Çalıştığım okulda öğrenciler tarafından çıkarılan mevsimlik dergiye verdiğim söyleşi. Aşkı, edebiyatı, felsefeyi, hayatın anlamını, kısacası bir lise öğrencinin radarına takılan hemen her şeyi konuştuk... Oturup yazmadığım için tekrarlar bol, klişe cümleler de. Olsun, şu baki kubbede hoş bir sada bırakabilirsek ne mutlu bize...
Bu Blogda Ara
14 Aralık 2023
10 Aralık 2023
Room 518*
* Bu yıl bana denk gelen sınıfın camları buzlu, sadece aşağıya doğru yarım olarak açılıyorlar ve gördüğü kısım da okulun duvarları arasında kalan üçgen şeklinde bir boşluk. Aşağıda da ufak bir havuz var. Bazen bunalınca camdan aşağıya bakıp güneşin yansımasını gözlüyorum. Bugün evde otururken aklıma sınıfıma bir şiir yazmak geldi. Buradaki yabancı arkadaşlar da okuyabilsinler diye İngilizce yazdım. Buyrunuz, biraz Eflatun, biraz Hayyam...
05 Ekim 2023
Rastgele Notlar
Son beş gündür öğrencilerin referans mektuplarıyla uğraşıyorum. Bu arada ciddi bir şey düşünüp kaleme alamadığım için Facebook'ta ufak tefek notlar yazmıştım. O notları ve arkasında oluşan kısa soru-yanıt zincirlerini aşağıya ekledim. Belki ileride bunları geliştirir, kayda değer bir şeyler yazarım. Dilbilgisi yanlışlarını düzeltmiyorum.
Şimdilik bu kadar,
aa
**************************************
For many years, I deeply read, wrote, and talked about the issues related to the "philosophy of religion" but today, I've come to the conclusion that the term itself is an oxymoron. Why did it take so long?
* Is that because you consider philosophy a counter narrative, to religion? Surely that space is more occupied by science, no? I think the ‘philosophy of religion’ as a term, may be laced with irony, but it’s not a pure oxymoron. And I think you came to your conclusion because perhaps inadvertently used ‘religion’ as a sort of synonym for ‘God’. One may ask, ‘does God exist’, but the same question cannot be posed for religion (does religion exist?) Because obviously it does (in multiple complex forms). So, if it exists, and is suitably complex, surely there can be “philosophy of it”? As well, for better or for worse, religion is still an explanatory variable in the behaviour of people and their societies, and thus warrants thought and attempts at understanding. Furthermore, philosophy makes room for metaphysics, and metaphysics itself strikes me of being a bigger candidate of being an oxymoron, but I honestly don’t know enough about that to say whether it is or not.
** I guess my initial point was as religion requires faith without questioning while philosophy requires questioning without faith. One can say that both have their own metaphysical assumptions but no one will be excommunicated or executed because s/he denies Kant’s understanding of time or Heidegger’s definition of being. However, history is full of examples of people who have been treated badly because they philosophized about the religious dogmas. PS: I don’t consider God as a quintessential part of religion. Non-theistic religions are possible as much as monotheistic and polytheistic ones. I agree that religion plays a big role in shaping society’s life. However, my point is on the philosophical side rather than its psychosocial perspective. I don’t deny the fact that religion is necessary for societies and especially for the individuals who are not physically and emotionally strong enough against the unfortunate strikes of life.
*******************************************
I have been reading and thinking on consciousness for quite a long time and so far I learned nothing. Every book I read or every video I watch has a promising title as if they are gonna solve the problem but in the end all I get is another huge disappointment. It seems to me, like in many other disciplines, philosophers need to wait what scientists (neuroscientists, psychiatrists and biologists mainly) will find about consciousness and how they will explain its essence, its uniqueness, its mechanism and its functions. Until that day, I will remain being a functionalist and keep supporting the idea of panpsychism. In the end, it is not more absurd than dualism, monism or materialism. This coffee mug is with me for more than 9 years, it’s one of my best friends. It does its job quite well and I believe if it had the right language skills to communicate with me, it would be saying the things that a coffee mug would want to say! It is quite normal for a coffee mug not knowing human feelings as we humans have no idea about what it is like to be a coffee mug! Anyway, have a good morning, let me drink my coffee before it gets cold. I started hearing the grumpy voice coming from the turquoise mouth of my old friend…
* O halde nesne diye bir şey yoktur ve evren bilince sahip sübjelerden oluşmuş bir bütünü temsil eder. Yani kahve kupası ile arkadaş olunabiliyor ise, bir kütüğe aşık da olunabilir. Doğru mu anlamışım sizi?
** Well, Marx (materialism) eventually will win but so far science did not get there. So, this gap leaves us to speculate, have faith and play with old-fashioned thoughts. My point is to reduce the concept of consciousness into communication with others. We are aware of our consciousness because we communicate with others in large societies and we need to believe others have consciousness too otherwise none of the social institutions would be able to function. For example, the sense of responsibility cannot exist without this belief (of others are conscious beings too). The judge needs to know there is a you in you who committed the crime so s/he can put you down n prison, s/he cannot punish a zombie! This brings us to a level where we can claim our own consciousness and believing others’ consciousness are interwoven, almost like in a dialectical relationship. If then, consciousness is all about one’s position and communication with others, why not the plants and animals have it. They surely have it as they do communicate with the others and they have a system in which they survive. For non-living things, I make an extension. It is almost like the tail areas of a statistical distribution. The likelihood of consciousness increases when the complexity of the communication with others increases. It gets less and less when it goes down to a coffee mug but surely, in its own way, a coffee mug also communicates using its colors, texture, patterns on it etc. Therefore, it has a certain level of consciousness albeit it is extremely low (unlikely). Now, saying all this, I will hold this opinion until science comes up with a better explanation. In the end, it is the most poetic one and a good solution for lonely breakfasts in Shenzhen… (I talk with my cats too)
There are four types of readers or perhaps I should say there are four levels of literary works. These levels are not discrete so transition between them is possible and one text can carry the characteristics of more than one level. Therefore, there is nothing wrong in rating a book with e or π
24 Eylül 2023
Metafizik Bir Varlık Olarak Bilinç
Bu sabah balkonda bir yandan kahvemi içip bir yandan da Saffet Hoca’nın “Madde ve Mana”sını okumaya tekrar başlarken -bu üçüncü olmalı- aklıma bir soru geldi. Kitabın 17. Sayfasında şöyle demiş Saffet Hoca: Ateizm, delillendirilmemiş bir sav olamayacağı şeklinde özetleyebileceğimiz tutarlı bir genel epistemolojik tutumun makul bir uzantısıdır. Demek ki teizmle ateizm epistemolojik açıdan simetrik değildir. Bunu söyledikten sonra karşı görüşü de dile getiriyor ve sözü bir teiste veriyor: Ama bu katı şüpheci epistemolojik tutumunuzda ısrar ederseniz sizi dişinizin ağrıdığına bile ikna edemem. Şimdi benim dişimi, sinir sistemimi inceleyebilir, orada geçen olayları açıklayabilirsiniz. Ama benim diş ağrım incelediğiniz o nöral olaylar değil benim öznel deneyimimdir. Eğer bir doğa olayı olarak bile olsa benim diş ağrımı incelemek istiyorsanız öncelikle benim beyanıma inanmanız gerekir. Çünkü başkalarının bir öznel deneyimi, bir iç yaşantısı olduğunu delillendirmemizi sağlayacak hiçbir olgu durumu bilmiyoruz henüz.
Bu iki argümanı okuyunca
aklıma ister istemez dişinin ağrıdığına inandığımız arkadaşımızın beyanıyla
Tanrı’nın var olduğunu iddia eden arkadaşımızın (aynı kişi de olabilir bu
arkadaşlar) beyanları arasındaki koşutluklar geldi. Öyle ya, eğer bir dişçi
kendisine gelen hasta adayına şikâyetiniz nedir diye sorsa ve yanıt olarak “dişim
ağrıyor” cümlesini duysa, tutup da hasta adayından bilimsel kanıt istemeyecektir.
“Ağzını aç, bir bakayım” diyecektir. Sonrasında elindeki aletleri kullanarak
hangi dişin ağrıdığını tespit edip -bu konuda belli bir güven aralığında emin olup- uygun tedaviyi hastaya izah edecektir. Bu
durum, yani ağzın bir köşesinde gördüğü apse yapmış diş, dişçinin işe girişmeden önce hasta adayına inanmış olduğu gerçeğini değiştirmez. Hasta adayına inandığı için ona
“Ağzını aç” der. İnandığı için değerli vaktini hasta üzerinde harcar.
Karşısındaki insanın acı çektiğini düşündüğü için ve bir o kadar da kazanacağı
parayı hesaplayabildiği için tedaviye girişir. Oysa hasta adayı baştan sona kadar hep
yalan söylemiş olabilir. Belki dişçiyle yakınlaşmak için, belki belli bir takım
sırları ondan öğrenmek için, belki de dişçinin güzel sekreterinin telefon
numarasını elde etmek için uydurmuştur yalanı. Bütün bunlar dişçinin, hastanın
-ya da yalancı hastanın- söylediklerine inanmış olduğu gerçeğini değiştirmez.
Zaten inanmış olduğu için tedavi sürecine başlamıştır. Şimdi şöyle bir durup
dişçinin, dişinin ağrıdığını iddia eden kişiye neden inandığı sorusuna
odaklanalım.
Dişçi, tıpkı hastası gibi
bir insandır insanların toplum olarak yaşayabilmeleri için birlikte yaşadıkları
diğer insanlarla ortak bir takım değerleri, ortak bir takım hisleri
paylaşmaları gerekmektedir. Toplumla aynı fikirde olmaları gerekir, benzer
temayüller göstermeliler demiyorum. Lokantada karşı masada oturan kişinin de
tıpkı kendisi gibi bir bilince sahip olduğuna inanması gerekir. Yani, karşı
masada oturan adamın da içinde bir “ben”in olduğunu ve bu “ben”in sayesinde
hayatını idame ettirdiğine inanır. Bu inanç olmasaydı, kendimiz dışındaki tüm
varlıkları kendimizden düşük seviyede görür, onları amaçlarımız uğrunda
fütursuzca kullanmaktan -hayvanlara yaptığımız gibi- çekinmezdik. Temelleri Descartes'ın akıl-beden düalizmine kadar gidecek
olan bu düşünsel yarık, bana bazen Avrupacı sömürgeciliği temellendiren
bahanelerden birisi olarak gelir. Ayrı bir konu olduğu için şimdilik
atlayacağım.
Karşımızdaki insanın
içinde de, ona her an nasıl hareket etmesi gerektiğini söyleyen bir bilincin
var olduğuna dair olan inancımız topluluk olarak yaşamanın ilk ve en temel
şartlarından birisidir. Aksi halde ne
sorumluluk duygumuz olurdu ne de kendini güvende hissetme lüksümüz. Kaldırımda
yürürken karşıdan gelen insanın bize saldırmayacağını, bizi yere yatırıp
bıçaklamayacağını, yine aynı bıçakla beynimizi çıkarıp yemeyeceğini, ya da bize
tecavüz etmeyeceğini onun da bizimkisi gibi bir bilince sahip olduğuna inanarak büyük bir oranda garanti altına alırız. Çünkü, böyle olmasaydı onun da bizden korkması, bizimle karşılaşmakten çekinmesi ve doğal
olarak da toplumsal yaşamın pratik anlamda olanaksız hale gelmesi gerekirdi.
Buradan yola çıkarak şu
sonuca varırız: Eğer başkalarının beyninin içinde de kendilerine neyi nasıl
yapmalarını ya da yapmamalarını söyleyen bir bilincin var olduğuna dair inanç,
insanların toplum olarak yaşamasının, “başka” ile ilişki kurmasının en temel
koşuludur, bu durumda bu koşulu ortadan kaldırdığımızda, toplumu da ortadan
kaldırmış oluruz. Nasıl ki cebir de eşitliğin her iki tarafına aynı sayıyı
ekleyebiliriz kuralını çiğnersek ya da bu kuralın varlığını inkâr edersek,
ortada cebir diye bir disiplin kalmaz, aynı şekilde parkta yanınızda oturan
yaşlı amcanın tıpkı sizin gibi bilinçli bir varlık olduğuna inanmayı
bırakırsanız, ortada toplum diye bir şey kalmaz. Toplumun olmadığı yerde de ne
halk sağlığı, hastaneler, doktorlar vb adlar verdiğimiz dev kurumlar kalır ne de onların mevcudiyetinin müsebbibi olan ve her daim şurası burası
ağrıyan hastalar.
Demek ki dişim ağrıyor diye kliniğe başvuran bir hastanın bu şikâyetine inanmamızın, birbirinin ardılı olan iki temel nedeni varmış.
1. Dişçi karşısındaki hastanın kendisi gibi bir insan olduğunu görür görmez anlar. Kendisi de diş sahibi bir insan olarak mutlaka hayatının bir safhasında diş ağrısı çekmiş, birkaç geceyi yatakta kıvranarak geçirmiştir. Dolayısıyla hastanın şikâyetine inanırken bu bağlantıyı kurar. O da bilinç sahibi bir insan olduğuna göre, tıpkı benim deneyimlediğim ağrıya benzer -belki daha şiddetli belki daha sakin- bir ağrıdan yakınmaktadır. Bu çıkarsama bir inanç gibi görünse de kişisel deneyime dayanır çünkü dişçi ağrının ne olduğunu bilir, karşısındaki hastayı ne hale getireceğini de bilir. Yine yapacağı anlık gözlemlerle de hastanın ifadesini doğrulayabilir. Örneğin, dişi ağrıyan birisinin hareketleri belli bir takım kategorilere sığacaktır. Canı sıkkın olur, sessiz olur, ağrıdan inler, kalabalıklara karışmak istemez, uykusuz ve yorgun olur, ikide bir sağdan soldan duyduğu şifalardan -tuzlu suyla gargara, karanfil çiğneme vb- medet umar. Bu işaretler de dişçinin inancının güçlenmesini sağlar. Dolayısıyla, “dişim ağrıyor” argümanı tamamıyla yanlışlanamaz, çürütülemez bir argüman değildir. Tıpkı “Seni seviyorum” ifadesi gibi bu cümleyi sarf eden kişinin diğer eylemleriyle desteklenmesi gerekir. “Seni seviyorum” dediğiniz kişiye şiddet uyguluyorsanız, onu mutlu etmek için en ufak bir çaba bile göstermiyorsanız, onu aklınıza bile getirmiyorsanız, arada bir sevginizi ifade edecek simgesel davranışlar sergilemiyorsanız; karşınızdaki kadının / erkeğin bir süre sonra size inanmamasını anlayışla karşılamanız gerekir. Sonuç olarak aşk da kişisel bir deneyimdir ve çiftlerin birbirlerine güvenlerine / inançlarına dayanır.
Yalnız
burada şunun altını çizmekte fayda var. Zamana ve doğal afetlere meydan okuyan
insan topluluklarının var olması için karşındaki insanın bilincinin var olduğuna
inanmak bir önkoşuldur derken asla böylesi bir bilincin var olduğunu kanıtlamış
olmuyorum.* Söylemek istediğim şey, böylesi bir bilincin varlığından bağımsız
olarak, onun varlığına inanmanın toplumun üzerine inşa edildiği en temel
sütunlardan birisi olduğunu iddia ediyorum. Nasıl ki para, biz onu değerli
olarak gördüğümüz ve bu inanca sahip çıkan insanların sayısı arttıkça anlam
kazanan bir toplumsal araçsa, insan bilinci de -en azından pragmatik bağlamda-
bir araçtır. Bilincin var olup olmadığı tartışılabilir, ne olup ne olmadığı da,
ama karşımızdaki insanın bilinçli olduğuna dair inanç tartışılamaz, o inanç bu
yazıyı yazmamı sağlayan medeniyet de dahil olmak üzere insanın dünyadaki
varoluşunun -biyoloji dışı varlığının- temelindedir. Nasıl ki parayı ortadan
kaldırdığımızda -adını ne koyarsanız koyun, benzeri bir şey yaratmak
zorundasınız- uygarlık çöker, nasıl ki “zaman” kavramını yok saydığınız anda
şehirlerde hayat durur, aynı şekilde karşınızdaki insanın bilinçli bir varlık
-onun içinde de ona ne yapacağını söyleyen bir “ben”in var olması- olduğuna
dair inanç benzeri bir metafizik gereklilik taşır.
Bu kadar laftan sonra nihayet bana bu yazıyı yazdırtan soruya gelebildim: Madem ki öyle ya da böyle günlük hayatımızı şekillendirmemiz için belli bir takım şeylere herhangi bilimsel bir dayanak bulmadan inanmamız gerekiyor, o halde Tanrı inancını neden aynı kategoride incelemiyoruz? Öncelikle soruda semantik bir hata olduğunu belirteyim. Günlük hayatta inandığımız şeyler pratik amaçlara hizmet eden ve çabucak sınanıp işe yarayıp yaramadığı anlaşılan ve eğer işe yaramadığı anlaşılırsa toplum tarafından kısa sürede unutulan şeylerdir. Arkadaşınızla randevulaşırsınız. onun saat 8'de lokantada olacağına nanırsınız. Baktınız gelmiyor, bir daha da o arkadaşınızı arayıp sormazsınız. Ölmediyse ya da çok kötü bir kaza geçirmediyse, onun zaten hiçbir zaman arkadaşınız olmadığını öğrenmiş olursunuz. TL'nin bir değerinin olduğuna inanırsınız. Oysa geçen ay iki kilo patates alan para bugün bir kilo patates alabiliyorsa ona inancınızı yitirir, elinizdeki tüm TL'yi daha istikrarlı olduğunu düşündüğünüz Amerikan Dolarına ya da altına yatırırsınız. Şimdi, din dediğimiz, insanların hayatlarına anlam katan mefhumun toplumların büyük bir çoğunluğu için ne kadar faydalı olduğu gerçeğini yadsıyamayız. Burada dinin sosyopsikolojik harc-ı alem yönlerini ele alıp, onun toplumlar için neden kaçınılmaz bir öneme haiz olduğunu anlatmayacağım. Okumak isteyen, bu konuda yayımlanmış yüzlerce kitaptan birisini alıp okuyabilir, ya da internetteki videolardan birisini açıp izleyebilir. Benim derdim dinle değil zaten, Tanrı inancıyla ve bu yazıda dinin toplumlar için gerekliliğini değil de Tanrı inancının gerekliliğini tartışmaya çalışıyorum. Benim anladığım geniş tanımıyla din** insanlık tarihi boyunca hep var olmuştur, değişip dönüşerek günümüze kadar gelmiştir, bugünden sonra da yine farklı şekillerle ve içeriklerle insanın aczinden, zayıf iradesinden, bedeninin çaresizliğinden, yalnız kalma korkusundan, hayatı boşa yaşamışım duygusundan, ölüm sonrasında başına geleceklerden ve benzeri pek çok başka varoluşsal kaygıdan doğan kadim yaralara, başka hiçbir bilimin ya da sanatın yapamayacağı derecelerde merhem olmaya devam edecektir. Rasyonel dünya varlık karşısında yalnız ve çaresiz kalan insanın ihtiyaçlarını karşılayamadığı için insan eninde sonunda, deneyimsel evrenin çeperlerine kendisi için bir delik açıp, o delik aracılığıyla irrasyonel dünyayı kendi hayatına sokar, bu sayede rahatlar, delirmekten veya intihar etmekten kurtulur. Buna ister kahve falı deyin, ister kanatlı ata binip Tanrı ile yüz yüze görüşmeye giden peygember deyin. Birinin diğerinden daha az inananı olması ya da devlet otoritesi tarafından daha az destek görüyor olması onun daha değersiz olduğunu göstermez.
Din konusunu bir tarafa bıraktığımıza göre asıl konumuz olan Tanrı'ya gelebiliriz. Karşımızdaki kişinin bilincinin varlığını kanıtlayamamız nasıl ki çok bir şey ifade etmiyorsa, Tanrı'nın varlığını kanıtlayamıyor oluşumuz da çok bir anlam ifade etmemeli. Ya da modern teistlerin ifade ettikleri şekilde yazarsam, madem Tanrı'nın varlığını, sırf kanıt olmadığı için kabul etmiyorsun, o halde dişim ağrıyor dediğinde de etrafındaki eşinin dostunun sana inanmamasını doğal karşılamalısın. Sonuç olarak dişinin ağrıdığının da başkaları göz önüne alındığında bir kanıtı yoktur.
Öncelikle şunu söyleyeyim ki bu argüman birdan fazla yönden mantıksal yanılgı (logical fallacy) içermektedir. En başta yapılan analojide her iki inancın aynı olduğu farz ediliyor. Karşımızdaki kişinin bilinci olduğuna neden inanmamız gerektiğini yukarıda uzun uzun izah ettim. Aynı gereklilik Tanrı inancı konusunda yoktur, tarih boyunca da hiç olmamıştır. Tanrı inancının olmadığı toplumlar da bireyler de gayet huzurlu bir şekilde yaşamlarını sürdürmüşlerdir. Hatta, İbrahimi dinlerdekine benzer bir Tanrı inanışının olmadığı Çin, üç bin küsur yıllık tarihiyle hem dünyanın en kadim medeniyetlerinden birisidir hem de günümüzde yakaladığı huzurlu / barışçıl toplum imajıyla diğer ülkeleri gıpta ettirmektedir. Yani, Tanrı inancı hiç de öyle sanıldığı gibi gerekli bir inanç değildir. Onun yerine ikame edilebilecek ve toplumu / bireyi kontrol altında tutacak pek çok başka dinamikler üretilebilir. Ayrıca konu bireyler olunca de bu görüş tökezlemektedir. Tanrı inancının yaygın olduğu ülkelerde bile ateistler, teistlere nazaran sistematik anlamda daha huzursuz, daha suça eğilimli, daha mutsuz ve umutsuz değildirler. Pek çoğu hayatı anlamlı yaşamak için tıpkı teistler gibi aile kurarlar, bilimle ve sanatla uğraşırlar, eğitime önem verirler, spor yaparlar vs.
Devam ediyor.
* Bu cümleyi yazarken aklıma şu soru da geldi. Benim kendi kendime düşünürken "Ben bilinçli bir varlığım." dememin ne anlamı var? Daha doğrusu kime ne faydası var? Belki de insanı evrimsel açıdan güçlü (fittest) yapan şey bilinci değildir de başkalarının da kendisi gibi bilinçli olduğuna duyduğu temelsiz inançtır. Medeniyeti bilinci üzerine değil, bu metafizik kavram üzerine inşa etmiştir. Üzerine düşünmeye, kafa yormaya değer bir düşünce nüvesi gibi görünüyor.
18 Eylül 2023
Roman Sanatı ve İnsan
Bir roman* insana ne kadar benzerse roman sanatının hakkını vermek konusunda o derece başarılıdır. İlk okuyuşta akla gelebilecek iki yanlış anlama olasılığını ortadan kaldıralım önce. “Başarılı” derken kastettiğim şey çok satacağı, çok okunacağı ya da kendisinden çok söz ettireceği değildir. Başarılı roman vardır ki sessiz sakin yaşar, karanlık bir ormanın derinliklerinde yaz kış hiç durmadan usul usul şırıldayan bir dere gibi akar, tepeleri sisli bir dağın zirvesinde kar sularının beslediği bir gölet gibi bekler. Sadece kendisine muhtaç olanlara sunar ab-ı hayatını, sadece onun minerallerinden faydalanabilecek olanlara verir bünyesinde saklı cevherlerini, sadece o karanlık ormana girme cesaretini gösteren, o yüce dağa çıkmayı göze alan göçperestlere bahşeder sürekli başkalaşan zamanın ve mekânın çürütemediği nüvelerini.
Bir diğer yanlış
anlaşılma da “insana benzeme” konusunda yapılabilir. İnsanı anlatırsa, insanı
çevrelerse, insanı çözümlerse demiyorum, bilakis insanın kendisi gibi olursa
diyorum. Yani; soluk alıp veren, yiyip içen, âşık olunca ayakları yerden
kesilen, kalbi kırılınca tüm dünya karşısında kırılganlaşan, yaşının kemale
erdiğini yaralarını saklama konusunda ustalaşmasından anlayan, cesaretlenince
aptallaşan, aptallaşınca şirinleşen, şirinleştikçe utangaçlaşan, aklının
üzerinde dikilince korkaklaşan, kalbinin derinliklerinde bir kamaşma hissedince
yalnızlaşan, yalnızlaştıkça kendine doğru büzülen, küçülen, yavaşlayan ve
nihayetinde pili biten bir saat gibi duran bir metabolizmadan bahsediyorum. İnsana
ait tüm yücelikler ve zaaflar romanda da olmalı. İki ayağı üzerinde yürürken
hem heybetini göstermeli hem de topallamalı. Eksik yanlarının bilincinde,
onları kapatma yolunda iddialı ve cüretkâr olmalı. İnsan gibi olmalı derken,
insana ait her şeye açık ve insana ait her konuda dürüst olmalı. İdeolojilerin tek
renkli bayraklarının gölgesinde o bayrağın rengine bürünmeyeceği gibi bireyin
acılarına, dertlerine, toplum içinde yer bulamayışına, ilerleyemeyişine, maruz
kaldığı işkencelere sırtını dönmemeli. Genç bir insan gibi güzel olmalı mesela.
Nasıl ki genç bir insan -oğlan ya da kız fark etmez- evinden çıkarken süslenir
püslenir, saçına başına şekil verir, az biraz giyimine dikkat eder; roman da okuyucunun
karşısına çıkmadan önce süslenip püslenmelidir. Gerekirse abartmalıdır -tabiat
nasıl abartıyorsa!-; her kelimesinde, her cümlesinde, her paragrafında
okuyucuyu baştan çıkarmak, onun göğsüne acısı yıllarca geçmeyecek bir yumruk
indirmek, her akla geldiğinde sazlıklarda menevişleşen mehtapları anımsatmak
için çabalamalıdır. Gözünün takıldığı her gözde bir arayış, teninin dokunduğu
her tende bir ılıklık, sesinin ulaştığı her kulakta bir yakarış, bir seyahat,
bir umut belirmelidir. Bu yüzden güzellik, yani tüm saflığıyla ve insancıllığıyla
iyi bir romanın ilk ve en önemli koşuludur. Konusu, biçemi, savunduğu görüşü -insanlık düşmanı olmadığı sürece!- ne olursa olsun; güzel yazılmış bir metin eğer samimiyetle ve dürüstçe kaleme alınmışsa, kendisinden önceki büyük eserlerle aynı kefeye konmaya ve insanlığın kadim mirasına ortak olmaya hak
kazanmıştır.
Okuyucu için yazılmaz bu yüzden iyi bir roman. Çünkü okuyucu kaypaktır, nankördür, hatta çoğu zaman zevkperest ve hercaidir. Okuyucunun zevk dünyası hesaba katılarak yazılan roman yazarın iç dünyasını ve onun yaşadığı çelişkileri değil de okuyucunun iç dünyasını yansıtmaya çabalar. Bunu yaparken hem samimiyetsizliğin dibine vurur hem de hakikati ıskalar. Yazar kendisinin beğeneceği, yıllar sonra bıkmadan usanmadan okuyabileceği, sadece ve sadece kendi yaralarına iyi gelebilecek bir merhem ortaya koyduğunda, o merhem insana benzemiş olur. Çünkü ancak bu durumda yazar, içinde bir değirmen taşı gibi uğuldayarak dönen ama dışarıya hiç ses vermeyen o yıllanmış düşüncelere özgür olma, kendi kendilerine var olma ve varoluş mücadelesini sürdürme hakkını vermiştir. Okuyucuyu mutlu etmek için (ticari) ya da bir yerlere yaranmak için (siyasi) yazılan roman sadece edebiyat sanatına değil, yazarın kendisine de hakarettir. Yazar, aslında kendisine ait olmayan bir metnin altına adını yazmış, imzasını atmıştır. Ölü doğmuş bir bebek, ufunetinden yanına yanaşılmayan bir mezbele yaratmıştır.
Nasıl ki bir insan sadece ve sadece bütünlüğüyle ele alınınca anlaşılabilir, yani her bir parçası -hareketi- o parçasını var eden bütünü kavranınca, bütünü de her bir parça tek tek dikkatle elden geçtikten sonra idrak edilebilir; iyi bir roman da sadece ve sadece ikinci okumayla anlaşılabilir. Çünkü sadece ikinci okuma sırasında birinci okuma sırasında akılda kalan bütünün hangi emeklemelerle, hangi harçla ve tuğlayla, hangi mozaiklerle, hangi sütun ve kolonlarla bir araya getirildiğini kavrayabiliriz. Bütünün, parçaların her bir işlevi tek tek anlaşıldığında kavranabileceği gerçeği ne kadar doğruysa; her bir parçanın anlamının da sadece ve sadece bütün yapı göz önüne alındıktan sonra makul hale geleceği unutulmamalıdır. Teşbihte hata çoktur ama bu durum bana en çok (0,1) aralığındaki gerçek sayı sayısının (1,∞) aralığındaki gerçek sayı sayısına eşit olmasını anımsatır. Güzellik sonsuzluğa açılan kapıdır; onunla karşılaşılan an, insanın yüzüstü yere kapaklanıp acz içinde tüm mevcudiyete müteşekkir olduğu, kendi müptezel varlığının sadece ve sadece bu göz kamaştırıcı güzelliğin bir parçası olarak algılanmasıyla anlam kazanacağını kavradığı andır. Oysa, sonsuz içinde sonsuz adet sonsuz vardır ki bu insanın başının üzerinde dönüp duran Kehkeşanın muammasını içinden çıkılmaz bir yumağa dönüştürür. Oysa, Mevlâna ne kadar kısa bir ifadeyle özetlemiştir bu girift bilmeceyi. “Sen okyanusta bir damla değilsin, bir damlanın içindeki kocaman okyanussun.”
Bu noktadan bakınca zaten iyi bir romanın kadim insanlık sorunlarını çözmek ya da derin bir siyasi ayrımda taraf olmak için yazılamayacağı sonucuna da ulaşırız. Çünkü insanı var eden damla ile, damlaya sığan insan bir ve tek olan bir vücudun öğeleridir. Yazar kendisini parçalara bölüp, sonra o parçaları bambaşka bir ortamda bir araya getirerek yazmaz romanını. Bilakis, bütünü her parçada sağlam ve işlevsel tutarak başarır bunu. Ancak bu şekilde karikatür karakterlerle mesafesini koruyabilir. Ancak bu şekilde, doğmaktan başka çaresi olmayan bir bebek gibi doğar roman. İnsana benzeyen bir yönü de budur. Ana rahmine -yazarın zihnine- düşerken ileride neye benzeyeceğini kimse bilemez. Devrin çalkantıları ve yazarın içinden geçen deneyimler şekillendirir onun kaderini. Doğum vakti geldiğinde de bir dağın yamacından fücceten fışkıran pınar gibi doğar, hedefine doğru yol almaya başlar. Ve yine aynı nedenden dolayı, iyi bir romanda insanın hayatındaki her bir yönelim farklı karakterlerde, farklı olaylarda ve sahnelerde kendisini gösterir. Anna, Tolstoy'un arzularına söz geçiremeyen, aklıyla değil de kalbiyle yaşamak isteyen, toplumun yargılayıcı bakışlarını görmezden gelmek isteyen diğer Tolstoy'dan başkası değildir. Alexei, var olan düzeni korumanın gerekliliğine, başarının sadece disiplinle ve çok çalışmayla geldiğine, mevcut düzendeki geleneklerin haklı gerekçelerle geliştiklerine ve bu gerekçeler ortadan kalkmadan geleneklerin terk edilmesine göz yummak istemeyen Tolstoy'dur. Vronsky; güzele, gurura, cesarete düşkün, bunların eksikliğinde toplumun güçlü bir momentumdan mahrum kalacağını düşünen Tolstoy'dur. Levin, Tanrı'sız bir dünyada kurtuluşun olamayacağına inanan, sıradan insanın huzuru ve mutluluğu için kendisinden yüce, ulaşılamaz bir varlığa bağlanması gerektiğine inanan Tolstoy'dur... Liste uzayıp gider ama sonuç değişmez. Tolstoy, Anna Karenina'daki her bir karaktere kendisinde olup -ya da olmasını arzuladığı- bir dünya görüşünü / yönelimi yansıtmış, nasıl ki kendi içinde birbirine tezat düşüncelerle mücadele etmişse, yazdığı romanda yarattığı karakterlerle de bu savaşı başkalarının da gözlemleyebileceği bir forma sokmuştur.
Tüm bu rengarek haritayı içinde barındıran roman bu yüzden bir insandan farksızdır. Eski(meyen), eksikliği ve özlemi her daim hissedilen bir dost gibidir. Bu özlem, içine kar suyu kaçmış ayakkabının ıslaklığında sızım sızım sızlayan bir ayaktan farksızdır. Yıllar sonra elinize alıp, herhangi bir sayfasını açtığınızda onu yıllar önce okurken hangi gerekçelerle çok sevdiğinizi hemen anımsatır size. Üçüncü, dördüncü okumalarda asla pişmanlık vermez, bilakis arada geçmiş zamanda elde edilen yeni deneyimlerle bambaşka anlamlara bürünür. "Ahh" dersin kendi kendine, "On yıl önceki toyluğumla ve saflığımla ne anlamışım ki bu romandan. Hiçbir şey anlamamışım. İyi ki yeniden elime almışım." On yıl önce ruhunuzu nasıl sarıp sarmalamış, aklınızın ve kalbinizin muhtaç olduğu düşünceleri ve duyguları nasıl zerk etmişse bünyenize, bugün de, belki aynı yarıklardan, belki de neşterle yeni açılmış taze kesiklerden sızar içeriye. Bu yüzden imkânı olanlar gittikleri her yere götürürler iyi romanları. Bavulun bir köşesine sıkıştırırlar, "ne olur ne olmaz, ya yeni başladığım diğer kitap beni hayal kırıklığına uğratırsa!" diyerek.. Defalarca okunmaktan sayfaları tiftiklenmiş, kapağı pörsümüş, marjinleri sarı lekelerle taçlanmış olsa da o nüshayı özenle saklarlar. Kimseye ödünç vermezler, verdikleri zaman da geri alana kadar kitaplıkta geride kalan boşluğa, yeni çekilmiş bir dişin ağız içinde bıraktığı boşluğa bakar gibi bakarlar ve bir türlü huzura eremezler.
Bu kadar laf salatasından
sonra en sevdiğim on iki romanı da sırasına dikkat etmeyerek yazayım:
1.
Huzur – Ahmet
Hamdi Tanpınar
2.
Uzun Sürmüş
Bir Günün Akşamı – Bilge Karasu
3.
Saatleri
Ayarlama Enstitüsü – Ahmet Hamdi Tanpınar
4.
Kara Kitap
veya Beyaz Kale - Orhan Pamuk
5.
İskenderiye
Dörtlüsü – Lawrence Durrell
6.
Lolita veya Speak, Memory– Viladimir
Nabokov
7.
Anna Karenina
– Leo Tolstoy
8.
Dava veya Dönüşüm– Franz Kafka
9.
Atonement veya
Saturday– Ian McEwan
10. In Cold Blood - Truman Capote
11. Kayıp Zamanın İzinde - Marcel Proust
12. Virgil'in Ölümü - Hermann Broch
* Söylemeye gerek yok belki ama metin boyunca kullandığım "roman" kelimesi "hikâye" ile değiştirilse metnin anlamında ciddi bir değişiklik olmayacaktır. Kurgusal olan her metin az çok aynı amaca hizmet etmektedir ve yazarın dünyasını yansıtması açısından benzer bir işlevi yerine getirmektedir.13 Eylül 2023
İnsan Enkazı
Uçaktan inince önce
tuvalete girdim. Çok da ihtiyacım yoktu aslında ama demek ki bilincimin
inandığı şeye beynim inanmıyordu. Alttan alta “Ne olur ne olmaz Veli Hocam, sen
yine tedbirini al. Bakarsın yine sorgu odasında, yanında getirdiğin kitapların
hepsinin tüm sayfalarının fotoğraflarını tek tek çekene kadar bekletirler.” diye
fısıldayan beynim. Sabahın erken saatleri olduğu için havaalanı pek kalabalık
değil. Sınır polisiyle aramda iki yolcu var. İkisi de benimle aynı uçuştan.
Onlar çabucak geçiyorlar. Ben bu arada sırt çantamı elime alıp, belgelerimi çıkarıyorum. Büyük an geldi çattı. Birazdan benim TC pasaportumu görecek,
önündeki elektronik cihaza pasaportun kimlik kısmını okutacak, sonra veresiye defterine bakan bakkal gibi sayfalara üstün körü bakacak, oturma iznimin olduğu sayfayı parmaklarıyla yoklayacak, önceki ve
sonraki sayfaları tekrar gözden geçirecek. Yanlış bir şey olmadığını anlayınca ikinci sefer pasaportun tüm sayfalarını -bu defa para
sayan Kayserili bir tüccar gibi- tekrar tarayacak, bilgisayara tekrar okutacak,
ekranda bir şeylere bakacak. Eeee, her şey hâlâ yolunda. Hiçbir sıkıntı yok. Pasaportu tekrar eline alacak, sayfalarına tekrar, bu sefer pul koleksiyonuna bakar
gibi bakacak ve nihayetinde tüm bu işlemlerden sonra beyaz eldivenli
eliyle yanındaki telefona uzanıp arkasındaki kulübede konuşlanmış olan âmirini
arayacak. Oysa baştan belliydi âmirini arayacağı, kime ne caka satıyor anlaşılmaz
ki! Ben orada 10-15 dakika bekleyeceğim. Ne bana bir soru soracaklar ne de
benim sorduğum sorulara yanıt verecekler. Benim sorduğum her soruya “Sabırlı
olun” diyecek pek vakur memur bey. Arkamda sıra olmuş olan yolcular bir süre
sonra bıkıp başka sıralara geçecekler. Ardından da beni sorgu odasına
alacaklar…
Öyle olacağından artık
adımın Veli olması kadar eminim. Gerçek, sen ona ne kadar sırtını dönersen dön
acı yüzünü sakınmıyor insandan. Ağrıyan diş sen onu ihmal edince kendi kendine
iyileşmiyor maalesef, en iyi olasılıkla tehir ediyor ağrıyı. İltihap kapan yara
mikrop öldürücü ilaçlar kullanmadan iyileşmiyor. Kangren eninde sonunda, sen
onun varlığını inkâr etsen bile gelip buluyor zayıflayan bedenini. Bu
düşüncelerle avuç içlerimin terlediğini duyumsuyorum. “Eyvah” diyorum,
“Anlayacak benim ondan bir şey sakladığımı!” Hoş, gerçi ne sakladığımı ben de
bilmiyorum! Yazarım ben, kimden ne sakladığımı bilsem yazar olabilir miydim
hiç? Saklayacak bir şeyim olmazsa hikâye yazarı değil tarih yazarı olurdum. Öyle değil mi? Pasaportumu
uzatıyorum. Genç polis memuru bir eliyle pasaportumu alıp diğer eliyle
bilgisayarın tuşlarına dokunuyor. Dikkatle bana bakıyor, gözlüğünün camından
yansıyan ışıkta üç bin küsur yıllık Çin tarihini görüyorum. “Yaşamın ilk çabası
kabuk oluşturmaktır.” Kim demişti bunu? Bachelard mı? Oysa ben Qin Shi Huang
Di’den beklerdim bu lafı. Medeniyetin temelleri seddi örmek ve kitapları
yakmakla başlıyor. Üç bin küsur yıllık -kimilerine göre beş bin ama kimse bu
fazladan eklenen bin küsur yılın nereden geldiğini açıklamıyor!- medeniyetin kesintisiz
bir şekilde süregelmesinin sırrı bu işte. Felaketler kapıya dayanmadan
tedbirini al, güvenliği her zaman için en yüksek seviyede tut, duvarları yükselt ki dışarıdakiler giremesin, kitapları yak ki geçmiş hatırlanmasın, ve kim ne derse
desin şu gerçeği asla unutma: karnı aç özgürler karnı tok kölelerden daha
tehlikelidir.
Evet, gözlüğün lensine
vurup yedi renk halinde havaalanına dağılan ışık hüzmelerinde görebiliyorum tüm
bunları. Polis memuru pasaportu bir kere daha elinde evirip çevirdikten sonra
oturma iznimin olduğu sayfayı açıyor, bir pasaporta bir ekrana bir de bana
bakıyor. “Shenzhen’da ne iş yapıyorsunuz?” diye soruyor bozuk bir İngilizceyle.
Şaşkınlığımı saklayarak “Öğretmenim ben” diyorum. Neredeyse ömrümde ilk defa
kekeleyeceğim… Memurun benim yanıtımda bir bit yeniği aramamasından
cesaretlenip devam ediyorum. “Shuxue Laoshi”. Oysa hiç gerek yoktu böylesi bir
şımarıklığa. Güzel bir kadın karşısında çenesini tutamayan ben, onu nasıl
bıktırıyorsam bu memuru da… Şimdi hapı yuttum. Çince konuştuğuna göre sen Xing
Jiang’lısın diyecek, pasaportun sahte diyecek ve beni sorgu odasına yollayacak.
Yok, öyle olmuyor. Polis memuru benim Çinceyle verdiğim azılı mücadeleye gülümsemekle
yetiniyor ve pasaportu rakibini yere çalan bir güreşçi gibi sırt üstü yatırıp uygun
bir yere mührü basıyor. O mührü basıyor, benim ayaklarım yerden kesiliyor, kulaklarıma
bir serinlik geliyor, ellerim boşalıyor. Elimdeki belgeler elimde ufalıp kar
gibi yağacaklar neredeyse. Ne oldu şimdi? Bir oyun mu bu? Dalga mı
geçiyorlar benle? Onlar dalga geçiyor mu bilemem ama havaalanının tavanındaki
binlerce ışık kaynağının yerdeki yansımaları kumsaldaki yıldızlar gibi
ayaklarıma dolanıyorlar, düşeceğim az kaldı, toparlıyorum kendimi ama başım dönüyor. Birazdan,
ilerideki yürüyen merdivenlere varmadan beni durdurup, “Bir yanlışlık oldu
beyefendi, bakar mısınız? Buraya geri döner misiniz?” diyecekler sanırım. Ben
durmayınca başka polisleri salacaklar peşime, sonra yine yanağında tüy bitmemiş
omzu tüfekli o askeri. Ne olur ne olmaz deyip hızlı adımlarla yürüyen
merdivenlere ulaşıyorum, sonra da atıyorum kendimi merdivenlerin iki üç basamak
aşağısına. Bundan sonra birileri fırça yiyecekse herhalde bu polis memuru olur,
ben değil. Birazdan âmiri gelir, “O Türk öğretmeni niye öyle kolay geçirdin
bakayım?” diye azarlar gencecik memuru. Açıkçası biraz üzülüyorum bu memur
için. Benim yüzümden belki maaşı kesilecek, rütbesi tenzil edilecek ya da
Himalayalar’daki Hindistan sınırına gönderilip sınırı beklemekle
görevlendirilmiş kazlara bakıcılık yapacak. İyisi mi ben bir an önce bavulumu
kapıp terk edeyim havaalanını…
Bavulu alana kadar aklım hâlâ bir yanlışlık olduğunda. İkide bir çaktırmamaya çalışarak merdivenlerin başına bakıyorum. Üniformalı birini görünce kalbim bir tık geç atıyor. Gözlerim bir merdivenlerde bir bavulları taşıyan kayışta. Neyse ki çok gecikmiyor bavulum, hiç açılmamış, içi kurcalanmamış. Aklımı yitirmeden havaalanından çıkıyorum. Bulduğum ilk arabaya binip adresi söylüyorum. Artık isteseler de bulamazlar beni. Onların kullanmamı istediği Didi programını kullanmadım. Ne hangi arabaya bindiğimi biliyorlar, ne de nereye gittiğimi. İstersem eve gitmeyebilirim. Nerede kalabilirim? Otelde kalamayacağıma göre bir arkadaşın evinde. Eeee, hiç arkadaşım yok ki benim. Neden yok acaba? Başka bir günün konusu bu. Arkadaşa ihtiyacım olmadığı içindir. O zaman bir köprü altına gider kalırım. Bir belgeselde görmüştüm. Shenzhen’a çalışmaya gelip kumarda tüm birikimlerini kaybeden pek çok eski işçi şimdilerde köprü altlarında yaşıyormuş. Ben de onlara katılırım. Peki ya sonra?!! Neler saçmalıyorum ben ya! Aklıma Durrell'ın Justine'de yazdığı cümle geliyor. "Yürminci yüzyılın sanatçıları kendilerine mutsuzluklar yaratma konusunda pek marifetlidir." Bu minvalde bir şeyler. Mutlu olsana be adam, hiçbir sıkıntı çekmeden sınırı geçtin. Daha neyin hesabını yapıyorsun?
Gidiyorum işte, şoföre adresi söyledim, o da adresi
telefonuna yazdı. Bundan sonra caymak yok. En güzeli şimdi rahatlayayım, eve
varınca yapacaklarımı düşüneyim. Sıcak bir banyo, sonrasında kısa ama derin bir
öğlen uykusu, ardından balkonda bol köpüklü bir Türk kahvesi… Ohhh, keyif bende. Neden boğuyorum
kendimi bunca hafakanın içinde anlamış değilim. Bu kadar pimpirikli, bu kadar
kuruntulu olmak zorunda mıyım? Gözlerim bir açılıp bir kapanıyor. Trafik de
aynı gözlerim gibi. Kavşağın öteki ucunda yanıp sönen soluk lambalara bakarken
arabanın camına düşen damlaları fark ediyorum. Ne de olsa yağmur mevsimindeyiz.
Ekim ayına kadar sürer bu ani baskınlar. Damlaları sayıyorum önce, bir, iki,
üç,… Sonra tüm cam kaplanıyor suyun bulanıklaştırdığı görüntülerle.
Kaldırımlarda koşuşturan insanlar, kornaya yüklenen şoförler, her bulduğu aralıktan
sızmaya çalışan mobiletler, yola devam mı edeyim yoksa bir köşede bekleyeyim mi
diye düşünen kararsız bisiklet sürücüleri... Hakikaten de Çin’deyim artık.
Şakası yok bu işin. Tamam, her şey iyi güzel de bu adamlar neden beni sorgu
odasına almadılar? Ne değişti? Ben mi onlar mı? Üç bin yıllık kadim Çin medeniyeti
değişmeyeceğine göre… Sorunun yanıtı bekledikçe daha da korkutucu hale geliyor. Büyüyor, kararıyor, isli bir duman gibi kaplıyor gözümün gördüğü her yeri. Gerçekten de ne oldu da sorguya çekmediler beni? Yoksa, yoksa, yoksa onlar da
mı ümidi kestiler benden?
Bu düşünce kızgın bir tel
gibi geçiyor içimden. Hadi ben ümidi kestim kendimden. Havluyu attım ringin
ortasına. Yazıdan, düşünceden ve bu ikisinin birlikteliğinden doğan ne varsa
hepsinden uzakta kalmaya ant içtim. Onlara ne oluyor? Onlar da mı aynı karara
vardılar on senelik mücadelenin sonunda? Bu adamın bir bok yiyeceği yok dediler
herhalde. Ne yazarlığından, ne öğretmenliğinden ne de sosyal hayatından dişe
dokunur bir halt çıkacağı var. Çıkmaz sokaklarda kendi kendine oyalanan bir
zavallı, çölde yolunu yitirmiş bir meczup, geçmişten yakasını kurtaramamış bir hayalperest
dediler herhalde. Attığım her adımı takip eden hafiyeler, yazdığım ve okuduğum her
mesajı gözden geçiren internet ajanları, evime gelip ilk iş olarak kitapların fotoğrafını
çeken gazeteci kılıklı devlet görevlileri… Demek benden yana umudunuzu yitirdiniz.
Amerikalı ya da İngiliz sarhoşlarla aynı kategoriye koymaya başladınız. İşte
şimdi kalbimi kırdınız. Ne eksiğimi gördünüz de bir anda böyle yüz üstü
bıraktınız beni? Neyi farklı yaptım. Tamam, son birkaç aydır doğru dürüst bir
şeyler kaleme almadım ama aile durumları, okul işleri, siz de bilirsiniz işte. Ne
yapayım? Gençken uzak kalmak için kırk takla attığın insanlara, yaş ilerleyince
yanaşmak zorunda kalıyorsun. Ana baba yaşlandı, ihtiyaçları arttı. İşler desen,
benden iyi biliyor olmalısınız durumumu. Açın bir bakın takvimimi. Başımı
kaşıyacak vaktim olmuyor okulda. Buna rağmen, yani benim içinde bulunduğum meşgalelerden
haberdar olduğunuz halde, hiçbir şey bilmiyormuş gibi davranıp, bana sırtını
dönmeniz çok canımı sıktı doğrusu. Oysa sizden daha teşvik edici olmanızı,
halden anlayan tavırlarla destek çıkmanızı beklerdim. Hayır, bu kadar kolay mı
bu işler? Ben bıraksam bile yazı beni bırakmaz ki? Onu bıraksam yerini neyle
dolduracağım. Yogaya mı başlayayım bu yaştan sonra? Güldürmeyin beni Allah aşkına!
Millet ne der sonra? Edebiyatta aradığını bulamayan Veli Hoca yeni uğraşısıyla
göz doldurdu. Veli Yogi adını verdiği Instagram hesabından takipçilerine el
salladı…
Yağmur durmuş. Ben, korkudan kaynaklanan kocaman bir damlayı gözlerimde tutmaya çalışarak dışarıyı
izlemeye devam ediyorum. Düşündükçe sinirim tepeme daha çok çıkıyor. Hayır size
ne oluyor ki? Ben daha kendi kararımı verememişken, bataklığa batmamak için
tutunacak dal ararken, güçlü kalmak için yeni bahaneler üretirken, kıçıma tekme
vurmak da nesi? Yakışıyor mu size? Sizin gibi sanatı ve sanatçıyı desteklemekle
yükümlü sosyalist bir cumhuriyete. Yazardır, arada yeise kapılır, arada
varoluşsal krizlere girer, arada şımarıp kendine yeni arayışlar bulur. Azıcık
anlayışlı olalım, azıcık müsamahalı olalım, yolunu bulmasına izin verelim,
mutlaka eninde sonunda edebiyatın bağrına geri dönecektir diyemediniz mi? Bunu demek
yerine, madem sen vaz geçiyorsun, madem edebiyattan yana bir gelecek görmüyorsun
kendinde, madem kabiliyetlerinin seni getireceği son noktayı bile tükettiğini
düşünüyorsun, madem bunca yıllık yazı serüvenini boşa harcanmış bir ömür olarak
görme teamülü gösteriyorsun; iyisi mi biz de sana yardımcı olalım, hayatını
kolaylaştıralım. Böyle demiş olmalılar, başka ne olabilir ki? Bir tek soru
sorup, ardından ülkeye girmeme izin verdiklerine göre! Benden bir halt
olmayacağına karar vermiş olmalılar. Ne geçmişte, ne şimdi ne de gelecekte…
Kaldık mı ortada şimdi sahipsiz!
Ben de zannediyordum ki
ben vaz geçmeye çalışsam bile etrafımdakiler bırakmaz, benim vaz geçtiğime
inanmaz. Ben onları ikna etmeye çalışırım. Bu benim kararımdır, saygı duymanızı
beklerim derim. Bilakis, işler bir anda tersine döndü. İyisi mi eve gider
gitmez, banyoya bile girmeden hemen bilgisayarımı açayım. Uzun bir ileti
göndereyim bana 37 dakika muhabbeti çeken adamlara. Bende daha iş vardır
diyeyim, daha çok yazacağım, çok konuşacağım, çok dertleneceğim diyeyim. Siz
isteseniz de istemeseniz de -hatta en çok da siz istemediğiniz için- yazıya,
hikâyelere geri dönüyorum haberiniz olsun diyeyim. Tüm sınır polislerine haber
verin, hatta askerlere ve casuslara da. Tetikte olsunlar, teyakkuzda kalsınlar, gözlerini açsınlar.
Veli Hoca, Veli Yogi olmaya o kadar da gönüllü değil. Yazmaya, düşünmeye devam
edecekmiş. Umutlanmıştınız değil mi? Ha ha! Ne kadar da mutluydunuz! Yok öyle dava,
kolay kolay kurtaramayacaksınız benden yakanızı. Var olduğum sürece, nefes alıp
verdiğim sürece yazmaya devam edeceğim, hikâyeler yaratıp karşınıza
dikileceğim. Evet, aynen böyle diyeceğim bana 37 dakika muhabbeti yapan memura.
Bundan sonrasını varsın onlar düşünsün. Kolay mı öyle benden kurtulmak, bir kenara
atıp üzerime ölü toprağı serpmek. Bak işte, küllerimden doğdum. Yıkılmadım, yıkılmayacağım.
Size inat, sırf siz istemediğiniz için yazacağım. Sırf sizin gibiler rahat
etmesinler diye. Değil 37 dakika, 37 saat bekletseniz de umurumda değil artık…
13-14
Eylül 2023
* Yine anı olarak
başlayıp sonrasında kurguya saran fantastik bir metin oldu 😊
11 Eylül 2023
Patolojik Yalnızlık*
Bazen, ortada hiçbir neden
yokken, örneğin çorba dolu bir kaşığa dudağımı büzüp üflerken ya da metro girişinde
tutukluk yapan kartı içindeki ifriti çıkarmak istermişçesine elimde ovup
sallarken, yıllar önce tesadüfen kaderin yollarımızı kesiştirdiği ya da
hasbelkader ortak bir hedef uğruna birlikte mesai harcadığımız eski bir dostun
imgesi düşer aklıma. Düşer diyorum çünkü onu ben çağırmam, ortada nedensellikle,
ilhamla ya da ilahi adaletle izah edilecek bir durum da yoktur. Bir yüz ifadesi,
şaşırtıcı bir kelime ya da ruhun derinliklerinde hissedilen bir utanç
duygusunun yıllarca denizin dibinde bekledikten sonra bir anda suyun üzerine
çıkıp güneşe selam çakması vakasıdır yaşanan. “Acaba şimdi ne yapıyordur?” diye
sorarım kendime. “Nerededir, kimlerledir, mutlu mudur, dertli midir?” Daha bu
sorulara yanıt aramaya başlamamışken, çok daha dikenli bir soru tomurcuklanır
zihnimde. “Acaba onun aklına da ben geliyor muyum böyle arada sırada?” Sonra bu
soru, sanki diğerlerinden daha önemliymiş gibi dallanıp budaklanır, bir
sarmaşık gibi sarar diğerlerini, boğar onları, yaşamalarına izin vermez… “Ne
bileyim işte, ortada hiçbir neden yokken, parkta kuşlara yem atarken ya da
çocuğunu kreşten alırken. Onun aklına da ben geliyor muyum acaba? Birlikte, göksel
bir emri yerine getirir gibi büyük bir ciddiyetle ve azimle icra ettiğimiz bir
eylemi o tek başına ya da hayatına benden sonra girmiş başkalarıyla aynı
ciddiyetle ve azimle gerçekleştiriyor mudur?” Bu soruları sorarım ama sorma ânındaki
eylemin bitişiyle -çorba boğazdan aşağıya inmiştir veya turnike geçmeme izin
vermiştir- saçmanın beni esir almasına engel olamam. Bütün bunları düşündüğüme,
kafamda kurgulayıp anlamlandırdığıma, kendimce sonuçlar çıkarıp bu sonuçların üzerine
fikirler inşa ettiğime göre çok yalnız ve sefil bir hayatım olmalı deyip, içten
içe kendime kızarım. Çünkü benim aklıma düşen bu silüetlerin beni akıllarına
hiç mi hiç getirmediklerine ikna olmuş olurum bu noktada. Aksi halde arada
yazarlardı, hal hatır sorarlardı, “kardeş nasılsın, nerelerdesin, sağlığın
sıhhatin iyi mi?” derlerdi. Demediklerine göre! İyi ama ben de onları arayıp sormuyorum.
Nereden bilecek binlerce kilometre uzakta ve onlarca yıl geçmişte kalmış olan dostun
senin aklından geçenleri? Öyle ya, müneccim değil, falcı hiç değil. Bu durumda,
bağımsız özdekler arasındaki mütekabiliyet ilkesince onların aklına da benim silüetimin
arada sırada düşüyor oluşu sonucu -en azından olasılığı- çıkıyor ortaya.
Aslında onlar da benim gibi düşünüyorlar ama yalnızlıklarını ve sefaletten
doğan gururlarını hem kendilerine hem de bana itiraf etmiş olmamak için
ellerine telefonu alıp bir kere “N’aber, nasılsın?” demiyorlar. Benimle bunca yıl
aradan sonra bile aynı kaderi paylaşıyor olmaları, canlarının sıkılması,
yalnızlıktan dolayı içe doğru büzülerek sönen bir çiçek gibi çökmeleri; tıpkı kaldırımda
yürürken karşıdan gelen dudağı uçuklamış gibi kadın görmüşüm gibi sevindiriyor
beni. Zaaflarımla, eksik ve bozuk
yanlarımla, bedenimin ve ruhumun hastalıklarıyla, uyumsuz ve isyankâr kişiliğimle
bu dünyada yalnız olmadığımı, benim gibi nicesinin benzer sıkıntıları çektiğini
hissediyorum. Hissetmiyorum, buna inanıyorum ve nihayetinde mutlu oluyorum.
Kimi zaman da, bu anlık saadetin getirdiği iyimserlik ve akılsızlıkla, elime
telefonu alıp uzun zamandır halini hatırını sormadığım eski bir dosta “Merhaba,
nasılsın?” diyorum. Arkasından gelen ani pişmanlık, ah yine mağlup oldum
arzularıma, yine kabul ettim içine düştüğüm derin çukurun azametini. Giden
gitti artık, nedamet bir fayda getirmiyor, bilakis yaraya tuz basıyor. İyisi mi
sonuca odaklanayım, zindanın kara duvarlarına değil de delikten içeriye sızan mavi
ışığa odaklanayım, belki karşı taraf her ne kadar bana inkâr edilmeyecek
düzeyde benzese de mutlak anlamda aynadaki aksim değildir umuduna sarılıyorum.
Yanıt hemen gelmiyor, ben geciken yanıtı takmadığım için telefonu döşeğin
altına sıkıştırıp salona geçiyorum. Daha önce izlediğim bir filme ya da daha
önce defalarca okunmuş bir romanın bildik sayfalarına yarım dikkatle dalıyorum.
Orada benden daha çok var olan roman veya film kahramanlarının kurgusal sorunlarıyla
ilgilenirken kısa bir süreliğine de olsa unutuyorum telefonu. Sonra, bulduğum
ilk fırsatta -sayfa sonu, sahne değişimi, tuvalet molası…- yatağa koşup döşeğin
altına sıkışmış olan mesajı okuyorum. Benim mesajımı aldıktan 23 dakika sonra
yanıt yazmış, hah! Tabii ki, sanki benden mesaj bekliyormuş da alır almaz büyük
bir hevesle ve iştahla yanıt yazdı dedirtmemek için mahsus yapıyor bu tehiri.
Evet, evet, kesinlikle budur durumun özeti. Hem ne var bunda darılacak, gocunacak;
ben olsam ben de aynısını yapardım. Hatta ben yanıt bile yazmazdım…İyisi mi öyle yapayım, yanıt vermeyeyim, ne gerek var şimdi güzelim vaktimi boş bir muhabbetle israf etmeye. Yanıt vermeyeyim ki zafer benim olsun, son darbeyi vurup yoluma gitmiş olayım.. Gece yatağa uzanırken başımı muzaffer bir kumandan gibi koyayım yastığa...
11
Eylül 2023 - Shenzhen
* Anı olarak başlayıp kurgu olarak devam eden ve fantezi bir sonla biten eğlendirici bir metin oldu :)
21 Haziran 2023
Final Words to My Students
Dear students,
Today is the last Wednesday of the school year
2022-23, coincidentally it’s the longest day of the year in the northern
hemisphere. It has been a great pleasure to be the teacher of such a nice
cohort of students. I consider myself lucky to have hardworking, respectful,
and open-minded students like you. Despite all that pressure on your shoulders,
you have done an amazing job and deserve a lot of congratulations and applause.
However, this letter is not written to praise you or to exaggerate your
achievements. I believe it is already done by many other teachers, counselors,
and parents (including myself). This letter is an apology with a few pieces of
advice for your future from a teacher who considers himself a life-long learner
and a constant appreciator of the nature around him.
Unlike many others, I am not good at writing
praises on demand or because of a sudden request from a person nearby. I write
in order to feel that I am completely free of the world that binds and limits
my horizon. I write because it makes me express my thoughts better than I
speak. I write because, like falling in love with someone, writing makes me
feel how lonely I would have been if the words on paper did not save me from
drowning in the dizzying whirlpool of life. This is probably why I wrote the
most banal, the most cliché, and the most mediocre words in your yearbook when
you ask me. The same thing can be said for the mundane pieces of advice on your
grade reports as well. However, when I get home and sit in silence to organize
my thoughts, when I give myself the luxury of being away from the invisible
ropes of modern life, when I look out the window and feel the responsibility of
being a teacher apart from the bureaucratic duties lurking in the school
corridors; the words come to me in full sincerity. I sit and write what I truly
wish to write.
Honestly speaking, I sometimes need months to write
a good paragraph and I believe if it’s going to be a beautiful paragraph,
I won’t mind wasting months. I believe in slowness, believe in being gentle and
kind to everything in the universe, believe that the worst thing a person can
do is to speak loudly when s/he comes to a stream of water in a silent forest.
I don’t expect people around me to understand my little self-indulgent
mannerism but still, as a teacher, I feel responsible that I should tell my
students the right thoughts, the right behavior, the right actions in a world
where speed, intelligence, popularity, and overconfidence are respected as
characteristics of high quality.
In the name of preparing you for the future world,
we teach you how to solve differential equations, we teach you how to calculate
the expected value of a random variable, we teach you how to deal with chemical
reactions and how to analyze cell anatomy. But in all these never-ending
sessions of preparation, we rarely talk about being kind to the weak, being
generous to those who need help, being wise to those who need our advice,
and being respectful to those who sacrifice a lot for us. So here I am,
filling that gap with my final words:
Please be kind to everyone and everything in life.
Not just humans and animals, even non-living objects deserve treatment with
respect and serenity (Closing a door gently instead of slamming it could be a
good start.). Be generous to those who are not as fortunate as you, understand
them, sympathize with them, if possible help them. Read a lot of literary
fiction so that you can live under the skin of those whom you will never meet
in real life, see the world from their perspective, feel what they feel, get
angry with them, and be cheerful about their fortunate moments. The power of
literature does not come from beautifully phrased sentences only, it also comes
from the unifying characteristics of human emotions. Only literature can make
us understand the human with his/her existential conditions. Science and
Mathematics can take us to the objective reality of atoms, molecules, planets,
and galaxies… But human is not something created in a vacuum of eternal space
or in the labyrinth-like rooms of laboratories. It is created by society, by
the systems which are also human inventions, by the institutions which are
mostly impermanent and full of flaws. So to understand human means to
understand the world surrounding him/her, to understand the innumerable ropes
that tie him/her to the world s/he feels that s/he is thrown into. This is why
I am always asking you to read a lot. Only by reading the world literature, you
can understand the modern human and your position in the modern world as an
individual.
In addition to reading a lot, perhaps something
comes with reading, I strongly recommend you not to be afraid of being alone.
Don’t sacrifice your alone-ness (Not loneliness. Loneliness is a feeling;
alone-ness is a physical state.) for noisy crowds or the self-righteousness
that you might find in the flows of social media. Have some self-respect before
having self-confidence. Creativity is not a magical elixir. Ideas come to
everyone but the seeds cling to life only if the mind is humid and warm enough
to convert those ideas into a sapling, then a tree, and then a
forest. Being alone is like being asleep, it is the time when your mind
reflects on things that happened recently or the books you read a few days ago
or the conversation you had with your friend yesterday. It is a war of random
movements and most of the creative ideas come from these random crashes.
Remember, it’s not magic, it’s mostly the courage of embracing seemingly
distant ideas at the same time and putting them together. Once you focus on
that cloud of ideas, you will realize that a meaningful picture will slowly
emerge. In that moment, “focus” is the key word. Never fool yourself with the
idea that you can do two things at the same time. Do one thing at a time. Great
minds in history are great not because they are extremely smart. They are
great because they can focus on one task for long hours. They don’t feel
boredom in their own presence. They feel joy and enchantment.
Finally, I also
recommend you to be irreplaceable. No matter what you do or where you go, be
the best at “at least one thing” so that people around you cannot even imagine
that it can be done without you. Some people exist more when they are absent,
be one of them. If you have a passion for something, don’t stop chasing it.
Passions make us human, not knowledge or power. You can never see a monkey or a
cat practicing for better jumps. Humans are the only species that practice to
be better at certain tasks. We constantly practice for things that we hate
(exams, interviews, speeches…) so why not make a rule for ourselves that will
make us practice one thing that we actually love to do. As I have said in class
before, do not sacrifice your love for Art/Sports for your job in Science/Math, and also do not sacrifice studying Science/Math for doing Art/Sports. These two
can go together quite well and if you have a daily routine, some
self-discipline, a bit of courage for being at the front, and a bit of faith in the
future of humanity; there is nothing that you cannot manage in the long run. No
one claims that digging a well with a needle is easy but at the same time, no
one can deny that it could be done if you are stubborn enough.
I can write more but it is going to be another boring and lengthy message from your Math teacher so I am stopping here. Let me finish with a song that I used to listen quite often when I was in university. Have a great summer. See you at the end of August.
https://www.youtube.com/watch?v=j1zBEWyBJb0
Ali Rıza Arıcan – June 21st 2023
* The picture on top of the page is a Chinese proverb, saying "The more you sweat in practice, the less you will bleed in the battle."