Bu Blogda Ara

05 Ağustos 2016

Japonya Anıları 1-3

1:

 Osaka Tren İstasyonu’nun yakınındaki otellerin çok pahalı olduğunu öğrenince, eşim Jaruwan kiralık odalardan tutmuş. Sanırım Türkiye’de bunlara “apart” deniyor. Evini kullanmayan birisi birkaç günlüğüne kiraya veriyor, böylece ek gelir elde ediyor. Şehre akşam vardığımız için, zar zor da olsa apartmanı bulduk (ayrı bir hikâye var burada) ve odamıza yerleştik. İki gün boyunca Osaka kazan biz kepçe gezdik durduk. Şehirdeki son günümüz için planımız, Çin’den tanıdığım ressam / hattat bir Japon arkadaşı ziyaret etmekti. Bizi şehrin dışındaki evine, hem ailesiyle tanışmamız hem de birlikte öğlen yemeği yememiz için çağırmıştı. Biz de Japonya’ya gelmişken bir de kırsal kesimi görelim diyerek düştük yola. Bir buçuk saatlik tren yolculuğundan sonra vardık Lena’nın ailesinin işlettiği lokantaya. Yedik, içtik, muhabbet ettik… Geri dönüş için bizi tren istasyonuna bırakacak arabaya bindik. Yolda Jaruwan Lena’ya, Osaka’da çektiği fotoğrafları gösteriyordu ki Lena gördüğü fotoğraflardan birisine daha dikkatle bakmak istedi. Telefonu eline aldı, ekrandaki görüntüyü büyüttü ve ardından “Aman Tanrım, aman Tanrım… Siz bu binada mı kaldınız?” gibi ilk anda anlayamadığımız heyecanlı laflar etmeye başladı. Kızcağız heyecandan dilini yutacaktı neredeyse! Yüzü pembeleşmiş; elleri kıpır kıpır, gözleri pırıl pırıl olmuştu. Herhalde bu binada bir anısı vardır diye geçirdim içimden. Ne bileyim, ilk erkek arkadaş ya da ilk öpücük falan. Bilirim, unutmaz böyle şeyleri kızlar. Belki de ünlü bir film burada çekilmiştir. Lena bu, sanatçı sonuçta, değer verir böyle şeylere. Dedim; “Evet, bu binada kaldık. Ne oldu ki!” Birkaç tane daha bol ünlemli şaşkınlık ve taşkınlık yaşadık küçücük arabanın içinde. Sanki araba bir anda küçülmüş, biz içine sığmaz olmuştuk. Öyle tarifsiz bir his işte! Sonra dile geldi kız, çözüldü yani, anlattı binanın kerametini. Meğer; Lena’nın çocukluğu bu binada geçmişmiş. Emin olmak için adresi verdik, onu da doğruladı. Öyle birkaç yıl da değil, on beş yıl falan! (Ehh, binayı tanımasa ayıp ederdi herhalde!) Ben tabii en kaba tabirle “Ohaaaa” oldum. Sen Çin’den Japonya’ya gel, ucuz olsun diye üç günlüğüne Osaka’daki yüz binlerce binadan birinden daire tut, tuttuğun daire Çin’deki komşu şehirden tanıdığın Japon arkadaşının çocukluğunun geçtiği binada olsun. Neyse ki aynı daire çıkmadı! Aynı daire olsaydı herhalde Lena kalp krizi geçirirdi, biz de hiç hesapta yokken Japon hastanesi görürdük. Yolun kalan kısmını gülerek, şaşırarak, hayretler ederek; Çince, Japonca, Türkçe, Tayca argolar geliştirerek ve böyle bir olayın gerçekleşme olasılığının ne kadar düşük olduğunu konuşarak geçirdik. İstasyona varınca da sarılıp ayrıldık, trene bindik ve havaalanına gittik. Gelelim sadede! Bu olayı neden bu akşam hatırladım ve neden bu konuda yazma gereği gördüm? Zaten asıl soru bu. Yoksa böyle olaylar herkesin başına gelir. Mesele, bundan sonrasını irdelemek: Hayatta hemen her şey tesadüflerin ürünüdür. Her saniye, her dakika meydana gelen bir tesadüfle (isterseniz buna kader de diyebilirsiniz) önümüze yeni yollar, yeni alternatifler açılır. Buna rağmen biz bu olayların çok azına şaşırırız. Neden? Olasılıkların azlığı değil yanıt çünkü her olay çok ama çok az bir olasılığın ürünüdür. Örneğin benim bu sabah evden çıktıktan sonra yolun sol kenarında beyaz bir köpek görme olasılığım çok ama çok düşüktür. Beyaz köpek görmüşsem ben buna şaşırmam. Çünkü beyaz bir köpek görmeyi ummuyorumdur evden çıkarken. Hani sokağa, beyaz köpek avlamaya çıkmışsam ve evden çıkar çıkmaz beyaz bir köpek görmüşsem, tamam. Şaşırma hakkımı sonuna kadar kullanabilirim. Bu durumda asıl konuşulması gereken şey şaşırılacak şeylerin azlığı ya da niteliği olmalıdır. Zaten sorun da burada, biz sadece ve sadece şaşırınca hesaplıyoruz olasılığı. Örneğin bir zarı beş kere üst üste attık ve zarlar sırasıyla 1, 2, 4, 3, 1 geldi. Şaşırır mıyız? Hayır. Peki zarlar sırasıyla 1, 2, 3, 4, 5 gelseydi şaşırır mıydık? Büyük ihtimalle evet. Hemen elimize kalem kâğıt alır, böyle bir olayın gerçekleşme olasılığını hesaplardık. Oysa bu iki olayın gerçekleşme olasılıkları eşittir. Sormamız gereken soru, ikinci olayın neden gerçekleştiğinden ziyade, neden birinci olaya değil de ikinci olaya şaşırmış olmamızdır. Daha doğrusu, neden ikinci olayın olasılığıyla ilgileniyoruz? Çünkü ikinci olaydaki dizge tanıdık geliyor, sayılar birbiri ardına sıralanmış. Birinci olayda herhangi bir örüntü yok gibi. Eğer bir matematikçiyseniz, bir beşli dizgeye uzun süre bakarsanız “herhangi bir örüntü” bulmanız çok zor olmayacaktır. Dikkatle bakarsanız, birinci dizgedeki sayıların ikiye katlayarak gittiğini ve beş modunda hesaplanmış olduklarını görürsünüz. Fazla uzatmadan sonuca varayım. Bizi şaşırtan şeyin şaşırtıcı oluşunun nedeni olasılığının düşüklüğü değildir, olaya tersten, yani olay gerçekleştikten sonra bakıyor oluşumuzdur. Zarları atarken 1, 2, 3, 4, 5 dizgesi beklemiyorsak, şaşırmaya da hakkımız yoktur. Yok, bu sıralı dizge gelecek diye bekliyorsak ve beklediğimiz dizge gerçekleşiyorsa şaşırabilirsiniz. Beklemediğimiz bir olayın gerçekleşmesine şaşırmamızın tek nedeni o olayın bize tanıdık gelmesidir, yani öznel bir anlamı olmasıdır. Bunun dışında, diğer olasılığı düşük olaylardan farkı yoktur. Biz, Osaka’da Lena’nın çocukluğunun geçtiği apartmanda kalmamış olsaydık da Lena’nın bir sınıf arkadaşının yaşadığı apartmanda kalsaydık, bunun olasılığı da aynı olacaktı ama şaşırmayacaktık. Kısacası, olay gerçekleştikten sonra geriye dönüp “Vay be, böyle bir olayın gerçekleşme olasılığı çok düşüktür.” deme lüksümüz yoktur. Çünkü olay gerçekleşmişse olayın gerçekleşme olasılığı %100’dür. Gerçekleşmiş ve bitmiştir. İşte böyle. Bu arada, ileriki günlerde başınıza böyle bir olay gelirse sakın şaşırmamazlık etmeyin. Şaşırmak da gülmek, eğlenmek, ağlamak, sevmek gibi insancıl bir eylemdir. İşin analitiğini yaptık diye hayatın tadını kaçırmayalım.

2:

Japonlar hayatımda gördüğüm en yardımsever insanlar. O kadar yardımseverler ki bir süre sonra etrafınızdakilerden yardım istemeye utanır hale geliyorsunuz. Çünkü yolda çevirip, adres sorduğunuz kişi yapmış olduğu tarifin işe yarayıp yaramadığından emin olmak için hiçbir zahmetten kaçınmayabiliyor. Bu da doğal olarak yardım isteyen bizleri mahcup durumuna düşürüyor. Tayca’da bu durum için, benim de çok sevdiğim güzel bir kelime vardır. Birisinden yardım istemeye çekinmeye, utanıp sıkılmaya “grengcay” derler. Neyse, gelelim olaya. Shizuoka’daki tepeye çıkmışız ama Fuji dağı gökyüzünü kaplayan bulutlardan görünmüyor. Ben çok takmıyorum da Jaruwan için büyük bir hayal kırıklığı bu. En büyük hedeflerinden birisiydi Fuji dağını bu tepeden görebilmek. Manzara umudumuzu yitirince bari yakınlardaki yeşil çay bahçelerini görelim diyoruz. Elimizdeki haritalardan pek bir şey anlamayınca, otobüs duraklarının yanındaki dükkâna girip yeşil çay bahçelerine nasıl gideceğimizi soruyorum. Kasadaki genç, kasayı bırakıp benimle dışarı çıkıyor ve eliyle işaret ediyor takip etmemiz gereken yolu. Sonra da diyor ki “Ama emin değilim yolun açık olup olmadığından. Orada inşaat vardı geçen hafta. Bitmemiş olabilir.” Ben de ne diyeceğim, teşekkür ediyorum. “Sorun değil, biz iner bakarız. Kapalıysa geri döneriz.” Çay bahçelerine inmeden önce meydanda biraz daha oyalanıyoruz. On dakika kadar sonra bir bakıyorum bizim genç, bana tarif ettiği yoldan geri geliyor. Çocuk; işi gücü bırakmış, yol açık mı değil mi diye kontrol etmeye inmiş. Benim tahminim şu; eğer yol kapalıysa bize yanlış yolu tarif etmiş olacak ve bunun utancını yaşayacak. Bu utancı yaşamamak için, yani yaptığı işin sonucundan emin olmak için yokuş aşağıya inmiş, yolun açık olduğunu görmüş ve geri gelmiş. Ben tabii en hafif tabirle “grengcay” oluyorum delikanlının karşısında. Değil boynumu, tıpkı Japonlar gibi, belimi büküp teşekkür ediyorum. Hak etti yani, bu sıcakta sen in o kadar yolu, tekrar çık… Ne için? Yardım ettiğinden emin olmak için. Yol az da değil, biz inince fark ediyorum. En az beş dakika yokuş aşağı inmen gerekiyor çay bahçelerine açılan yolun açık olup olmadığını anlaman için. Benzer bir olay da Osaka’da geldi başımıza. Kalacağımız apartmana yaklaştığımızı elimizdeki Google haritalar söylüyor ama hangi apartman olduğunu söylemiyor. İki kişiyiz, bir Japon etmiyoruz. Her yerde Japonca yazılar, işaretler, dükkânlar falan. Bildiğin “Lost in Translation” durumu! Telefona göre kalacağımız yer yolun ortasında! Ben sağa gidiyorum, sola gidiyorum ama adresteki binayı bulamıyorum. Baktı benden hayır yok, Jaruwan yoldan geçen iyi giyimli genç bir adama soruyor. Adam adrese bakıyor, etrafa bakıyor ama çıkaramıyor bir türlü. Kendi telefonunun haritasını gözden geçiriyor, yine olmuyor. Elimizdeki kâğıttaki telefon numarasını çeviriyor kendi telefonuyla. Oradan da bir şey çıkmıyor. On - on beş dakika bizimle birlikte cebelleşiyor ama sonuç hâlâ yok. Ne yapsak ne etsek derken, orta yaşlı bir adamdan bizim adımıza yardım istiyor. Bu sefer ikisi aralarında Japonca anlaşarak –Ara sıra kavga ediyorlar sanısına kapılmadım değil!- gideceğimiz binayı bulmaya çalışıyorlar. En sonunda, aradığımız binanın aslında beş metre arkamızda kalan bina olduğunu anlıyoruz. (Ne kadar postmodern değil mi? Aradığın şey yakınında, uzak sensin, dönüp dolaşıp yine kendine varacaksın falan...) Orta yaşlı olan adam bizim apartmanı bulduğumuzu anlayınca izin isteyip gidiyor. Ben de dünyanın en iki büklüm patronu olarak adama önce teşekkür edip, ardından müsaade veriyorum! Genç olan bizimle birlikte binanın önüne kadar geliyor. Bundan sonrası biraz bulmaca işi çünkü elimde üç şifre var anahtara ulaşmam için. Otel değil kalacağımız yer, birisinin kullanmadığı apartman dairesi. Odanın sahibi de anahtarı paspasın altına koymayı akıl etmemiş maalesef! Güvenilir bir Ayşe teyze de yok ki ona emanet edilse anahtar. Demek, hak etmemiz gerekiyor bazı şeyleri. İnanıyoruz, azimliyiz, başaracağız! Birinci şifre binanın giriş kapısının şifresi. O kolay. Girişin sağ tarafındaki tuşlara basıyorum, cam kapı açılıyor önümüzde. Cennet bahçesine girer gibi giriyoruz klimalı lobiye ama beklediğimizin aksine lobide danışılabilecek kimse yok. Bildiğiniz apartman girişi… Neyse, elimizde şifreler var ne de olsa, kim ne yapsın apartman görevlisini. İkinci şifre posta kutusunun şifresi. Onda da pek sıkıntı yaşamıyorum. Eski kovboy filmlerindeki banka kasası şifrelerine benziyor. Sola 3, sağa 8, sola 4 gibi sıralı ve yönlü bir kombinasyonu var. Posta kutusunu da açınca karşımıza ağır bir metal kutu çıkıyor. İşte bunu açması zor çünkü şifreyi nereye gireceğimi anlayamıyorum. Üstünde bir sürü rakam var ama hangi sırayla, hangi yönde, neye göre? Deneme yanılmayla yapacağım mecburen, biraz vakit alacak ama olsun. Ben böyle yenilgilerden yenilgi beğenmeye kendimi alıştırmışken, bizimle birlikte binanın lobisine giren yardımsever genç hemen alıyor kutuyu elimden. Belli ki benzerlerini görmüş, adam deneyimli tabii. Bizim gibi görmemiş değil ki paspasın olmadığı yerde saksı altlarında umut beslesin. Tit, tak, tik, tak… Açılıyor kutu. Dairenin anahtarı elimizde, artık asansöre binip yukarı çıkabiliriz. Genç adam yılmıyor ama emin olmak istiyor yardımseverliğinin sonuca ulaştığından. Valizleri taşımayı bile teklif ediyor da vermiyoruz. “Senin gelmene gerek yok, bundan sonrası Türkiye’de de aynı.” diyoruz ama adam anlamıyor. İlla gelecek. O da biniyor asansöre bizimle. On birinci kata çıkıyoruz, daireyi buluyoruz. Kapıyı açıyorum çok uğraşmadan. Ehh, olsun o kadar değil mi? Ben de anahtar çevirme konusunda deneyimliyim. Adam bir seviniyor, bir seviniyor. Ama nasıl! Sanki daireye giremeseydik sokakta sabahlayacak olan kendisiydi… Biz tabii haklı olarak “grengcay”ın doruklarındayız yine. Adamcağıza bir şey hediye edeyim diyorum ama o telaşta elimiz ayağımız birbirine karışıyor. Yine iki büklüm vaziyette, beş rükû beş kıyam, adama teşekkür ediyoruz. O gözden kaybolduktan sonra da on beş metrekarelik odamıza girip kapıyı kapatıyoruz.

3: 


Birkaç örnekle başlayacağım. Sonrasında bu örnekleri neden verdiğimi izah edeceğim.

1. Kyoto’da bindiğimiz otobüsün şoförü inen her yolcuya “Arigato Gosemas” (Çok teşekkür ederim) diyor. Bir değil, iki değil… Tek tek her yolcuya teşekkür ediyor adam, başını sallıyor, gülümsüyor. Otomatiğe bağlamış bir robot gibi adeta. O anda ne düşünüyor çok merak ediyorum. Çocuğunun okul taksitini mi yoksa karısının ayakkabısını tamire vermeyi unutuşunu mu? Öyle ya, insan evladı o da. Hangimiz sürekli tekrarlardan oluşan bir işi yaparken bambaşka şeyleri düşünmeyiz?

2. Shizuoka’da otobüs beklerken diğer turistlerle birlikte sıraya girmiştik. Sonra bir baktık, Japon vatandaşlar başka bir sıra yapmışlar. “Ne oluyor? Hangi sıra gerçek?” diye sorarken anladık ki otobüs sırasının bile nerede başlayacağı ve hangi yöne doğru uzayacağı kaldırımdaki çizgiler ve oklar aracılığıyla belirtilmiş. Nereden bilsin batıdan gelmiş barbarlar böyle incelikli Japon işlerini! Biz öyle boncuk gibi dizilmiştik ne güzel.

3. Kaldırımlar bisiklet sürücüleri ve yayalar için ikiye ayrılmış. Ne bir bisiklet sürücüsü yayaların tarafından bisiklet sürüyor ne de bir yaya bisiklet yolunda yürümeye yelteniyor. Biz yabancılar bunu bilmediğimiz için ara sıra şaşırıyoruz yolumuzu ama nezaket yine onlarda kalıyor. Bir kere bile kornaya basmıyorlar rahatsızlık vermemek için. Çin’de, kaldırımda ilerleyen iki arabanın kafa kafaya çarpıştığına şahit olmuş birisi olarak ben baya bir suspus oluyorum tabii, deneyimlediğim bu üstün medeniyet karşısında.

4. Jaruwan bir dükkâna giriyor yiyecek bir şeyler almak için, ben dışarıda bekliyorum. Dükkânın önündeki genç bir kız robot gibi sürekli aynı şeyleri söylüyor. Sanki kasetten konuşuyor gibi. Yüzünde sabit bir gülümseme var, hiçbir şeyin bozamayacağı zarif bir maske. Gözleri bakıyor ama görmüyor gibi, belki de neyi gördüğünün bir önemi olmadığı için takmıyor artık önünden geçen insan selini. Öylece duruyor, konuşuyor, konuşuyor, konuşuyor… Dükkânın içinde satılan bir ürünü tanıtıyor bıkmadan usanmadan, aynı kelimelerden ve aynı yüz ifadesinden zırnık taviz vermeden.

5. Trendeki yolcuların hepsi sanki birileri onları uyarmış gibi inmeden önce koltuklarını düzeltiyor, otelde kahvaltı yapan herkes masasını peçeteye temizliyor ve artıklarını çöpe atıyor, beş adımlık yollara konmuş trafik ışıklarında bile yayalar bekliyor,  yollarda çöp kutuları ya çok az ya da hiç yok ama buna rağmen caddeler, kaldırımlar, sokaklar pırıl pırıl.  Koca şehir bir bilgisayar simülasyonuna benziyor. İnsanlar nerede ne yapacaklarını çok iyi biliyorlar ve hepsi aynı şeyi yapıyorlar. Kişisel inisiyatif en aza indirgenmiş durumda.

Örnekler çoğaltılabilir. Önemli olan tikel örnekler değil zaten. Bunların ne anlama gelebilecekleri. Benim çıkardığım ilk sonuç Japonların, bir yandan robotları insanlara yaklaştırırken bir yandan da insanları robotlara yaklaştırmayı başarmış olmaları. Laboratuvarlarda insana benzeyen robotlar yapmaya çalışıyorlar. Kısmen de başarıyorlar bunu. Bir yandan da kentlerin her yerini insanlar arası iletişimi en aza indirecek makinelerle dolduruyorlar. (Nasıl bir kafa yapısı metro istasyonlarına yapay kuş sesi koymayı akıl eder, Alla’şkına? Parklarda gerçek kuşları görünce şaşırmıştım.) İçecek almak için makineler var, otobüs ve tren biletlerini makineler veriyor, istasyonlardaki valiz kasaları bozuk parayla çalışıyor, kahve yapan makineyi biliyordum da Japonya’da nudıl yapan makine bile var. Resmen bir lokanta gibi hizmet veriyor. Atıyorsun parayı, içine ne koyacağını seçiyorsun. Hooop! Akşam yemeğin hazır.  Ehh durum böyle olunca, insanlar bir süre sonra, ister istemez hayatlarının büyük bir kısmını paylaştıkları robotlara benzemeye başlıyorlar. Birer robot gibi eksiksiz ve hatasız işlem yapmaya gayret ediyorlar, bir robot gibi otomatiğe bağlayıp bıkmadan usanmadan aynı şeyi tekrar etmeye alışıyorlar. Bunu olumsuz bir gelişme olarak görmüyorum, yalnızca ilk defa gördüğüm için tuhafıma gitti, hepsi o kadar! Hatta çoğu zaman hoşuma bile gitti insanların başlarına buyruk hareket etmiyor olmaları. Robotların daha hızlı ve daha doğru işlem yapabiliyor olmaları bize göre üstün yanları. Bunun yanında insanlar gibi hisleri olmaması –en azından şimdilik- onları küçük görmemiz için önemli bir gerekçe. İdeal rasyonel varlık hislerine yenik düşmeyen ve aklının sınırlarını zorlayandır. Bilim insanları kendilerine benzeyen robotlar yapmaya çalışırlarken aslında kendilerinin robot gibi düşünmelerinin önüne geçemezler. Dönüştürmek isteyenin kaçınılmaz dönüşümüdür bu, bir çeşit dinamik diyalektik! Eninde sonunda robotlar da insanları dönüştürecek ve insanla robot orta bir yerde buluşacaktır. Belki elli, belki de daha kısa bir süre içinde robotik özellikleri bedenine işlenmiş insanlar dolaşacak sokaklarda. Bugün akıllı telefon dediğimiz cihazlar beynimizin bir parçası olacak. Bir arkadaşın “Herakleitos” deyince sen hemen google’a bağlanıp, kafanın içinden Herakleitos’un hayatını okuyabileceksin. Uçak biletlerini, yemek siparişlerini, yol tariflerini parmağını bile kıpırdatmadan halledebileceksin. Bir şeye karar vermekte zorlandığın zaman robot beynin en verimli seçeneği önüne sunacak ve seçimi yapacak. Beynin binlerce kat daha hızlı çalışacak, hesaplayacak, rasyonel kararlar verecek. Mutluluk sorun olmaktan çıkacak. Verimlilik ve başarı kalacak sadece. Bunun yanında insan olmanın zaaflarını da (Evet, o gün gelince robot-insanlar küçük görecekler içinde azıcık bile robot bulundurmayanları.) –âşık olmak, bağlanmak, kızmak, merhamet etmek vb- taşıyacaksın ki türün devamı mümkün olsun. Peki ya robot akıl bir gün gelir de biyolojik insanın üremesini engellemek isterse? İşte o zaman sıklıkla izlediğimiz bilim kurgu filmleri gerçek olur. Tarihin tekerrüründen bir sahne izleriz. Kendi yarattığı sistemin ezilenlerini yok etmeye çalışan bir sınıf çıkar ortaya. İnsan onurunu savunan solcular organik tarafta, statükoyu korumak isteyen sağcılar mekanik tarafta olur… Hayat aynı bugünkü gibi bir mücadele halinde devam eder J


Bir başka ilginç soru da şu olabilir? Nasıl olur da bu kadar temiz, bu kadar nazik, bu kadar hoş insanlar İkinci Paylaşım Savaşı sırasında Asya’ya kan kusturan bir canavara dönüşürler? Öyle ya, hepimiz biliyoruz Japon askerlerin Nanjing’de yaptıkları katliamı. Yüz binlerce masum insanı öldüren, on binlerce kadına tecavüz eden; sadece Çin’de de değil, Kore’de, Filipinler’de, Tayland’da, Burma’da; insanları hayatlarından bezdiren faşist bir güç haline geliyor Japonya. Belki de insanların otoriteye bu derece sadık olmaları ve sorgulamadan eyleme geçmeleri, hem disiplinin hem de faşizmin temelidir. Almanya için de benzeri şeyler söylenebilir. Gündelik hayatta da katı bir çalışma disiplini vardır Almanların. Bir yandan da çok nazik, hoş sohbet, hayat doludurlar. Aynı Almanlar milyonlarca Museviyi ve çingeneyi gaz odalarında katlederken farklı bir kimliğe mi bürünmüşlerdi? Günümüzdeki Japonların ya da Almanların sorgulamaksızın itaat ettiğini iddia etmiyorum. Birkaç günlük gözlemden çıkarılacak acemice bir sonuç olurdu bu. Ama gerçekten de nasıl oluyor da bu saygı ve sevgi timsali insanların dedeleri 70 yıl önce Çin’de katliam yapan askerler oluyor? Yanıtlanması gereken soru, şiddetin potansiyelinin nerede gizli olduğundadır. Katı disiplin, sorgulamaksızın itaat, kuralların değişmezliği… Bu arada, Japonyayı böyle görünce Murakami’nin romanlarındaki tuhaflığı anlayabiliyorum. Kendisini pek beğenmem, klişe ve elit bulurum. Romanları da birbirinin taklidinden ibarettir. Daha önce bu konuda yazdığım için tekrar değinmeyeceğim. Yine de insan hak veriyor yazara (bir ya da iki roman için), Japon toplumunun genel havasını soluyunca.   

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder