Eylül ayında yazdığım "Yağmurun Durmasını Bekleyen Adam" başlıklı öyküyü Arkitera'nın açmış olduğu "Ya Sonra?" temalı öykü yarışmasına göndermiştim. Öykü, 96 katılımcı arasından birinciliğe layık görüldü ve Alef yayınları tarafından "Ya Sonra?" adlı bir öykü derlemesinde ilk öykü olarak basıldı.
Ödül törenine doğal olarak ben katılamadım. Benim yerime ödülü abim aldı. Ödül töreninin haberi ve fotoğrafları burada.
Öykünün yayın hakları Alef yayınevinde olduğu için bloga koyamıyorum. Tadımlık olarak ilk iki paragrafı aşağıya ekliyorum. Uzun bir öykü zaten (5000 küsür kelime), internet üzerinden okunması zahmetli. Yine de okumak isterseniz bana (rizaarican@gmail.com) bir elmek gönderin, ben size pdf olarak öyküyü göndereyim.
YAĞMURUN DURMASINI BEKLEYEN ADAM
Hakikaten alığın önde gideniydi ya da yaşına
göre fazlasıyla iyimserdi de bunu bir türlü itiraf edemiyordu kendine! Hoş, bu
ikisinin aynı şey olduğunu iddia etsek bile kayda değer bir itiraz yükselmez
insanlardan. Güzel havaya güvenmek de önüne çıkan her yakışıklıya güvenmek
gibidir. Bunu kadınlar bilir ancak. Hele de Ç gibi güneşin yüzünü rüşvet
karşılığında gösterdiği bir kentte, kim olsa şaşar böylesi bir
maceraperestliğe.
Alıktı, iyimserdi, herkesle ve her şeyle iyi
geçinirdi, düşmanı yoktu ama dostu da yoktu, hepsinden öte gençti, toydu,
deneyimsizdi. Böyle olmasaydı neden çıksındı sokağa koşarcasına,
güneşin azıcık bir göz kırpışını görür görmez? Bilmiyor muydu kentin kapısında
kara bulutların sıraya girdiklerini? Biliyordu da takmıyor muydu? Günlerdir
evine tıkılıp, kitaplardan başını kaldırmayışıydı belki de içindeki yayı bu
derece geren. Öyle ya, ne kadar sıkışırsa yay o kadar yükseğe sıçrardı, hem de
en beklenmedik zamanda.
.....
Kitabın idefix kitap mağazasındaki ağbağı da burada. Okumak isteyenler kitabı buradan edinebilirler.
Başörtüsüyle koştuğu için yurt içi elemelerde elli koşucu
arasında kırk beşinci gelen ve bu başarısızlığı başörtüsüne bağlayan bayan
atlet Hatice Korkmazbaş’ın açıklamalarından sonra spor bakanı Erdoğan Taşdelen
bugün bir basın açıklaması yaptı. İkindi namazını müteakip, Fatih camisinin
avlusunda verdiği demeçte Taşdelen şunları söyledi.
“Hatice kardeşimizin geçen hafta yapılan elemelerden sonra
yapmış olduğu hazin açıklamalar hepimizi derinden etkiledi. Hem halkımızdan hem
de spor camiasından yığınla telefon ve e-posta aldık. Anlaşılan şu ki halkımız
sporcuların başörtüsü sorununu ciddiye alıyor ve bu konuda hükümetin adım
atmasını bekliyor. Biz de bu beklentilere karşılık vermiş olmak için hafta sonu
yaptığımız bakanlar kurulu toplantısında konuyu ele aldık ve bir karara vardık.
Bundan sonra yurt içinde yapılan atletizm elemelerinde tüm bayan atletler
başörtüsü takacak. Böylece hem atletler arasında eşitliği sağlamış olacağız hem
de atletlerimiz zora alışmış olacaklar. Avrupa’daki elemelere gittiklerinde bir
adım önde olacaklar.“
Bir gazetecinin “Sayın bakanım, böylesi bir karar başörtüsü
takmak istemeyen atletlerin itirazına neden olmayacak mı?” sorusuna bakan
Taşdelen şöyle yanıt verdi. “Sayın gazeteci kardeşim, bizim için eşitlik ve
kardeşlik en önemli değerlerdir. İktidara geldiğimizden beri hep bu değerler
için mücadele verdik ve bundan sonra da mücadele vermeye devam edeceğiz. Bir
vatandaşımız dini inancı dolayısıyla yarıştan geri kalıyorsa, hükümet olarak o
kardeşimize el uzatmak zorundayız. Kimse bunun arkasında art niyet aramasın.
Kimseye zorla başörtüsü taktırmıyoruz. Yarışacaksan takacaksın diyoruz. Nasıl
ki okulların üniformaları tüm öğrencileri eşit hale getirir, nasıl ki camiye
şortla giremezsin, nasıl ki kütüphanede sesli konuşamazsın; bu durum da aynısı.
Biz de yeni spor üniformasıyla tüm atletlerimizi eşit hale getiriyoruz.
Başörtüsü takmak istemeyen atletler diskalifiye edilecekler, elemelere
katılamayacaklar. Bunda yadırganacak bir durum yok. Bakanlar kurulunun kararı
budur. Cumhurbaşkanımız da telefonla toplantıya iştirak etmiş ve kararı
sevinçle onaylamıştır.”
Bir başka gazetecinin “Peki bu kararınız ülkedeki laik
kesimi rahatsız etmeyecek mi?” sorusuna hafiften sinirlenen bakan Taşdelen, gazeteciyi
sert bir dille uyararak “Size kim veriyor gazetecilik lisansını kardeşim?
Halkın tepkisi var diyorum, bakanlar kurulu diyorum, cumhurbaşkanımızın onayı
diyorum; siz halâ laik kesim diyorsunuz. Laiki, maiki kalmadı bu işin. Karar
verilmiştir. Sizin gibi gazetecileri de bir sonraki bakanlar kurulunda
konuşacağız. Bakanlara sorulması gereken soruları bakanlar kurlunun onayına
bağlayacak bir kanun üzerine çalışıyoruz. Yakında çıkarırız. O zaman görürsünüz
gününüzü. Ağzınızı açamayacaksınız, açtığınız anda kendinizi parmaklıkların
arkasında bulacaksınız.”
İyice sinirlendiği anlaşılan bakanı yanındaki korumaları
sakinleştirmeye çalıştıysa da bakan uzun süre soruyu soran gazeteciye tehditler
savurmaya devam etti. Basın açıklamasının sonlarına gelindiği işaretini
yardımcısından alan bakan Taşdelen, caminin avlusundan ayrılıyorken ABC'den bir
gazetecinin “Kobani ve IŞİD hakkında bir karara varıldı mı?” sorusuna kısaca “Hayır,
o konu hiç gündeme gelmedi.” diye yanıt verdi.
Temmuz ayının başından beri Türkiye'deyim. Tatil dolayısıyla sürekli hareket halindeyiz, bir haftalığına Rusya'ya gittik, oradan gelince bir haftalığına köyde kaldık. Şimdi de İstanbul'da geziyoruz, eski(meyen) dostları ziyaret ediyoruz. Bu hareketlilik doğal olarak yazma performansıma negatif olarak yansıyor. Uzun süredir bir şey yazmadım, yazamadım. Yine de not almaya devam ettim. Bu aralar evde biraz daha fazla vakit geçirebildiğim için defterdeki notları yazayım dedim. Çin'e dönünce yine Çin üzerine yazmaya devam edeceğim ne de olsa. Kafamda tatil öncesinde ve sırasında beliren öyküleri Çin'e geri dönünce yazacağım.
Metro Üzerine:
Metroları severim. Dünyanın neresine gidersem gideyim,
metroya bindim mi kendimi olası tehlikelerden ve kaybolma korkusundan uzak
hissederim. Hissettiğim güven ve rahatlık metroların düzensiz kentlere düzen
getiren bir çeşit şablon olmalarına bağlanabilir. Bununla beraber metro, kente
eklenmiş bir süs değildir, sağladığı şekilci performanstan çok daha fazlasını
verir kente ve insanına. Kentleri insan bedenine benzetirsek, metronun dört bir
yana açılan demirağları bedenin her yerine kan yoluyla besin ve oksijen taşıyan
damarlardır.
Güzellikleri salt kullanışlı olmalarına değil; görünmez
olmalarına, karanlık olmalarına, hızlı olmalarına ve en önemlisi şaşırtıcı
olmalarına bağlıdır. Kentin bir yerinden bir deliğe girip, kilometrelerde
uzakta başka bir delikten çıkabiliyor olmak, bir köstebek gibi yerin altında
yolunu bulabilmek ve bu işlemi hemen her gün, her saat yapabiliyor olmak
şaşırtıcı değildir de nedir?
Metroyu bana çekici kılan önemli bir özelliği de dış dünyaya
olan fiziksel yakınlığına rağmen onunla duyusal anlamda tüm bağlantılarını
koparmış olmasıdır. Biliyorum ki az yukarıda yollar var, insanlar var, kediler
ve köpekler var; belki deniz var yakamozlarıyla göz kırpan, belki eli yüzü
kapkara olmuş aç bir dilenci var elleri havada. Bunları görmemek iyi midir kötü
müdür tartışmasına girmeyeceğim bu yazıda. Yalnız, okuma ve düşünme vakitleri
sürekli dışarıdan gelen imge bombardımanlarıyla delik deşik olmuş modern
zamanların modern bir vatandaşı olarak ben fazlasıyla muhtacım böylesi bir
göreceli inzivaya. Kara pencerelerin ışıltılı yansımalarına bakarak
geçirilmeyecek yolculuk beni mecburen bir kitaba, bir gazeteye yöneltir. Yarım
saate varan yolculuk esnasında, başımı bir kere bile kaldırmadan okuyabilirim
metrodayken. Ne durağa bakmam gerekir ne de pencereden dışarıya! Başım önümde,
pür dikkat okurum, düşünürüm, dalıp giderim kitabın sayfalarından beynimin
derinliklerine doğru yayılan bulutsu dünyaya.
Hoş, İstanbul’da var olan yer altı sistemine metro demek pek
doğru olmaz. İnsan Şanhay’ı, Moskova’yı, Seul’ü görünce bizdekine ister istemez
“eksik” gözüyle bakıyor. Hadi, Güney Kore gelişmiş bir ülke olduğu için
kendimizi onlarla kıyaslamayalım; peki ya Moskova’nın, Şanhay’ın gerisinde
kalışımıza ne demeli? Bu kentlerdeki sistemlerin kullanım kolaylığı ve ucuzluğu
da cabası. Şanhay’da ve Seul’de ulaşım ücretini sisteme girerken değil,
sistemden çıkarken ödersin. Böylece, gittiğin mesafeye göre eksilir kartından
para. Moskova’da ise tüm transferler ücretsizdir. Bir kere metroya girdin mi
varacağın noktaya kadar yapacağın hiçbir transfere para vermezsin. Bu hem zaman
kaybını engeller hem de turnikeler önündeki gereksiz yığılmaları. Bizde ise
belediye para kazanmayı kendisi için ilk hedef olarak belirlediği için halkın huzuru
ve ulaşımın kolaylığı ikinci plana atılır. Örneğin, Maltepe’deki evimden
Taksim’e teorik olarak metroyla gidebiliyorum. Bunun için iki defa hat
değiştirmem gerekiyor. Buraya kadar sıkıntı yok. Modern bir kentte olması
gereken de budur. Hat değiştirmeye razısındır metroya girerken çünkü tek bir
hattın seni kentin her yerine götürmesi olanaksızdır. Yalnız, bir hattan
diğerine geçerken hem sürekli turnikelerden geçmem gerekiyor, hem de sürekli
ödeme yapmam gerekiyor. Zaten sırf bu fazladan ödemeler insanlara mantıklı
gelsin diye hatların adları birbirinden farklı yapılmış. Örneğin; Kartal
metrosundan inip Marmaray metrosuna biniyorum, Marmaray’dan inip Taksim
metrosuna biniyorum. Oysa bunlar birbirlerinden ayrı metrolar değildir,
İstanbul metrosunun hatlarıdırlar. Hat değiştirmek metro değiştirmek değildir.
Her bir hatta ayrı bir renk verirsin, olur biter; karışıklık önlenmiş olur.
Mavi hattan inerim, yeşil hatta geçerim. Yeşilden iner, kırmızıya binerim.
Böylece her seferinde para ödemek zorunda kalmam.
İstanbul metrosunda gerçek anlamda transfer birkaç noktada
mevcut. Örneğin; Seyrantepe sapağı, ileride açılacak olan Boğaziçi sapağı
–ücretsiz olacağını umuyorum- , Kirazlı sapağı. Bunun dışındakiler transfer
değil, ulaşım modunu değiştirme eylemidir, adı yanlış konmuştur ve asıl amaç
vatandaştan para toplamaktır. Dünyanın neresinde 75 saniyelik bir tünel
yolculuğu için 1 Amerikan doları ödersiniz Allah aşkına? Bu konuda şikâyetler
alınca İETT’nin tavrı genelde şöyle oluyor: Eee, aktarmalarda fiyatı
düşürüyoruz ya! Daha ne istiyorsunuz? İyi ama fiyattaki düşüş oranı en fazla
%30. Bir insan iki aktarmayla A noktasından B noktasına gidiyorsa toplamda en
az 4 TL ödemek zorunda kalıyor. Bu Moskova’da ödeyeceğinizin 2 katı. Şanhay’da
en pahalı metro bileti bile –istediğin kadar transfer yap- 2 TL’yi geçmez.
Rusya’nın ve Çin’in kişi başına düşen gelirleri Türkiye’ninkine yakın olduğu
için bu ülkeleri örnek veriyorum. Madem aşağı yukarı aynı gelir düzeyine
sahibiz, neden biz iki kat fazla ödüyoruz toplu taşımaya? Çok mu enayiyiz,
yoksa gönlümüz mü zengin?
2. Modern Dünyada
Gezme Fetişizmi
Gezmenin hakkını veren, yola saygıda asla kusur etmeyen Fatma Özdirek'e...
Geçen gün on iki yaşındaki yeğenim sordu, “çok okuyan mı
yoksa çok gezen mi bilir” diye. Sanırım ilkokul öğrencilerine sorulan evrensel
sorulardan birisi bu. Su molekülünü oluşturan atomların hidrojen ve oksijen
olduğunu, çıkarmanın aslında bir çeşit toplama olduğunu, yarasanın ve balinanın
memeliler sınıfına dâhil olduklarını, karenin özel bir dikdörtgen olduğunu
bildiğin gibi bu soruyu da bileceksin. Yanıtı hakkında hiçbir fikrin olmasa da
büyüklerine ha bire soracaksın ki okulda öğrenci olduğun, öğretmenlerin
tarafından ilk fırsatta böylesi bir soruya maruz bırakıldığın bilinsin.
Soruyu duyunca gülümsedim tabii, kendi okul yıllarımda bu
soruyu tartıştığımız günler geldi aklıma. Sınıf ikiye ayrılır, şuursuz
fanatikler gibi bağıra çağıra birbirimize saldırır, hiçbir sonuca ulaşamadan
zilin çalmasıyla teneffüse çıkardık. O zamanki aklımızla ve bilgi birikimimizle
hiçbirimiz “Doğru yapıldığı takdirde her yolculuğun bir kitap, her kitabın bir
yolculuk” olduğunu kestiremezdik. Hem kestirsek bile o yaşlarda düşündüklerimizi
dile getirecek edebi kabiliyetten fersah fersah uzak olduğumuz için ne
düşündüğümüzün pek bir anlamı olmuyordu.
Şimdilerde yirmiye yakın ülke görmüş, ömrünün üçte birini doğup
büyüdüğü toprakların uzağında geçirmiş ve az çok düşüncelerini kâğıda
dökebilecek kadar yazıyla iştigal etmiş birisi olarak, bu soru çok daha manidar
geliyor bana. Soruya tek bir cümleyle yanıt vereceksek şöyle demek gerekir: Kitap okur gibi gezen mal mal gezenden,
gezer gibi okuyan da mal mal okuyandan daha çok bilir. Argo tabirlerimi
bağışlayın ama neden argoya kaçtığımı yazının ilerleyen satırlarında değişen tondan
da anlayacaksınız.
Artık herkes gezebiliyor. Yüzyılın getirdiği en büyük
olanaklardan birisi de orta sınıf insanına kazandırdığı hareketlilik (mobility)
kabiliyeti. Öyle eskiden olduğu gibi çok zengin olmaya, burjuva takılmaya gerek
yok. Gezip geldikten sonra “Almanyalara da gittim ben” diyerek hava atmak bile
artık “görmemişin oğlu olmuş, tutmuş …” tepkisiyle karşılanıyor. Çantasını
sırtına atan, eline rehber kitabını alan; azıcık da parası varsa bir şekilde
yolunu buluyor ve yaşadığı semtten, ilçeden, ilden uzaklara doğru yola çıkıyor.
Yolculuğun illa yurt dışına olması gerekmez. Bir İzmirli için Bitlis,
Yunanistan’dan daha farklı/ufuk açıcı bir deneyim olabilir örneğin.
Gezmenin en güzel yanları yolcu olabilme, yolcu olmayı tatma
ve yolcu olmuşluğun getirdikleriyle yüzleşme olarak sıralanabilir. Görülecek
yerlerden çok daha önemlidir yola çıkma cesaretini gösterebilmek. Çünkü yol
öğretir insana; şekillendirir ve değiştirir. Yola çıkmadan önceki sen ile
yoldan geldikten sonraki sen aynıysa o yolculuk olmamış demektir. Yolcu, yol
ile birleşir, bir aşığın maşuğuna kavuşması gibidir aralarındaki ilişki.
Varılacak yerden çok, alınacak yol önemlidir. Sevgiliyi düşündüğünde çarpan
yürek, kaşınan dudak gibidir yolcunun yola çıkmadan önceki durumu.
Yolun en öğretici yanı ise insana verdiği kaybolma
özgürlüğüdür. Kentlerde yaşayan insanların böyle bir özgürlüğü yoktur.
Dakikaları sayarak yaşarız kentlerde, saniyelerle yarışırız boyuna. Beş saniye
geç kalırsak treni kaçırırız, on saniye geç kalırsak vapur iskeleden kalkar. Bu
yüzden en kısa yolları, en çabuk araçları bir kere keşfetmeli ve daha iyisi
bulunana kadar onları kullanmalıyız. Farkına varmasak bile katı bir disiplin
içinde yaşarız kentlerde, mekanik bir verimlilik ilkesiyle yürütürüz işlerimizi.
Öğrenmek bile fire vermemek üzere inşa edilmiş bir sistemin dâhilinde
gerçekleşir. Okullarda derslerin saatleri vardır, öğretmenleri vardır, net
sınırları vardır. Kısacası kent yaşamı sınırları kesin çizgilerle belirlenmiş
bir çeşit kafestir. Bu yüzden gezmek kent insanı için özgürlüğe açılan birkaç
alternatif kapıdan birisidir. Verimliliği, kârı, parayı en elverişli şekilde
kullanmayı bir kenara bırakıp; salt gitme içgüdüsüyle hareket etmenin yeridir
yolculuk.
Yolcu kaybolandır, kaybolma hakkını elinde bulundurandır,
kaybolmuşluğu kafaya takmayandır, kaybolabilmenin bir hak olduğunu düşünendir.
Çünkü kaybolma hakkı elinden alınmış bireyin özgürlüğü de elinden alınmıştır.
İnsan ancak kaybolduktan sonra gerçek anlamda keşfedebilir. Eliyle koymuş gibi
bulduğu her şey aslında bir keşiften ziyade, kendisine verilen vazifeyi yerine
getirebilmiş olma mutmainliğidir.
Kaybolamayan yolcunun elinde rehber kitaplar
vardır, üzerlerinde kocaman harflerle “must-see” ya da “off-beat” yazan müze ve
saray resimleri vardır. Yolcuyu gerçek anlamda yolcu olmaktan çıkaran da bu
popülist, bir ya da iki sözcükten oluşan yargı ifadeleridir. Öyle ki;
ceplerindeki kısıtlı bütçelerle, sırt çantalı pek çok genç, gezmek yerine
ellerindeki rehber kitaplardaki “must-see”lere “check” atmakla geçirir
gezilerini. “Rehber kitapta yoksa gitmem”, “must-see değilse gitmem”, “orası
off-beat bir yer, görmeye gerek yok” tavırları maalesef yolculuğun felsefesini
yok saymakla eşdeğerdir.
Bir de şimdilerde akıllı telefonların gündelik hayata büyük
bir oranda yerleşmesi var. On saniyede indiriyorsun programı. Haritalar gözünün
önünde, oraya daha önce gitmiş olanların yorumları parmaklarının ucunda.
Etrafındaki yerel insanlarla tek kelime bile etmeden yolculuğunu
tamamlayabiliyorsun. Kimseyle tanışmaya gerek yok, kimseyle iki dakika muhabbet
edip yeni dostluklar kurmaya vakit yok. O kadar çok “must see” var ki otelden
çıktığın gibi rehber kitabın önerdiği doğrultuda hemen müzeye gitmelisin,
oradan çıkıp nehir boyunca yürümelisin, sonra şu eski kilise var görülmesi
gereken, ardından eski bir cami, sonrasında yol üzerinde bir heykel, son olarak
da opera binası. Plan hazır, aksaklığa neden olacak hiçbir şey yok, olmamalı
da. Telefonumu kaybetmediğim sürece ya da telefonun pili çalıştığı sürece
güvendeyim. Bu güvende oluş düşüncesi ise aslında yolculuğun tüm anlamını yerle
bir ediyor. Evinde güvendesin, odanda güvendesin, yatağında güvendesin.
Yollarda da aynı güvenceyi arıyorsan yola hiç çıkmamışsın, fiziksel olarak
yolda olsan bile düşünsel anlamda yolcu olamamışsın demektir.
Belki biraz gericiyim –geriyorum evet!- bu konuda ama benim
için gezmek bir ânın zevkine varmak demektir. Örneğin, büyük bir ağacın gölgesine
oturup serinlemek, krallardan kalma saraylardan daha eğlenceli olabilir. Bir
yokuşun sonuna soluk soluğa varıp çantanızdan çıkaracağınız elmayı dişlemek ya
da orada yerel bir içecek satan yaşlı kadınla gülüşmek –konuşamadığınız için!-
en değerli müzelerden daha ufuk açıcı olabilir.
Nasıl ki bir lunaparka belli
duyguları –korku, heyecan, kaygı vb- hissetmek için gideriz, aynı şekilde
gezmeyi de bu amaçla yapmalıyız. Önemli olan yolculuk sırasında
hissettiklerimizdir, fotoğraf makinesiyle çekip seyahat torbamıza koyduğumuz
binlerce resim değil. Sonuç olarak mutluluğun resmini çekemeyiz, onu yaşarız ve
unuturuz. Unuttuğumuz için de bir sonraki mutluluk ânı güzeldir, yaşamaya
değerdir. Sonsuza kadar hep aynı mutluluk duygusunu yaşasak mutluluk durumunun
diğer durumlardan farkı kalmayacaktı.
Kısaca özetlemek gerekirse, bilinçli gezildiği zaman
yolculuk gerçek anlamda öğretici olur. Rehber kitaplardaki “must-see”lerin
peşinde üç dört gün geçirip evinize dönüyorsanız, aslında evinizi hiç terk
etmemişsiniz demektir. Yolculuk özgürlüktür, kaybolabilme hakkını kullanmaktır,
kent yaşamının baskısından uzaklaşmak ve saatin tik-taklarını umursamamaktır.
Bunu yapabilen gezgin gittiği yeri bir kitap gibi okur, kentin sokaklarında
defalarca kaybolur ve her kayboluşunda yeni bir şey keşfeder. Kimsenin
gitmediği yerlere gider, kimsenin görmediklerini görür ve hepsinden önemlisi o
kentin insanlarıyla tanışır, konuşur –konuşamazsa gülüşür!-, onları anlamaya
çalışır. Bir rehber kitabın yanınızda olması iyidir ama o kitabı kutsal bir
metin gibi satır satır takip etmek, orada yazılanların dışına çıkmamak ve
karşılaştığınız her yeni şeyi rehber kitabın penceresini kullanarak
gözlemlemek, rehber kitaba sadık bir okuyucu yaratır. Gerçek yolcu ise yolun
hakkını verendir, yol ile hemdem olan ve onun kıvrımlarında yaşamın sırlarını –bunu
beklemese bile- keşfedebilendir. Yolu hedef yapmayan, yolun kendisini kendisine
rehber edinmeyen insan, ömrünün sonuna kadar deryada yaşayıp deryayı bilmeyen
balıklar gibi dolanır durur.
History is that certainty produced at the point where
imperfectios of memory meet the inadequacies of the documentations.
Patrick Lagrange
Ölümsüzlüğün bir adı da yaşamamaktır. Yaz bunu bir kenara
güzel kız; unutacaksın yoksa! Ölümsüzlük ölümün yokluğu değil, yaşamın
yokluğudur. Büyük imparator ölümsüzlük iksirini bulmaya çalıştığı için değil,
hiç yaşamadığı için ölümsüz oldu. Sadece o mu? Ben ve burada gördüğün binlerce
asker de yaşamamış olmamıza borçluyuz bin yılları aşan ömrümüzü. Hikayem uzun,
ama tüm diğer uzun hikayelerde olduğu gibi benimkinde de aşk var, hırs var,
tutku var, intikam var, ölüm var. Zannediyor musun ki iki bin küsur yıl önceki
insanların korkuları ve o korkulara siper olması için ürettikleri çözümleri
bugünkülerden farklıydı?
Unutma ki duvarları örenlerle kitapları yakanlar hep aynı
kişiler olmuştur. Kitap yakarak geçmişi yok ederler, duvarları örerek geleceği
kontrol altına alırlar. Hem şöyle bir bak etrafına? Senin etrafında da
yok mu örülü duvarlar, dikenli teller, yol bitti diyen levhalar? Sana ve yaşıtlarına okullarda öğretilen kitaplar kendilerinden
öncekilerinin yanlış olduğunu iddia etmeden var olabiliyorlar mı? Tarihin
sıvasıdır yalan. Bunu da yaz bir kenara, unutma. O elindeki kitap ne, Sima
Çian’ın tarihi mi? Onun bir Hanlı olduğunu biliyorsun değil mi? Han
hanedanından bir tarihçinin savaşta bozguna uğratıp, kendi topraklarına
kattıkları Çin hanedanı hakkında doğru şeyleri yazabileceğini mi sanıyorsun?
Bir de beni dinle, içeriden bir sesin, binlerce yıldır susmuş bir dilin
anlatacaklarına kulak ver. Belki farklı bir şeyler söylerim.
Çin Şı Huang Di
Han hanedanından Çang Lian (Cang Liang) tuttu beni, itiraf
ediyorum. Yüzyıllardır sustum ama artık konuşma zamanı. Madem buldunuz beni ve
benimle birlikte gömülmüş binlerce diğer toprak askeri; gerçekleri birinci
elden dinlemeyi hak ettiniz. Çang Lian tutuşturdu elime o 120 cinlik balyozu.
“Hadi vur” dedi, saklandığımız yerden imparatorun konvoyu görünür görünmez.
Ölümden korkan ve ülkesini bu korkuyla idare eden bir imparatordan ne
beklersin? Daha önce iki suikast girişiminden ve bir askeri darbeden sağ kurtulmuş olan imparator tabii
ki hazırlıklıydı olası bir saldırıya. En önde giden süslü arabaya saldırdım
ben, Çang Lian’ın sözüne inanıp. Oysa; siyah atların çektiği, imparatorluk
bayrağıyla donatılmış, çatısı imparatorun yazlık sarayının çatısını andıran bu
araba değildi Çin Şı Huang Di’yi taşıyan; arkadakiydi. Arabanın üzerine
elimdeki balyozla bir akbaba gibi inip, ahşap yapıyı kağıt gibi parçalara ayırdığımda
pişman olmak için artık çok geçti. İmparatorun olması gerektiği yerde olmaması
bir yana Çang Lian da kaybolmuştu ortalıktan. Suikast başarısız olmuştu. Artık yakamızı
imparatorun askerlerinden kurtarma zamanıydı.
Görebiliyor musunuz beni?
Heyecanlandın mı? Yüzünden belli. Sakin ol, ağır ağır
anlatıyorum. O kaos ortamında ayrı yönlere kaçmak zorunda kalmıştık. Kolay
değil, peşimizde yüzlerce asker, imparator ölümden dönmüş, ateş saçan gözlerle
sağa sola emirler yağdırıyor. Bir kılıç darbesiyle kafamızı uçuracak olsalar
neyse, kanımızı damla damla dökerek öldürürler benim gibileri. Neyse ki
başardık kaçmayı. O gün bu gündür görmedim Çang Liang’ı. Bana söz verdiği
parayı da alamadım tabii. Oysa tarla satın alıp, geçimimizi başkalarının eline
bakmadan sağlayacaktık o parayla. Hepsi hayal oldu.
Tarih bunları yazmaz tabii; o imparatorları yazar,
imparatorların arkasından işler çeviren karılarını, cariyelerini, hadımlarını
yazar. Saray entrikalarını, o entrikaların sonucunda dökülen mavi kanı yazar.
Benim gibi garibanı neden yazsın, bileğimin gücünden, pazularımın direncinden
başka neyim var ki benim? Oysa sarayları harekete geçiren halkın durdurulmaz
sesi değil midir? Asıl etkin olan, sürekli kaynayan, kaynadıkça tarihi hem
üreten hem tüketen halkın sinesi değil midir? Saray erkânının yaptığı kazanın
altındaki ateşin ayarıyla oynamaktan başka nedir ki?
Bunlar da kadim dostlarım. Geceleri konuşuruz birbirimizle, hikayelerimizi anlatırız.
Ne güzel de gülüyorsun! Benim karım da böyle gülerdi. Onun
seninkisi gibi sarı saçları yoktu ama, gözleri de yeşil değildi. Bu topraklara
ait olmadığın belli. Rüzgârın başka türlü estiği, güneşin başka türlü doğup battığı coğrafyalardan geliyorsun,
biliyorum. Diğerlerinden farklısın ama, onlar şöyle bir bakıp, iki üç fotoğraf
çekip gidiyorlar. Sen takıldın bana, diktin gözlerini gözlerime, yarım saattir toprağa
bulanmış yüzümü inceliyorsun. Değişmeyecek merak etme, iki bin yıldır
değişmeyen bu toprak yüz iki dakikada değişir mi? Buzun bile üşüdüğü yerdeyiz
biz. Şian’ın kışları ne soğuk olur bilir misin? Zaman bile donar burada, öyle
olduğunun en büyük kanıtı değil miyiz bizler? Bu yüzden yazları ve kışları sıcaklığı pek değişmeyen, mağarayı andıran atölyelerde yaptılar bizleri. Aksi halde dayanamaz, çatlardık soğukta. Çatlar ve paramparça olurduk. Öyle bir günde yapılmadık ki, tam on bir yıl sürdü bunca toprak asker, hayvan, araba, araç gereç...Hayatı kopyeledi resmen, hayatın içindekileri. Ölümden korktuğu için ve bir
sonraki hayatında yalnız kalmamak için yaptığını yazar kitaplar.
Komutanlar / Rütbeliler
Bana nedense pek inandırıcı gelmiyor bu iddia. Öyle olsaydı o da atası Çin Cin Gon (Qin Jing Gong) gibi canlı canlı gömerdi askerleri. Çin Cin Gon tam
186 askerini gömmüştü kendisiyle beraber. İstese Çin Şı Huang Di yapamaz mıydı
aynı şeyi? Yasakları çiğneyenleri gözünü kırpmadan canlı canlı toprağa gömen imparator, ölünce mi merhamete erecekti? Yaşarken yanında tuttuğu onca bilgin ona yardımcı olamamışken, bizim
gibi toprak askerlerden mi medet umacak koca imparator? Buna kargalar bile
güler. Bizler, bir hiç uğruna öldürdüğü ve vicdanına dev bir kaya gibi oturan
masumların simgeleriyiz. Kendi annesinin sevgilisinden olma çocuklarını
öldürten bir adamdan bahsediyoruz. Babasını sürgüne gönderen, annesini ev
hapsinde tutan, en yakın yardımcılarını kollarından ve bacaklarından atlara bağlayıp
dört yana çektirten ve parçalayan bir adamdan. Kitapları yasaklayan ve yasaklı
kitapları evlerinde bulunduran bilgeleri idam ettiren, yüz binlerce zavallıyı ölümüne
çalıştırıp ülkenin etrafına set çeken bir çılgından. Bugün turistlerin üzerine
çıkıp, gülücükler saçarak fotoğraflar çektirdiği o set için kaç yüz bin insan
öldü biliyor musun? Çok mu abartıyorum? Konudan mı saptım? Kendimi mi
anlatayım? Mutlu şeylerden bahsedeyim. Tamam, madem öyle istiyorsun. Devam
edeyim kaldığım yerden.
İşte ben, soldaki mütevazi asker.
Can Lian imparatora Yin Cen (Ying Zheng) derdi. Anne
babasının ona verdiği ad buydu sonuçta. 250 yıldır birbiriyle savaşan ve
savaşmaktan ilerlemeye vakit bulamayan yedi hanedanı birleştirdiği için
verdiler ona İlk İmparator anlamına gelen Şı Huang Di adını. Neden bu kadar
kızgındı Can Lian, söylemedi bana. Duyduğuma göre Han sarayında önemli bir
konumu varmış, sözü geçermiş. Çin hanedanının hükümranlığı sırasında kimse onu
takmaz olmuş; vezirken rezil durumuna düşmüş senin anlayacağın. İnsan bu, bilge
de olsa şerefiyle oynandı mı intikam alma arzusu tüm diğer erdemlerin önüne
geçer. Başka zamanlarda bahar çiçeklerine ev sahipliği yapan yürek, intikam
duygusunun esiri olduğunda sadece zehirli dikenler yetiştirir. Tüm bilgelikler
bir köşeye atılır eskimiş pabuçlar gibi.
İmparatorun adamları çok aradı bizi suikasttan sonra ama iyi
saklandım ben. Aylarca dağda kaldım, dönemedim karımın ve çocuklarımın yanına.
Bulduğum iri bir ağaca sırtımı dayayıp uyuklarken, yakaladığım bir tavşanın
etini çiğ çiğ yerken, çayırlardan topladığım mantarları zehirli olanlarından
ayırırken hep imparatoru ve zulmünü düşündüm. Onun zihnine girmeyi istedim,
onun gibi düşünmeyi, onun arzularına sahip olmayı. Neydi ona yetmeyen? Başbakan
diye atadığı Li Sı’nın çılgın heveslerine kurban ettiği insanların sayısını hesap
etmiş miydi hiç?
Yoksa kabullenemediği şey tıpkı etrafındaki diğer insanlar
gibi doğmuş olması mıydı? İlk olma arzusu Tanrı olma arzusudur aynı zamanda.
Doğmamış, doğurulmamış, geçmişe sahip olmamış, nedeni olmayan bir başlangıç değil
midir Tanrı? İmparator Çin Şı Huang Di de Tanrı olmak istiyordu bir bakıma ve bunu sadece
ölümsüzlük iksirini yudumlayarak başaramayacağını biliyordu. Çünkü ölümsüzlük
geleceği garanti altına almaktı, geçmişi değil. Tanrı'nın öncesi var olamazdı. Bu yüzden yaktırdı Çin Sı Huang Di kendisinden önce ne yazılmışsa.
Kendisinden bahsetmeyen tarihin tarih olarak ne önemi vardı? Tarih onunla anlam
kazanmalıydı, onun adını andığı için değerli olmalıydı, sadece Çin hanedanından söz etmeliydi. Bu yüzden Çin tarihi
dışındaki tarih kitaplarını yasakladı. 460 tane bilge insanı sırf yasak olan
şarkılar ve tarih kitaplarını bulundurdukları için canlı canlı gömdüğünü
söylerler. Ne kadar inandırıcıdır bu bilinmez. Saray içinde dönüp duran
entrikaları biz sıradan insanlar pek duymayız. Ancak dedikoduları gelir
kulağımıza, o da kulaktan kulağa ya pireyken deve olur ya da deveyken pire.
Tarih böyle bir şey işte, uzak diyarlardan ziyaretime gelmiş
güzel kız. “Yenenlerin yazdığı yalan” klişesine sığınmayacağım merak etme.
Değil zaten, yenilenlerin uydurduğu bir laf o. Tarih bir bulmaca, bir çeşit
yapboz oyunu. Parçaların büyük bir çoğunluğu eksik olduğu için boşlukları
tarihçilerin hayal gücü dolduruyor. İstedikleri gibi ya da içinde bulundukları
ideoloji neye izin veriyorsa, ona göre dolduruyorlar boşlukları. Bak şöyle düşün; mutlaka ayrıldığın bir sevgilin olmuştur geçmişte. Seversin, olmaz, ayrılırsın.
Olur böyle şeyler.Çok gördüm kalbi kırık genç buralarda, ölü askerlerden medet umarlar içlerindeki yarayı kapamak için. Ayrılırsın ama unutmak kolay değildir. En olmadık zamanlarda
aklına gelir sevdiceğinle bir zamanlar yaşadığın güzel anılar. Ne bileyim;
birlikte tutup sonra acıdığınız için serbest bıraktığınız bir balık düşer
aklına örneğin. Bir başka gün, gözünü gözüne değdirip seni sevdiğini söylediği an belirir aklında. Birkaç gün sonra ansızın elini elinde hissedersin, buruk
bir mutluluk doldurur içini. Bütün bunlar olur ama asla sevgiliyi ya da onun
yaşattığı aşkı tekrar inşa edemezsin.Parçalar vardır, birbirinden uzak, birbirinden bağımsız. Aradaki boşluklar hayatın devamını mümkün kılar.
Anılar ve onların geride bıraktıkları ayna kırıklarına benzerler. Aynanın tüm parçalarını birleştirsen bile ortaya
parçalı bir gerçeklik resmi çıkar, pürüzlü ve kırılgan. Tarih de böyle işte. Tüm parçalar elinde
olsa bile olaylar dizisini olduğu gibi kuramazsın. Bakma Sima Çian hakkında
atıp tuttuğuma. Başka şansım yok, ben de söylediklerimin çoğunu ondan öğrendim.
Bak çıktı işte foyam. Bu kadar çabucak! Neyse! Konu o değil.
Çin Şı Huang Di’yi en çok korkutan şey kendi ölümünden sonra
aynanın başkalarının eline geçmesiydi belki de. Bu yüzden kendinden öncekileri
karanlığa boğup, başlangıç noktasını belirlemek istiyordu. Peki ya dışarıdan
gelenler imparatorluğunu ele geçirir ve adının hükümranlığına son verirse? Bu
yüzden birleştirdi kendisinden önceki dört yüzyıl boyunca parça parça yapılmış
setleri. Nasıl ki yedi hanedanı kılıcının ucuyla hizaya getirmiş ve kendi adı
altında toplamıştı, duvarları da birleştirerek onsuz tamamlanamayan bir işi tamamlama yarışına girişti. Ömrünü verip kurduğu imparatorluğu kuzeyden gelecek barbarlara
bırakamazdı.
Duvarı örerken ölen insan sayısı, duvar olmasaydı olası
saldırılarda ölecek olan insan sayısından çok daha fazlaydı aslında ama maksat
insanların değil, imparatorluğun bekasını sağlamaktı. O kadar çok insan öldü ki ölenleri mezarlığa gömme ihtiyacı bile görmediler. Duvarın içine gömdüler pek çok işçiyi. Analar babalar yıllarca çocuklarını sakladılar imparatorun adamlarından. Çünkü biliyorlardı çocuklarını gönderirlerse bir daha göremeyeceklerdi. İmparatorun umurunda değildi ölen yüz binlerce insan. İnsanlar bugün vardı,
yarın yoktu. Kendisini başlangıç olarak ilan ettikten sonra, duvarı örmesi bir
seçenek değildi, zorunluluktu. Hem duvar, sadece barbarları dışarıda bırakmakla kalmıyordu, Çinli halkı içeriye kilitleme işini de görüyordu. Bir bakıma kuzeydeki göçebelere "Siz orada kalın, koyun ve at yetiştirin. Yurtlarda yaşayıp, yak sütü için. Biz burada uygarlığı geliştirelim. Kentler kuralım, yasalar yapalım." İşte bu yüzden başlangıç çizgisi korunmalıydı, sonsuza kadar
referans noktası olarak kabul edileceği için yıkılmasına izin verilmemeliydi. Ancak duvar ile mümkündü geçmişin yokluğunu
devam ettirmek. Bunun için elinden geleni ardına koymayacaktı.
Altı uğurlu sayısı mıymış? Kitapta mı yazıyor? Ben duymadım
öyle bir şey. Sima Çian’ın uydurması olabilir. Çok şey uydurmuştur o, güzel
şeyler yazacağım diye. Bir da Hanlı o, biliyorsun. Ne kadar güvenebiliriz ki
söylediklerine? Bak gene başladım, ben kim oluyorum ki! Şunu dememe izin ver
yalnız. Ölümsüzlük peşinde koşan birisi varsa o da Sima Çian’dır. Belki de
hadım edildiği için ölüm karşısında başka bir çaresi yoktu. Yazarları,
sanatçıları anlamak zordur. Her şey kendilerinin etrafında dönsün isterler,
sürekli ilgi alaka talep ederler. Zordur böylelerinin iştahını doyurmak. Uzak
durmak lazım, insanlara değil de insanlığa yarar sağlamak isteyenlerden. Çünkü o muhteşem eserleri vermek için birkaç insanın hayatına ve enerjisine muhtaçtırlar. Bu ihtiyacı da etraflarında biriken eş, dost ve hayran halkasından karşılarlar. Onların hayatını sömürür, onların iyi niyetlerini suistimal ederler. Bunu yaparken de kendi şaheserlerini vermekte oldukları için asla suçluluk duygusu hissetmezler.
Su Fu'nun beş yüz erkek beş yüz kızla yola çıktığı gemi.
Bırak şimdi Sima Çian’ı. Büyük tarihçiydi deyip geçelim
şimdilik. Ben aylar sonrasında köyüme döndüğümde imparatorun askerleri gençleri
topluyorlardı evlerden. Yok, savaş için değil. Ölümsüzlük iksirini almaya doğuya
doğru yolculuk ederken Taoist simyacı Su Fu’ya yol arkadaşlığı etmeleri için.
Sakladım çocuklarımı haberi duyar duymaz. Sezmiştim gidenlerin bir daha
dönmeyeceğini. Bazılarına göre o gidenler Japonya’ya varmışlar. Dönmemek için
daha iyi bir neden olabilir miydi? Dönseler
bile ellerinde ölümsüzlük iksiri olmadığı için yaşatmazdı imparator
onları. Gidip de dönmemeleri bundandı belki de! Hem zaten imparator üç defa Çi
Fu adasına gitmişti bin adet genci gemilere bindirip, bilinmez sulara
göndermeden önce. Çi Fu dağındaki ölümsüzlük dağına çıkıp, ölümü yenmekti
amacı. Üç defa başarısız olduktan sonra, üzerine bir de kocaman bir gemi dolusu
genç tarafından ahmak yerine konunca iyice çıldırmış olmalı.
İmparatorun mezarı o tepenin altında. Henüz açılmadığı için ziyaretçiler pek bir şey göremiyorlar.
Bundan sonraki hayatı ölümü düşünmekle, simyacıların kendisi
için hazırladığı içinde cıva olan o karışımları yutmakla geçti. Yine saraydaki şarlatanların tavsiyesine uyup önüne gelenle yatmaya başladı. Seksin ölümsüzlüğe giden en kolay yol olduğuna inandırılmıştı bir kere. Tüm bu çabalarına rağmen, kırk dokuz
yaşında, ülkeyi teftişe çıktığı bir yolculuk sırasında öldü. Ölmeden önce çok
konuştuğu, saldırganlaştığı ve iyice paranoyak olduğu söylenir. Bu kadar genç yaşta
ölmesinde tükettiği cıvanın etkisi var tabii ki! İroniye bakar mısın? Ölümsüz olacağım diye hayatını harca, löp löp içi yut cıva dolu hapları ve sonunda kendi hevesinin kurbanı ol. Benim karım basit bir hayat yaşadı ama yetmiş üç yaşında, torunlarının ve torunlarının çocuklarının yanında, huzur içinde can verdi.
İmparatorun öldüğünü hemen ilan etmedi başbakan
Li Sı. Uzun süre sakladı ölüm haberini halktan. İsyan çıkar, imparatorluk
dağılır diye birkaç hadım ve başbakan Li Sı dışında herkes imparatoru yaşıyor
bildi. Sıradan günlerde yaverler nasıl imparatorun arabasına girip çıkıyorsa, aynı şekilde girip çıkmaya devam ettiler, mühürler aldılar, imparatora yemek götürdüler. Başkente iki ay mesafe vardı daha. Bu yüzden imparatorun arabasının
arkasında balık taşınmasını emretti Li Sı. Böylece imparatorun yaz sıcağında
çabucak çürüyen bedeninden yayılacak koku balıklardan yayılacak iğrenç koku
tarafından bastırılacaktı. İşe de yaradı yöntem. Kimsenin haberi olmadı ölümden,
kafile başkente varana kadar.
Çin Şı Huang Di'nin heykeli.
Kendisi öldü ama efsanesi ölümüyle bitmedi Çin Şı Huang Di’nin.
Ölümünden on bir yıl önce başlattığı toprak askerler ve dev türbe projesi
bitmişti. Etrafı cıvadan ırmaklar tarafından çevrilmiş bir mezara gömüldü
bedeni. Nasıl ki yaşarken cıvanın kendisini ölümsüz yapacağına inanıyordu,
ölünce de ruhunun cıvadan denizler tarafından korunacağına inanmıştı. Yaşarken canlarına aldığı insanların acı içindeki ruhları kendisini ölümden sonra rahat bırakmaz diye topraktan maketleri türbesinin birkaç kilometre uzağına gömdürttü.
Böylece ruhu rahat edecekti gideceği yerde. Adalet yerini bulmayacaktı belki ama gerçek bir imparator gibi etrafı askerler tarafından çevrilmiş türbesinde istirahat edecekti.
İmparatorun mezarının etrafından alınan toprak örneklerine göre topraktaki cıva yoğunluğu dağılımı. Efsaneyi doğrular bir yanı var gibi. Yine de mezar açılana kadar bilinemeyecek işin aslı.
Aklına takılmıştır. Ben nasıl geldim buraya. Hem imparatora
suikast düzenle hem de onun yaptırdığı toprak orduda yer al. Zor olmadı. Toprak
askerler yapılırken yakınlarda bir tarladan kil çekiliyordu ve güçlü adamlara
ihtiyaç vardı. Gittim ve çalıştım orada. Bu sırada yetmiş sekiz numaralı ustanın gözüne
girdim. Mankenleri yaparlarken toplamda sekiz tane yüz maskesi kullanıyorlardı. Kalıplardan çıktıktan sonra her bir yüz için yaşayan bir askerin yüzü toprak
heykellere işleniyordu. Hem kollar ve bacaklar da ayrı yerlerde yapılıyordu. Bir çeşit fabrika gibi yani, parçalar ayrı ayrı yapılıyor ve ardından bitmiş parçalar montaj atölyesinde birleştiriliyor. Ardından da bireysel detaylar ekleniyor. Her biri iki metre boyunda, üç yüz kilogram ağırlığında, sayıları sekiz bini bulan bunca toprak insan başka nasıl yapılırdı ki zaten?
Neyse, dedim ya, yetmiş sekiz numaralı ustayla -toplamda seksen yedi usta vardı- arkadaş olduk. Bizim köydendi zaten, uzaktan da olsa akraba sayılırdık. Bir gün yüz hatları kopyalanacak askerlerden birisinin öldüğü haberi geldi. Bir
haftadır ateşler içinde yatıyormuş, yüzü gözü şişmiş, tanınmaz haldeymiş
son nefesini verdiğinde. Onun yerine acele birisi konmalıydı çünkü aksi takdirde
üretim aksayacak, işler ertesi güne sarkacaktı. Böylesi bir ertelemeyi engellemek içi beni
çağırdı usta. Hem zaten askerlere yakışan bir bedenim varmış onun dediğine göre. İri omuzlarım, geniş bileğim, yaba gibi ayaklarım varmış.Asker olmamam büyük bir ayıpmış. Tek eksiğim rütbemmiş.
Onu da ölen askerden ödünç alıp beni oracıkta asker yaptı. Kimse de anlamadı asker
olmayan birisinin araya kaynadığını.
İşte o gün bugündür buradayım ben. Bugün seninle konuştuk,
yarın bir başkasıyla. Dinleyenlere anlatıyorum kendimi, iki bin iki yüz küsur
yıl önce olanları. Çoğu dinlemiyor, yarıda bırakıp başka sayfalara geçiyor. Ne
diyeyim, sizin de işiniz zor. Bu zamanda bir şeye yoğunlaşmak neredeyse
olanaksız. Elinizde o telefonlar, dünyayı taşıyorsunuz her daim yanınızda. Arkadaşların çağırıyor bak. Hadi git şimdi, ülkene selamlarımı götür. Beni
unutma…
---
* İngilizcede Terracotta Soldiers deniyor. Terracotta, Latince bir bileşik kelime, Pişmiş Toprak anlamına geliyor. Türkçe Wikipedia Terracotta Soldiers için Toprak Askerler çevirisini uygun görmüş. Ben de oradan aldım.
Fotoğrafların hepsi wikipedia'dan. Kendi çektiğim resimleri kullanmadım, kalite yönüyle iyi olmadıkları için. Bir kısmını aşağıya ekliyorum.
Meraklısına aşağıdaki filmi tavsiye ederim. Oyunculuk çok iyi değil ama imparatorun hayatını özetlemesi açısından güzel bir yapım. Yukarıdaki cıva yoğunluğu dağılımı grafiğini bu filmden aldım.