Bu Blogda Ara

11 Ağustos 2016

Aforizmalar 7-10

Yedinci Aforizma: Dünyayla sorunları olmayan insan yazmamalı bence. Moda oldu şimdi. İki cümle yazıp, sosyal medyada beğeni kazanan herkes yazar, şair oluyor… O gazla hemen gidiyorlar, meşhur bir yazarın verdiği yaratıcı yazarlık kursuna. Zannediyorlar ki çıkınca hepsi Zola ya da Tolstoy olacaklar. Olmadığını, olmayacağını anlamanız için kaç yüz kişinin daha bu kurslarda heba olması gerekiyor? Geçen kış Beyoğlu’nda gezerken bir afişe rastlamıştım. Ünlü isimler, bir haftalık yaratıcı yazarlık semineri verecekmiş. Sırf merakımdan telefon ettim, fiyatı sordum. 2.000 TL gibi bir şey söylediler. Ucuz da değil yani, kolay mı? Bitince Dostoyevski olacaksın! Bir yıl sonra kitapların Orhan Pamuk’un kitaplarının yanında satılacak. Hatta Haldun Taner ve Sait Faik ödüllerini beğenmeyip doğrudan Nobel’e uzanacaksın. Bakınız, tüm samimiyetimle yazıyorum bunları. Sapla samanı ayırmak ve naif ruhlara bir iyilikte bulunmak için yapıyorum yani. Yaratıcı Yazarlık kurslarına gitmeyiniz, gidenleri uyarınız, gücünüz yetiyorsa engelleyiniz. İlla gidecekseniz, bir ya da iki kitap yayınladıktan sonra, yani yazar olduğunuzu kendinize kanıtladıktan sonra, tekniğinizi geliştirmek ya da başkalarının düşüncelerini öğrenmek için gidiniz. Neden mi? İzah edeyim. En başta, bu kurslarda iki önemli konu birbirine karıştırılıyor. Yaratıcılık ve yazarlık. Yaratıcılık öğretilir, öğretiliyor da zaten. Bunca güzel sanatlar fakültesi, bunca edebiyat bölümü neden var? Binlerce öğrenci her yıl öğrenmiyor mu resim yapmayı, müzik bestelemeyi, deneme / öykü / şiir yazmayı? Ver herhangi bir lise mezununa beş farklı karakter, bir mekân ve bir çatışma; sana öykünün en güzelini yazar. Dahi olmaya gerek yok roman yazmak için. Bakın televizyon dizilerinin çoğuna, sizce o dizileri yazanlar çok mu zekiler, çok mu yaratıcılar? İçlerinde mutlaka istisna güzellikte yapıtlar vardır ama genel olarak TV dizileri pespayelikten, klişeden geçilmez. Yazılan kitaplara da bakın. Liseli öğrenciler bile roman yazar oldu artık. Yazamazlar demiyorum, tam tersine yazarlar ve bunda abartılacak bir şey yok diyorum. Mesele de burada başlıyor zaten.  Sorun bir şeyler yaratmak değil ki; sorun yazmak, sorun güzel yazmak, sorun okuyucunun aklına değil yüreğine girmek, sorun yazarak bir şeyleri değiştirebileceğine inanmak ve bu uğurda dünyaya meydan okumak. Yani yazar olmak için dünyayla bir sorununuz olmalı, yumruklarınız hep sıkılı olmalı, mutlu olabilirsiniz ama aynı zamanda eksik hissetmelisiniz kendinizi. Huzursuz olmalısınız, içinizde atlar tepiniyor olmalı. Bir şeylerin değişebileceğine, dünyanın daha güzel bir yer olabileceğine, insanların huzura kavuşacağına inanmalısınız ve bu uğurda çaba sarf etmenin ulvi bir görev olduğunu düşünmelisiniz. Evrensel normlarınız olmalı; insan sevgisi, doğaya hayranlık, bilime saygı, güzel olan karşısında donup kalma, zayıfın yanında olma, haklıyı savunma, zalime meydan okuma, ne olursa olsun insanın yanında olma… Bunlar yoksa neyi yazacaksınız, söyler misiniz bana? Beni rahatsız eden şey dünyaya söyleyecek tek bir kelimesi olmayan insanların yüz bin kelimelik roman yazmaya çalışması ve parayı bastırıp kitabı yayımladıktan sonra ortalıkta yazarım diye fink atması… Değilsin kardeşim, yaratmışsın bir hikâye. En iyimser ifadeyle romancısın. Yaratıcılık kolay iş, asıl zor olan yazarlık kısmı. Yazar olmak için bir ideolojin olmalı; bir duruşun, bir bakış açın, sarsılmaz bir değerler dünyan, sürekli genişleyen bir ufkun, zengin bir dilin, kıvrak bir hayal gücün (kurgu için değil, güzel yazmak için) olmalı. Bunları da sekiz haftalık yaratıcı yazarlık kurslarında kazanamazsın. Değil sekiz hafta, sekiz ay bile yetmez. Sabır lazım, dirayet lazım, inat lazım, az da olsa her gün yazman lazım. Yazamadığın günlerde içinde bir sıkıntı oluşması lazım, öyle ki gece yastığa başını koyduğunda kendini suçlu hissetmen lazım, “Ben ne kadar tembelim, 24 saat geçti tek bir cümle yazmadım.” diyebilmen lazım. Bu sancılı düzeye gelene kadar da çok yazman, çok hata yapman, çok saçmalaman, çok kendine kızman lazım. Kolay mı bir Nabokov olmak, bir Orwell olmak, bir Yaşar Kemal olmak. Öyle cümleler kurmalısın ki okuyucunun başı dönmeli, ayakları yerden kesilmeli, o güne kadar seni tanımadığı için geçmişine küfretmeli. Bu noktaya gelmen için de çok okumalı, çok gözlem yapmalı, çok not almalı, çok düşünmeli ve çok pratik yapmalısın. Aylardan değil, yıllardan bahsediyorum. Çantanda mutlaka iki tane defterin olmalı, biri büyük biri küçük. Acil durumlarda küçük olanı –yürürken bile-, zamanın bol olduğu zamanlarda büyük olanı kullanmalısın. Yazarken internetten uzak durmalısın, internetin olmadığı mekânlara gidip yazıya yoğunlaşmayı denemelisin. Sürekli insanları gözlemlemelisin. Hareketlerini, mimiklerini, sözlerini, kaçamaklarını, mırıldanmalarını, yüzlerinin kızarışını, kahkahalarını, ağlamalarını, gözlerini kaçırışlarını, kaşlarını oynatışlarını, yanaklarını içe çekişlerini, dudaklarını büzüşlerini, saçlarıyla oynamalarını… Bunları yaparsan zaten kursa falan gerek kalmaz. Birkaç yıl sonra güzel metinler yazmaya başlarsın. Güven bana, yazarsın! Bir davan varsa, dünyanın daha güzel olacağına dair bir umudun varsa mutlaka yazarsın. Yaratıcı yazarlık kurslarından alacağın sertifikayla açılmayacak demir kapılar, azimle ve inatla açılır önüne. İlla bir sertifikayı hak etmek istiyorsan kendine şöyle bir test yap.  Sağlığın sıhhatin yerindeyken, herhangi bir olağanüstü yoğunluğun yokken ve kimseden bu konuda bir baskı görmüyorken; şöyle bir iki hafta kendini yazıdan uzak tutmayı dene, zorla kendini. Yazmamaya ant iç ya da bilgisayarını / yazı malzemelerini kasaya kilitle ve anahtarı güvendiğin birisine var. Bak bakalım huzursuz oluyor musun? Bak bakalım uykuların kaçıyor mu? Bak bakalım hayatın anlamını yitiriyor mu? Yazmayı bırakmayı deneyip bırakabiliyorsan sen zaten hiç yazar olmamışsındır. (Yaşlanıp emekliye ayrılan ustaları tenzih ederim) Yok, yazmayı bırakmayı beceremiyorsan sen zaten yazar olmuşsundur. Hiç öyle kursa falan gitmene gerek yok. Yazmaya devam et. Bugün değerini bilmezler, beş sene sonra bilirler, on sene sonra bilirler, sen öldükten sonra bilirler. Sen yaz, ama her gün yaz. Düzenli yaz, disiplinli yaz, bir gün yazıp iki ay ara verme. Okumaları da ihmal etme, iyi yazarları elinde kalemle oku, altını çize çize, not ala ala… Gerisi zaten gelecektir. Yetenek diye bir şey yoktur. Çalışmayla, azimle, yıllarını vermekle oluyor güzel şeyler. O güzellik eninde sonunda seni de bulacaktır. Bu da tüm genç yazarlara benden bir ders olsun. Şimdilik bu kadar…

Sekizinci Aforizma: İnsan kötü edebiyatı gençliğinde okumalı. Yaşı ilerledikçe tahammül eşiği yükseliyor çünkü (tahammülsüzlük eşiği alçalıyor da denilebilir); iyi yazılmamış cümlelere karşı alerjik bir tepki veriyor zihni, süslü püslü ama içerikten ve derinlikten yoksun betimlemelere ister istemez burun kıvırıyor, en kötüsü de hem bu tür ürünleri ortaya koyanlardan hem de kendisini yalnızlığa sürükleyen entelektüel züppelikten tiksinmeye (bırakamasa bile) hakkı olduğunu düşünüyor. Evet, lise ve üniversite çağlarında okunmalı popüler yazarlar ve şairler. Çünkü o yaşlarda henüz farkına varamıyor insan, kötü edebiyatı kötü yapan öğelerin aslında çok da uzağımızda olmadığının. Hem vakit de bol, hata yapma payı geniş. Her şey okunabilir, hatta her şey okunmalıdır. Genç yaşta ucuz edebiyatla tanışan insan zamanla sıkılacaktır okuduklarından çünkü sadece gerçek edebiyat sıkmaz insanı, içine çeker ve sarıp sarmalar, her daim yeni şeyler öğretir, yeni ufukların açılmasını sağlar. Nitelikli edebiyat insan denilen muammayı hazır bir formül olarak ele almadığı için ve insanın sürekli değişen varoluşunu tüm değişkenleriyle birlikte incelediği için sıkmaz, bunaltmaz. Ucuz edebiyat ise bayat olandır, içinde yenilik barındırmadığı gibi gerçeklik de barındırmaz. Gerçekliğin bir boyutunu barındırır sadece, tünelin içindeki karanlığı ve o karanlığın meydana getirdiği keşmekeşi değil sonundaki aydınlığı anlatır hep. Karakterle genellikle tek boyutludur, hikâyeler yazarın duruşu hakkında bir bilgi vermez.  Aynı şeyleri tekrar etmekten bıkmaz, okuyucuyu aptal yerine koymaya bayılır, en kötüsü de okuyucuyu soru sormaya ve keşfetmeye değil de hazır yanıtlara götürür. Gençlerin, yani yolun başında olanların bu tarz aldatmalara kanmalarını anlayışla karşılayabiliriz. Okumaya devam ettikleri sürece er ya da geç nitelikli edebiyata kavuşacaklardır. Çeviri metinler için de aynı şeyi söyleyebiliriz. Her çeviri bir yeniden yazma sürecidir ve dolayısıyla yazarın orijinal metninden bir sapmadır. Çeviri sırasında yazarın üslubunun korunması için çevirmenin de bir üslup ustası, yani az çok bir yazar olması gerekir. Hem çevirdiği dilin (örneğin İngilizce) kültürünü çok iyi bilmelidir, hem de çevrilecek dilde (örneğin Türkçe) bir yazı ustası olmalıdır. Sırf dil biliyor diye, kültürü ve edebiyatı özümsememiş birisine çevrilmesi için verilen yapıt, tüyleri yolunmuş tavuğa dönüşür. Tavuk tavuk olma özelliğini korumaktadır: gıdaklar, yemini yer, yumurtlar, kuluçkaya yatar… Ama tüyleri olmadığı için güzelliğini, estetik cazibesini yitirmiştir. Kimse bakmaz yüzüne, kimse de onu tavuk diye çağırmaz. Bu yüzden gençlere tavsiyem lise ve üniversite yıllarında okuyabildikleri kadar dünya edebiyatı okumalarıdır. Eğer kitapları seven, edebiyata aşk derecesinde bağlı olan birisiyseniz belli bir yaştan sonra çeviri metinlerde de tuhaf bir iticilik bulacaksınız. Burada tabii ki edebi olma amacı gütmeyen yapıtları hariç tutmak şart. Örneğin, bir felsefe ya da sosyoloji kitabının çevirisindeki üslup kaygısı, bir romanın ya da öykünün çevirisindeki üslup kaygısından çok daha azdır. Çünkü edebi eserde üslup ve içerik etle kemik gibi birbirine bağlıdır. Biri diğerinden ayrı çözümlenemez, ayrı düşünülemez. O kadar ki romandan öyküye, öyküde şiire doğru ilerledikçe içerik önemini yitirir, üslup ise daha bir önem kazanır. Bu da çevirmenin işini bir hayli zorlaştırır. Çeviri metinlerde yazarın üslubunu yakalamak imkânsız olmamakla birlikte kolay değildir. Bazı hassas okurlar bu konuda taviz vermezler ve her türlü çeviriyi reddederler. Ben son yıllarda, Türkçe yazılmış bir kitapla Türkçeye çevrilmiş bir kitap arasında tereddütte kaldığımda her zaman için Türkçe yazılmış kitabı tercih ediyorum. Türkçeye çevrilmiş bir kitabın İngilizce aslı varsa, onu bulmaya çalışıyorum. Bu şekilde okuduğum onlarca roman olmuştur. Kitap bildiğim iki dilin dışında bir dilde yazılmışsa, bazen İngilizce çeviriyi Türkçe çeviriye tercih ediyorum. Hayır, İngilizce çeviri daha iyi olduğu için değil, İngilizce çeviriden beklentilerim daha az olduğu için. Daha doğrusu İngilizce çeviride üslup, ton, cümle arayışım olmuyor pek. Deplasmandayım sonuçta, beraberlik bile kârdır diye düşünüyorum.

Dokuzuncu Aforizma: Hep düşünmüşümdür. Neden elektromanyetizma ya da Doppler Etkisi gibi konuların tartışıldığı programlara değil de sadece evrim kuramının tartışıldığı programlara din adamları ya da dindarlığı kanıtlanmış felsefeciler davet edilir? Yani, hangi yetkinlik ve yetkiyle bu imam / dindar felsefeci böyle bir programa katılabiliyor? Ya da insanlar nasıl bir beklentiyle evrimi bir din adamından veya evrim kuramını reddeden bir sosyal bilimciden dinlemeye gidiyorlar? Ramazan ayının bereketiyle ilgili bir programa moleküler biyologları davet ediyorlar mı ki konu evrim olunca üniversitede Kelam, Hadis, Fıkıh, Epistemoloji, Etik, Ontoloji okumuş insanlar söz sahibi olabiliyorlar? Daha da ilginç olan şu; din adamları kendilerine dokunmayan bilimle ilgili en ufak bir yorum yapmazlar. Ne bileyim; hiçbir imamın ya da papazın çıkıp da “Hayır efendim, kütleler arası çekimin hızı ışık hızından daha düşüktür.” dediğini duymayız. Çünkü böyle bir iddianın doğruluğu veya yanlışlığı onların otoritesine doğrudan bir saldırı oluşturmayacaktır. Bilim umurlarında bile değildir. Ne bilimsel bilginin doğruluğuyla ilgilenirler ne de bilimsel bilginin yaygınlaşmasının topluma vereceği ahlaki olgunlukla. Seslerinin bu kadar çıkmasının nedeni korkularıdır, güçlerini kaybedecekleri endişesidir. Buradan da şu sonuç çıkar. Din adamları sadece otoriteleri sarsılmaya başladığında bilimle ilgilenirler (ilgileniyormuş gibi yaparlar) ve bilimle ilgili yorumlarını halka sunarlar (halkın böyle bir talebi olmasa bile). Bunu yaparken de izlenilmesi gereken yolu izlemezler, kolaya kaçarlar. Madem evrim kuramını öğrenmek itiyorsun git bir kütüphaneye, önce evrim kuramı neymiş ne değilmiş onu öğren, git konunun uzmanlarıyla konuş, git herhangi bir öğrenci gibi ders çalış, oku, ezberle, işin mekanizmasını çöz. Ondan sonra itiraz edeceksen yine et ama bilimsel argümanların sınırları içerisinde yap bu itirazı. Otoriten sarsılacağı için ya da senin cami / kilise kürsüsünden anlatacağın hikâyelere kimse inanmayacak kaygısıyla yapma. Maalesef ülkemizdeki din adamları, hakkında hiçbir fikirleri olmadıkları halde fırsat buldukça evrime saldırmaya devam ediyorlar. Adnan Hoca diye bilinen adamın evrim hakkında çok pahalı kuşe kâğıtlara basılı kitaplarının olduğunu bilmeyen yoktur. Dawkins’e bile göndermiş bir nüsha. Düşünsenize! Adam hayatında tek bir biyoloji dersi bile geçmemiş ama biyoloji alanında doktora yapmış birisine kafa tutuyor, “Ben senden daha iyi biliyorum. Sen yanılıyorsun.” diyor. Dawkins de haklı olarak kıçıyla gülüyor bu duruma, ne yapsın adam başka! Pek bilinmez ama Fethullah Gülen de 70’li yıllarda Evrim Kuramı üzerine bir konferans vermiştir. Üç dört saatlik bu konferansta FG; kendisinin “tekamül nazariyesi” adını verdiği evrim kuramını yerden yere vurur, safsata olduğunu iddia eder. Batıdaki Akıllı Tasarımcıların (Intelligent Design) temcit pilavı gibi ısıtıp ısıtıp bilim insanlarının önüne sunduğu zırvalıkları FG bir kere daha tekrar eder. Evrimin ne olduğunu ve nasıl bir mekanizmayla çalıştığını az çok anlamış birisi FG’nin baştan sona saçmaladığını çabucak anlayacaktır ama o konferansa gidenlerin ya da konferansı sonradan dinleyenlerin böyle bir amacı yoktur, asla da olmamıştır. Böyle bir amaçları olmadıkları için evrimin ne olduğunu öğrenemedikleri gibi hayatları böyle bir imamın peşinde dolanmakla geçer. Öncelikle konferansın adı “Evrim kuramı nasıl çürütülür.” olmalıdır çünkü konuşmacının evrim kuramını öğretmek gibi bir niyeti yoktur. Ayrıca, evrim kuramını anlamamış olduğu için böyle bir yetkinliği de yoktur. Sorulması gereken soru da budur zaten; camilerde imamlık yapması gereken, insanları güzel ahlaka ve iyiliğe davet etmesi gereken bu şahıs neden kafayı evrimle bozmuştur? Yanıt yukarıdakiyle aynı, bilimin her geçen gün artan nüfuzunun dinin alanına girmesinden korkmaları. Kendi nüfuzları azalırsa; nasıl kandırırlar insanları, nasıl himmetlerine el koyarlar fakirin fukaranın, nasıl milyonlarca insanı hipnotize olmuş gibi peşlerinden sürüklerler! Evrim kuramını akılları sıra çürütmeleri bu yüzdendir. Dedikleri şeyin gülünç olduğunu düşünmeden ve düşündürmeden yaparlar bunu. Çünkü evrim kuramı karşıtlarına göre evrim kuramını savunanlar bunu kasıtlı olarak yapmaktadırlar. Binlerce bilim insanı yalan söylediklerini bile bile bu safsataya destek vermektedirler. Yani; uzaya uydu gönderirken, bulaşıcı hastalıklardan korunmak için ilaç geliştirirken, 10.000 km uzaktaki akrabanla telefondan görüntülü iletişimi sağlayan aletleri yaparken, nanoteknolojiyle asla ıslanmayan ve yanmayan kumaşı geliştirirken aldatmayan bilim insanı iş evrim kuramına gelince düzenbazın, üçkâğıtçının, dolandırıcının önde gideni oluyor! Oh ne güzel! Onlar istedikleri kadar çırpınsınlar; bilim yine bildiğini okuyor. Din ise her geçen gün biraz daha köşeye sıkışıyor, Tanrı hipotezinin dolduracağı boşluklar her geçen gün biraz daha azalıyor. Zaten samimi bir bilim insanının evrim kuramıyla ciddi bir problemi olamaz. Duygusal yaklaşmak gibi bir lüksleri yoktur bilim insanlarının. Eldeki bulgular değerlendirilir, kurama uyuyorsa devam edilir, uymuyorsa kuramda değişikliklere gidilir. Eğer öyle bir zamana ulaşılır da yapılan değişikliklerden dolayı evrim kuramı tanınmaz hale gelirse, yeni bir kurama geçilir. Fizik bilimi nasıl Newton’dan (mutlak uzay ve zaman) Einstein’a (göreceli uzay ve zaman) geçiş yaptıysa biyoloji bilimi de benzerini gerçekleştirebilir. Bilim bir gün evrimi reddetse, bu durum din adamlarını yine mutlu etmeyecektir (ayrı bir yazının konusu bu) çünkü yerine konacak olan kuram da hiçbir şekilde bir yaratıcıdan söz etmeyecektir. Bu yeni kuram evrim kuramının yanıtlayamadığı soruları da yanıtlayacaktır, daha kapsamlı olacaktır, daha ufuk açıcı olacaktır, din adamlarının daha fazla nefretini kazanacaktır. Türkiye’de dini cemaatler evrim konusunda bilimsel kurumlardan daha etkinler maalesef. FG gitti ama onun yerini dolduracak yığınla isim var. Cüppeli var, AKP’nin her yerde mantar gibi biten eğitim vakıfları var… Bu yüzden halkın büyük bir çoğunluğu evrimi bir safsata olarak görüyor.  Bu konuda Avrupa ülkeleri ve ABD’nin dâhil olduğu 32 ülkelik bir grup içinde %75’le birinciyiz (yani %25le sonuncuyuz!). Danimarka’da evrim kuramının geçerli olduğunu düşünenlerin oranı %81. Bizden sonra gelen ülke ise ABD. Akıllı Tasarımcıların en büyük kalesidir ABD, bu yüzden şaşılacak bir durum yok. Orada da cemaatler, tarikatlar deli gibi çalışıyorlar. Biz ABD’ye değil de seküler Avrupa’ya bakalım. En azından ABD’deki Hristiyanların silahlanıp köktendinci bir akım oluşturma, devleti devirme, İsa’nın liderliğinde bir HABD kurmak gibi bir idealleri şimdilik yok. Türkiye’de ise cemaatler her zaman için siyaset üstü oynayan kurumlar olmuşlardır. Kısacası, övünülecek değil, ağlanılacak bir durumumuz var. Ve bu durumun en büyük sorumlusu Türkiye’deki dini cemaatlerin bu konuda yürüttükleri, büyük miktarda paralarla destekledikleri kampanyalardır. Oysa; üniversiteler, bağımsız akademiler ve yayın kuruluşları bu konuda ayrı bir çaba sarf etmeliler. Toplumun aydınlatılması için, bilimin bilim yapan insanlar tarafından öğretilmesi için önayak olmalılar. Türkçede evrim kuramı konusunda çok kaynak yok ama literatür yavaş yavaş çoğalıyor. ODTÜlü öğrencilerin başlattığı Evrim Ağacı projesi hem içerik açısından hem de nitelik açısından gençler için güzel bir kaynak. Ben de sürekli takip ediyorum. Sadece evrim kuramını değil, bilimin tüm konularını ele alan geniş bir sayfa. Facebook’tan takip edebilirsiniz. Lise veya üniversite çağında çocuklarınız / yeğenleriniz / arkadaşlarınız varsa onlara da tavsiye edin. Günümüzün gençlerinin en fazla ihtiyacı olan şey siyasi tartışmalar ya da futbol değil, doğru ve güvenilir kaynaklardan beslenen bilimsel bilgidir. Biz yetişkinlerin en önemli görevi de gençleri yönlendirmek, onların zihnini elimizdeki en nesnel doğrularla doldurmaktır. Unutulmaması gereken şey şudur: Sadece aydınlanmak değil aydınlatmak da ahlaki bir sorumluluktur. (Bu da ayrı bir yazının konusu)   


Aforizmalar 10: Yazarlık kontrollü deliliktir (controlled madness). Kim demiş bu lafı anımsamıyorum şimdi. Benzeri bir cümleyi yaratıcılık gerektiren tüm işler için söyleyebiliriz. Sanatçıların / yazarların biraz deli olmaya hakları varmış gibi düşünülür genelde. Sanatçıdır onlar çünkü, yaratmaları için sınırları zorlamaları gerekir. Ehh, ara sıra sınırları aşarlarsa da hoş görebiliriz, sesimizi çıkarmayız. Aslına bakılırsa sanat da tüm diğer insan ürünleri gibi zekâ, disiplin, azim ve çok çalışma gerektirir. Gerisi, yani yetenek ve deha züğürt tesellisinden başka bir şey değildir. Tamam; herkes maraton koşamaz ama ciddi bir sağlık sorununuz yoksa ve disiplinli bir şekilde hazırlanırsanız koşarsınız. İnsanüstü bir yeteneğiniz olması gerekmez. Yazarları, sanatçıları, düşünürleri delilerle aynı kategoriye koyarak aslında onları şımartmaktan başka bir şey yapmış olmuyoruz. “Sanatçıdır, ne yaparsa yeridir.” gibi bir noktaya getiriyoruz. Kendim yazmayla ilgilendiğim için ondan örnek vereyim. Bir kere yazma dediğimiz yaratı büyük bir oranda fiziksel bir uğraştır. Herkes zanneder ki yazarlar çok düşünüyor, çok kafa yoruyor, çok tasarlıyor… Hayır efendim, öyle düşünmeyle, tasarlamayla, hayal kurmayla yazılmıyor öyküler / romanlar. Disiplinle, işe yoğunlaşmayla, azimle ve inatla oluyor. Yani fiziksel olarak bedenini yattığın yerden kaldıracaksın, bilgisayarın başına oturacaksın, interneti keseceksin, odanın kapısını kapatacaksın ve günlük hedefini bitirene kadar durmaksızın yazacaksın. Bu ritüel kişiden kişiye değişir ama işin fiziksel oluşu pek değişmez. Bunu her gün, her hafta, her ay yapacaksın. Bıkmadan, usanmadan, yılmadan… Ve inanın bana tıpkı koşmak gibi, yazmak da asla kolaylaşmıyor. İster ilk öykünüzü yazın, ister yirminci; bir öyküye başlamak hep zordur. Çünkü seni zorlayan yok, tutup yakandan masaya oturtan yok, “beş yüz kelime bitmeden sabah kahvaltısı sana haram.” diyen mazbut bir patron yok… Kendi kendinin patronu ve işçisisin. Çıkaracağın işin çok kötü olma ihtimali de var, kimse beğenmeyebilir, hatta sen bile! Olsun, sen yine de yazacaksın. Kimsenin senin yazdıklarını okumamasını kafaya takmadan, tek bir olumlu eleştiri almamış olmayı önemsemeden, on beş yıl boyunca yazdığın halde yazıdan tek kuruş kazanmamış olmayı düşünmeden… Yaratıcılığın hiç de öyle dillere destan bir yanı yok. Ne deli olmak gerekiyor ne de dahi. Sadece fiziksel olarak kendini işe vermen gerekiyor. Hiç bir roman güle oynaya yazılmaz. Sancısız doğum olmaz! Daha önce üç çocuk doğurmuş bir kadın dördüncüyü doğururken daha az sancı çekmez. Yazarlık da öyle bir şey işte! Aksini iddia etmek sanatçıların doğaüstü bir kaynaktan beslendikleri gibi hem yanlış hem de tehlikeli bir pencere açar yazmayanların düşünce dünyasında. Sanatçıları putlaştırmak onlara yapılacak en büyük kötülüktür. Yazarların / sanatçıların beslendiği kaynaklar hayatın içindekilerdir. Hepimiz hayatın içinde olduğumuza göre başka nereden gelebilir ki ilham? Amerikalı bir öykücü vardı. Adını anımsamıyorum. Adam berber. Sabahtan akşama kadar müşterileriyle sohbet ediyor. Düşünsenize, ne büyük bir malzeme! Her bir müşteri o gün ne tuhaflıklarla karşılaştığını, çocuğunun okuldaki sorunlarını, karısıyla sabah yaşadığı tatsızlığı, kaybolan kedisinin iki hafta sonra hiçbir şey olmamış gibi geri dönüşünü anlatıyor. Bu berber de geceleri, tek başına kaldığı zamanlarda dinlediklerinden yola çıkarak öyküler yazıyor. Yazmayabilirdi de. O zaman öykücü olmazdı. Şimdi biz bu örneğe bakarak yazar olmak için berber olmak gerekir diyebilir miyiz? Ya da bu yazarı ilham kaynağından dolayı kıskanabilir miyiz?  Öykücülerin babası konumundaki Çekhov’u düşünelim. Adam doktor, sürekli uzak köylerde gezinmiş. Köylülerin bilgisizliklerini, pasaklılıklarını, fırsatçılıklarını gözlemlerken bir yandan da iyi yürekli, gösterişsiz ve yardımsever olduklarını fark etmiş. Bu fark edişten yola çıkarak kendi içindeki çatışmayı (şehirli okumuş bir doktorun köylülere yukarıdan bakışı), utanmadan sıkılmadan öykülerine işlemiş. Bakınız Çekhov’un öykülerine, aydın-köylü çatışması sıklıkla karşınıza çıkar. Bu örnekten yola çıkarak iyi yazar olmak için köy doktoru olmak gerekir diyebilir miyiz? Tikel örnekler çoğaltılabilir ama yanıt değişmez. Yazar (sanatçı) olmak için gerekli olan bir meslek yoktur. Edebiyat hayatın aynasıysa, herkes iyi bir gözlemle ve sıkı bir çalışmayla yazar olabilir. İşin zor kısmı konu bulmak değildir, zor kısım yazma eyleminin kendisidir. Hatta; yazar olmaya yardımcı olan bir meslek bile yoktur diyebilirim. Edebiyat tarihine şöyle bir bakarsanız, pamuk toplayıcısından makine mühendisine; aristokrat bir ailenin el bebek gül bebek yetiştirdiği evladından, yoksulluktan üç gün ağzına tek lokma girmemiş zavallılara kadar çok geniş bir yelpazenin edebiyat sahasında ürünler verdiğini görürsünüz. Hayatın yelpazesi kadar geniş ve özgürdür edebiyatın yelpazesi. Bundan daha teşvik edici bir güç olabilir mi? Ama sen illa “İlham kaynağım yok? Bende yaratıcı zekâ yok.” diye tembelliğine bahane ararsan o başka iş.  İlham her yerdedir. Bunu sen de biliyorsun ama salt ilham olarak değersiz olduklarının farkına varmak işine gelmiyor. Bir ayakkabı tamircisi bile eğer yazmayı kafaya takmışsa, sabahtan akşama kadar tamir ettiği ayakkabılara bakarak o ayakkabıların sahipleri hakkında çok güzel öyküler yazabilir. Önemli olan ilham kaynağın değil, ilhamı nasıl değerlendirdiğindir. Yoksa “Hayatım roman.” diyenlerin hepsi haklıdır. Evet, herkesin hayatı romandır ama yazılmadığı için bu potansiyel romanlar bir işe yaramamaktadır. Bir yazılsa, güzel bir dille ifade edilse, detaylar tüm çarpıcılığıyla gözler önüne serilse, o çetrefilli ilişkiler tek tek okuyucunun zihnine işlense herkesin hayatı “best-seller” olur. Senin; bıktığın, oflayıp pufladığın, içindeyken hep dışarıdaki olası mutlulukları hayal ettiğin monoton hayatın bile… [Not: Aforizmalar kendime yazdığım notlardır. Sen diye hitap ettiğim kişi yine kendimdir. Kimseyi hedef almıyorum. Alınmayın sakına J]

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder