Nanjing Havaalanına indiğimde sorun yaşayacağımı biliyordum
ama işin bu kadar uzayacağını asla tahmin edemezdim. Önceleri, yani geçtiğimiz
üç yıl boyunca, pasaport kontrolü yapan memur benim TC pasaportumu görür
görmez, şöyle bir duraksar ve amirini çağırırdı. Amir gelir, beni bir kenara
çeker, pasaportumu alıp az ilerideki diğer polislere gösterir, bilgisayarda bir
şeylere baktıktan sonra bana pasaportumu iade edip beni pasaport kontrolü
gişesine gönderirdi. Bazen sorular sorardı. Nerede çalışıyorum? Neden bu
havaalanını kullanıyorum? Nereden geliyorum? Bunu, pasaportumda Çinli
makamlarca verilmiş bir yıllık oturma iznim olmasına rağmen yaparlardı. O kadar
ki çalıştığım okul Çin devletine bağlı, beni işe alan şirketin kurucusu Çinli,
ne çalıştığım okulda ne de sözleşmemi hazırlayan şirkette benden başka bir
Türkiyeli var. Buna rağmen her geliş gidişimde bu muameleyle karşılaşırım,
sorun çıkarmam. Biliyorum ki onların ülkesi, biliyorum ki istemezlerse almazlar
beni, biliyorum ki Çin’in güvenli bir ülke olarak kalması için uğraşıyorlar ve
bu benim de işime geliyor. Yine de içerlemeden edemem ama. İnsanız sonuçta!
Herkes geçiyor, niye bir ben kalıyorum! Kendi kendime konuşurum beklerken.
Utanır, sıkılırım! Taşıdığım, taşımak zorunda olduğum pasaportun getirisi
bunlar. Duyduklarıma göre, birkaç yıl önce sahte TC pasaportlarıyla Çin’den
kaçmaya çalışan Uygur Türkleri yakalanmış. O gün bugündür ne zaman bir TC
pasaportu görseler ürküyorlar, kendi makamlarınca verilmiş vizeye bakmaksızın
sorguya çekiyorlar.
Durum böyle olunca ben hazırlıklıyım bu gelişimde. Biliyorum
çekecekler kenara, alkol kontrolü yapan trafik polisleri gibi bekletecekler
beni. Pasaportumu veriyorum gişedeki memure hanıma. Kadın pasaportu görünce
şöyle bir geriliyor. Ne yapacağını şaşırıyor. Hemen mi aramalı amiri yoksa
pasaportun içine baktıktan sonra mı? Öylesine eviriyor çeviriyor pasaportu, bakıyor
ama görmüyor gibi. Sonra hemen telefona sarılıyor, başta yapması gereken işi
daha fazla geciktirmemesi gerektiğini biliyor olmanın verdiği telaş var yüzünde.
Birkaç saniye içinde pasaportum bir erkek memurun elinde. Cam kapı açılıyor,
kadın memure bana “Lütfen bu beyi takip edin.” diyor.
Ediyorum tabii ki, ne yapacağım. Gassalın elindeki meyyitten
ne farkımız var sınır polisinin karşısında! Polis memuru beni gişelerin bittiği
bir noktaya götürüyor. “Burada oturun, beş dakika bekleyin.” diyor. “İyi”
diyorum içimden, “En azından beş dakika dedi. Hiçbir şey demeyebilirdi ya da on
beş dakika diyebilirdi” Bu sırada Tayland pasaportuyla gelen Jaruwan benden
önce geçtiği için aşağıya, bavulların olacağı yere inmiş. Benim çevirmeye
yakalandığımdan habersiz. Bekliyorum bir süre. Pasaportumu alan memur geri
gelip bana sorular soruyor. “Nerede çalışıyorsun?”, “Kaç yıldır Çin’de
yaşıyorsun.” gibi aslında yanıtlarını pasaporttan bulabileceği ama bir de
benden duyarak sağlama yapacağı sorular bunlar. Hepsine en doğru yanıtları
veriyorum. İlkokuldan beri iyiyimdir sözlü sınavlarda :)
Memur tekrar gidiyor. Bu sırada Jaruwan geliyor. Uzaktan “Gelme,
seni de tutarlar.” işareti yapıyorum ama anlamıyor beni. Yanıma oturuyor, ben
ona durumu izah ederken yanımızda genç bir asker beliriyor. Elinde tüfek,
sağında solunda bıçak ve cop… Ben tabii “ohaaa” oluyorum. Kaçacağımdan mı
korkuyorlar? Pasaportumu aldılar, yanıma bir de silahlı asker diktiler. Neden?
TC pasaportu taşıdığım için. Görünen tek neden bu! “Ne oldu? Bavulları aldın
mı?”, soruyorum Jaruwan’a. “Yok” diyor. “Daha bizim uçaktan gelen bavullar
ulaşmadı.” Birlikte bekliyoruz, şakalaşıyoruz, gülüşüyoruz. Ne yapayım, stres
mi yapayım yanımda yirmi yaşında tüfekli bir asker diktikleri için?
Bu sırada etraf sessizleşiyor, bizim uçakla gelen yolcuların
hepsi geçip gidiyor önümüzden. Herkes şen şakrak, güle oynaya iniyorlar
merdivenden aşağıya. Pasaport kontroldeki memurlar bile dükkânı kapatıp Cuma namazına giden esnaflar
gibi gişeleri kapatıp gidiyorlar, bir sonraki uçağa kadar dinlenecekleri
odalarına. Beni alıkoyan kadın memure geçiyor önümden. Yüzüme bakmıyor. İşini
yapmış olmanın haklı memnuniyeti mi bu? Yoksa bilmediğim başka şeyler mi var?
Ne olabilir ki? Öğretmenim ben ya! Hayatını matematiğin güzel olduğunu
öğretmeye adamış, az buçuk edebiyatla uğraşan, arada da koşan bir insan. Ayak sesleri seyreliyor, derin bir sessizlikle
baş başayız şimdi. Sanki koca havaalanında üç kişiyiz. Ben, Jaruwan ve yanı
başımızdaki asker. Bekliyoruz, bekliyoruz… En büyük endişem Çanco’ya giden son
treni kaçırmak. Treni kaçırırsak geceyi Nanjing’de geçirmemiz gerekecek. İşin
gücün yok, otel ara bu saatte. Yarın sabaha yapılacak işler de var!
Bir ara ben Jaruwan’a “Aşağıya in bak, bavullar gelmiştir.
Sahipsiz sanıp başka bir odaya götürmesinler.” diyorum. Kalkıp gidecek ama yanımızdaki
asker hareketleniyor hemen. “Dur” işareti yapıyor eliyle. Jaruwan durmuyor, askerin
yanına gidip İngilizce bir şeyler söylüyor ama asker İngilizce bilmediği için
durum iyice karışıyor. Eliyle, koluyla “Abla, sen az bir bekle. Ben amirime
sorayım.” diyor. Koşarak gidiyor, koşarak geliyor. Yanında başka bir polis var.
Jaruwan aşağıya bu polisle birlikte iniyor. Tek başına havaalanında gezmesi
bile yasak. O kadar tehlikeli yani! TC pasaportu taşıyan bir adamın Taylandlı
karısı… Her şey beklenebilir bu kadından!!! Neyse, o da gidiyor. Kaldım mı
askerle ben baş başa! O bana bakıyor ben ona! Bekleşmeye devam… Jaruwan on – on
beş dakika sonra iki kocaman siyah bavulla geri geliyor. Eskortluk eden polis
onu bırakıp kayboluyor koridorun öteki ucunda.
Neredeyse bir saat geçmiş. Hiçbir haber vermiyorlar, ne
yaptıkları da belli değil. Keşke daha fazla soru sorsalar da böyle
bekletmeseler. Bir ara ayaklarım açılsın diye kalkıp dar bir alanda turlamaya
başlıyorum. Duvarlardaki resimlere bakıyorum, yanlış bir şekilde İngilizceye
çevrilmiş uyarıları okuyorum. Havaalanının olağan dışı suskunluğu içimde
kabaran dalgaların seslerini daha bir duyulur hale getiriyor. Kayalara vurdukça
köpüren dalgalar gitgide yükseliyor göğsümün boşluğuna doğru, girdaplar
oluşuyor anlık çarpıntılarla, yosunlar vuruyor taşların keskin uçlarına… “Sakin
ol.” diyorum kendi kendime. 3-4 saatlik
sınavlara gözetmenlik yaparken vakit geçsin diye yaptığım asal sayı sayma alışkanlığıma
sığınıyorum. Ufak adımlarla ileri geri giderken sayıyorum bir yandan: 2, 3, 5,
7, 11, 13, 17,… Asker benim aksi bir harekette bulunmayacağıma emin olana kadar
avını gözetleyen kaplan gibi bakıyor bana. Hatta, yaklaşıyor biraz, ters yöne
koşarsam mesafeyi kapamak sorun olmasın diye belki de.
Bir saatin sonunda pasaportumu alan amir geliyor yanıma.
Sözünü ettiğim okulda çalıştığımı belgeleyen başka bir kanıtım olup olmadığını
soruyor. Sigorta kartını gösteriyorum. Üzerinde hem kendi adım var hem de okulun
adı. İçimden değil dışımdan söyleniyorum bu sefer, “Neden daha önce sormadınız
bunu?” Amir yanıt vermeden karta bakıyor. Önünü arkasını kontrol ediyor. Tatmin
olmadığını görebiliyorum kırpışan gözlerinden. “Çalıştığınız okuldan birisiyle
görüşebilir miyim?” diye soruyor bu sefer. “Tabii ki!” diyorum. Telefondan okul
müdürünün numarasını veriyorum ama müdür açmıyor. Amir başka birisini soruyor. Bu
sefer Çince bilmeyen yabancı öğretmenlerin işlerini halleden asistan kızın
(Wang) numarasını veriyorum. Wang yanıt veriyor telefona. Amir uzaklaşıyor
yanımdan. Ne konuşuyorlar bilmiyorum. Bir ara elindeki pasaportumdan adımı harf
harf okuduğunu duyuyorum.
Beş dakika sonra, benim bu durumlara düşmeme neden olan o “zalim”
memureyle birlikte geri geliyor. Tamam, suç onun değil ama ne yapayım!
Birilerine kızmam lazım. Her şeyi o başlattı işte. Treni kaçırırsam otel
parasını bu kadından almam lazım… Kadının elinde pasaportuma damga vuracak olan
kaşe var. Birlikte gişelerin oraya yürüyoruz. Hiçbir şey olmamış gibi başlangıç
noktasına geçiyorum. Uçakta unutulmuş bir yolcuyum ben aslında, son anda fark
ediyorlar ve apar topar indiriyorlar. Memure hanım pasaportumu ilk defa
görüyormuş gibi sayfalarını karıştırıyor, elektronik okuyucudan geçiriyor,
bilgisayara bir şeyler yazıyor. Ben bu arada önümdeki müşteri memnuniyeti
tuşlarına bakıyorum. Dört seçenek var: Mükemmel, iyi, kötü, berbat. Damga
pasaportuma vurulur vurulmaz “Berbat” tuşuna basıyorum. Hiç beklemediği anda
karşısına intikam alma şansı çıkan bir insanın şaşkınlığı var bende. Bir de
yanlış yere alıkonulduktan sonra özgürlüğüne kavuşmuş bir mahkûmun sevinci.
Jaruwan’a işaret ediyorum, “Çabuk ol. Son treni kaçırmayalım.”
Amir yanıma geliyor tekrar. Damgamı da almışım, kükrüyorum
artık. “Neden bu kadar uzun sürdü bu iş?”, “Beş dakikada yapılacak işi bir saat
on beş dakikada yaptınız.”, “İtirazım bekletilmeye değil, bu kadar uzun süre
sorgusuz sualsiz bekletilmeye…” Amir, suçluymuş da af diliyormuş gibi elini
omzuma atıyor. Ahbap olduk bir anda. Az önce terörist muamelesi çektikleri
adamla sarhoş dostluğu kurmaya çalışıyor aklı sıra! Yemem ben, kusura bakma. “İzah
edeyim” diyor sevecen bir tavırla. Pasaportumu alıyor tekrar. Sayfaları
karıştırıyor. Sonra da bana 2015 yılında Çin’deki havaalanlarından birisinde
vurulmuş bir damgayı gösteriyor. “Bak, bu damgada ay rakamı okunmuyor. O yüzden
tuttuk seni bu kadar.”
Ben kopuyorum o noktada, yokuş yukarı çıkarken zinciri
boşalan bisikletin pedalları gibiyim. “Yalan söylüyorsun!” diyorum amire. “Hem
o damgayı da senin gibi bir memur vurmuş. Benim ne suçum var? Kaşelerinizin
mürekkep ayarını yapamıyorsanız ben neden sorumlu oluyorum bundan?”, “Ayrıca
rakam da okunuyor, mart ayında giriş yapmışım işte. Neyini okuyamadınız? Kör
müsünüz?” Daha da saydırıyorum ama amirin yüzündeki otorite zırnık sarsılmıyor.
Elini tekrar omzuma koyuyor. Bu sefer dostça değil, “Çok bile konuştun. Hadi
ikile hemen yoksa sonun iyi olmaz.” diyen bir ağır abi dokunuşu bu. “Sana daha fazla bilgi veremem.” diyor.
O anda anlıyorum işin içinde bambaşka bir şeyler var. “Neden?” diyorum. Yapmak zorunda
olmadığı halde üşenerek yapılan bir işe yeltenir gibi elini telefonuna
uzatıyor. Çince-İngilizce sözlükte bir şeyler yazıyor. İngilizce çeviriyi
gösteriyor ama okuduğumu anlayamıyorum. Çünkü çeviri kısmında “Sports day
security…” gibi bir şeyler yazıyor. Saçma sapan bir ifade, anlaşılacak bir şey
değil yani... Duvarlardaki uyarıları İngilizceye nasıl çevirdikleri anlaşılıyor böylece. Öğrenme arzumu yitiriyorum o anda, bilmemenin dayanılmaz hafifliğine doğru sıvışmak istiyorum. Belki amir de bilmiyor derdini İngilizce nasıl anlatacağını, ondan yaşadığımız bunca sıkıntı.
Çaresizim artık, pes etmekten başka seçeneğim yok. “İyi tamam” diyorum en
sonunda. İndiriyorum yelkenleri suya. Hem zaten pasaportuma damgayı almışım,
daha ne uğraşıyorum ki. Söylenerek uzaklaşıyorum yanlarından.
Aşağıya inince hemen Wang’ı arıyorum. “Ne oldu? Neymiş
sorun?” diyorum. Wang “Türkiye’deki olaylardan (Darbe girişimini kast ediyor) dolayı
tüm Türkiyelilere yapılan sıradan bir kontrolmüş. Senle bir ilgisi yok.” diyor. Uzatmıyorum. Çok çok teşekkür edip kapatıyorum telefonu. Saatte 50 km/s hızla giden dev bir kamyonun arkasında bir saat on beş dakika boyunca oyalanmış bir Ferrari sürücüsüymüşüm gibi haksız, hatta züppece bir isyan var içimde. Bir kere solladıktan sonra kamyonu da, kamyonun arkasındayken hissettiklerimi de (yer yer haksız da olsam), kamyon şoförünün yol verme konusundaki inadını da unutabilirim.Yakalamamız
gereken bir tren var önümüzde, ATM’den para çekmem lazım, hepsinden önemlisi uçaktan beri
tuttuğum tuvalet ihtiyacımı gidermem lazım. Metro girişine yakın bir yerdeki tuvaletlerden
birisine dalıyorum koşarak. Pisuarların altındaki su birikintilerini görünce
tanıdık bir sahneyi uzun bir aradan sonra gören çocuk gibi seviniyorum. İşimi görürken, idrar damlaları yere
dökülmesin diye her pisuarın önüne konmuş olan uyarıyı okumayı da ihmal
etmiyorum. “Senin için ileriye doğru küçük bir adım, uygarlık için dev bir
sıçrama.” Evet, Çin’deyim artık...
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder