçıyı desteklemekle
yükümlü sosyalist bir cumhuriyete. Yazardır, arada yeise kapılır, arada
varoluşsal krizlere girer, arada şımarıp kendine yeni arayışlar bulur. Azıcık
anlayışlı olalım, azıcık müsamahalı olalım, yolunu bulmasına izin verelim,
mutlaka eninde sonunda edebiyatın bağrına geri dönecektir diyemediniz mi? Bunu demek
yerine, madem sen vaz geçiyorsun, madem edebiyattan yana bir gelecek görmüyorsun
kendinde, madem kabiliyetlerinin seni getireceği son noktayı bile tükettiğini
düşünüyorsun, madem bunca yıllık yazı serüvenini boşa harcanmış bir ömür olarak
görme teamülü gösteriyorsun; iyisi mi biz de sana yardımcı olalım, hayatını
kolaylaştıralım. Böyle demiş olmalılar, başka ne olabilir ki? Bir tek soru
sorup, ardından ülkeye girmeme izin verdiklerine göre! Benden bir halt
olmayacağına karar vermiş olmalılar. Ne geçmişte, ne şimdi ne de gelecekte…
Kaldık mı ortada şimdi sahipsiz!
Ben de zannediyordum ki
ben vaz geçmeye çalışsam bile etrafımdakiler bırakmaz, benim vaz geçtiğime
inanmaz. Ben onları ikna etmeye çalışırım. Bu benim kararımdır, saygı duymanızı
beklerim derim. Bilakis, işler bir anda tersine döndü. İyisi mi eve gider
gitmez, banyoya bile girmeden hemen bilgisayarımı açayım. Uzun bir ileti
göndereyim bana 37 dakika muhabbeti çeken adamlara. Bende daha iş vardır
diyeyim, daha çok yazacağım, çok konuşacağım, çok dertleneceğim diyeyim. Siz
isteseniz de istemeseniz de -hatta en çok da siz istemediğiniz için- yazıya,
hikâyelere geri dönüyorum haberiniz olsun diyeyim. Tüm sınır polislerine haber
verin, hatta askerlere ve casuslara da. Tetikte olsunlar, teyakkuzda kalsınlar, gözlerini açsınlar.
Veli Hoca, Veli Yogi olmaya o kadar da gönüllü değil. Yazmaya, düşünmeye devam
edecekmiş. Umutlanmıştınız değil mi? Ha ha! Ne kadar da mutluydunuz! Yok öyle dava,
kolay kolay kurtaramayacaksınız benden yakanızı. Var olduğum sürece, nefes alıp
verdiğim sürece yazmaya devam edeceğim, hikâyeler yaratıp karşınıza
dikileceğim. Evet, aynen böyle diyeceğim bana 37 dakika muhabbeti yapan memura.
Bundan sonrasını varsın onlar düşünsün. Kolay mı öyle benden kurtulmak, bir kenara
atıp üzerime ölü toprağı serpmek. Bak işte, küllerimden doğdum. Yıkılmadım, yıkılmayacağım.
Size inat, sırf siz istemediğiniz için yazacağım. Sırf sizin gibiler rahat
etmesinler diye. Değil 37 dakika, 37 saat bekletseniz de umurumda değil artık…
13-14
Eylül 2023
* Yine anı olarak
başlayıp sonrasında kurguya saran fantastik bir metin oldu 😊
"Could I be a writer if I knew what I was hiding from whom? Never!"
YanıtlaSilNot that simple however, having things to say but not being able to say them is one of the essential characteristics of writers. The unspoken words (feelings) eventually break apart, go their own ways and create new forms, same as the way diamonds are formed under huge pressure of earth’s cluster and enormous amount of time.
YanıtlaSil