Bugün köye canavar geldi. Ya da öyle sandık. Daha doğrusu kapının önüne park eden üçtekerin sahibi öyle anons etti ve bizi sokağa çıkardı. Canavar ki ne canavar! Yakalanmadan önce üç yetişkini ve bir çocuğu öldürmüşmüş. Bana kalırsa reklamın çocuk kısmı erkek düşmanı kadınlar için eklenmiş olabilir. Üç erkeğin öldüğüne üzülmezsin belki, bari çocuk için biraz gözyaşı dök bre kalpsiz der gibi bir şey. Adam çözmüş pembe dizilerdeki toplumun her kesimine hitap edebilme felsefesini. Ben gerçi Vietnam’da gördüğüm cinsten beş ayaklı bir kedi ya da çift başlı bir tavuk falan bekliyordum canavar olarak. Gördüğümüz iki metre boyunda siyah bir yılandı. Ürkütücüydü evet, o koca yılanla aynı odada ya da ormanda karşı karşıya kalmak istemez kimse. Pitonmuş! Yok yok kobraymış! Boğa yılanı diyenler bile oldu. Bana kalırsa tarlada buldukları sıradan bir yılan. Belki normalden biraz uzun, o kadar. Ama pitonmuş, piton! Öyle dedi üçtekerin sahibi. Ahali gittikçe arttı, yılanın etrafında halka oluşturdu, adamın yanındaki kadın –sirklerdeki şatafatlı kızlar gibi giyinmemişti maalesef, sıradan bir İsan köylüsüydü!- elindeki çengelli bir sopayla yılanı kontrol etmekle meşguldü. Ben bir süre olanları izledikten sonra eve dönmeye hazırlanıyordum ki birden gerçek canavar çıktı piyasaya. Meğer yılan hazırlıkmış büyük haber için, gözlerimizi ve gönlümüzü asıl bombayla tarumar etmemek için özenle hazırlanmış bir sınamaymış. Bunu asıl canavarı görünce öğrendik. Adam kalabalığın istediği sayıya ulaştığını kavrayınca üçtekerin arkasındaki kutuları açtı. Bu kutularda yirmibirinci asrın en büyük mucizesi olan, her derde deva ilaçlar vardı. Saç dökülmesinden, bel ve boyun ağrısına, göz bozukluğundan kalp ve böbrek hastalıklarına, cilt karalığından sivilce işgallerine, hemoroidden adet bozukluklarına kadar her türlü sorunun çözümü adamın elindeki küçük şişelerdeydi. Hatta isteksiz kadını 7/24 istekli hale getirecek, uyuyup da uyanmayan erkekliği ateşler saçan ejderhaya dönüştürecek iksirler bile mevcutmuş diğer kapalı kutularda. Tabii, gerçek canavar ortaya çıkınca insanların bir kısmı uzaklaştı bu sinsi canavarın ceplerine dalıp paralarını yutacağından korktukları için. İnsan köylüsünde para ne gezer? İnternetin saatinin 5 baht (25 Kuruş) olduğu yerde ya internet yerden fışkırıyor olmalı ya da insanların alım gücü bu kadarından fazlasını kaldıramıyor olmalı. Neyse, gidenler gitti, kalanlardan birkaçı ürünlere bakmaya, kimisi de almaya başladı. Kutularda yılan ısırması için aşı olup olmadığını sorduk, yok dedi. Umarsızca güldük! Ben yavaş yavaş evin yolunu tutarken bu adama pazarlama ödülü verilmesi gerektiğini düşünüyordum. Bir yılanla başla ve her derde deva ilaçlarla bitir... Gelsin bizim okulda Pazarlama okuyan öğrenciler bu adamdan ders alsınlar. Okulda öğrendiklerinden çok şey öğrenirler hayatın ceremesini çekmiş, bana Marquez’in romanındaki çingeneyi hatırlatan bu usta pazarlamacıdan.
Neyse, araya canavar girdi, sırayı bozdum. Dünü anlatacaktım. Sabahtan umutla uyandık. Öğlenleyin kayınlar okullarından izin alacaklar ve hep birlikte yakınlardaki şelaleye gidecektik. Bu civarda güzel şeylerin de olduğunu duymuştum ama bugüne kadar beni götürmemiş olmaları şaşırtıcıydı. Gerçi J de hiç gitmemişti bu şelaleye. Öğlene kadar üfürükten işlerle uğraştım. İnternet kafeye gidip elmekleri okudum, blog sayfasına yazıyı koydum, biraz ders çalıştım. Eve gelince de kayınları bekledim. Onlar da gelince kayınpederin kamyonetiyle –Kamyonet dediğime bakmayın. Arkasında kamerası olan, beş kişilik araba. Tayland insanının araba sevdası öyle azımsanacak bir şey değildir.- yola çıktık. Hedefimiz Çayapum ilindeki Mor Hin dağı ve Tat Ton şelalesi. Yalnız doğal olarak zırt pırt durduk yollarda. Önce J ile ben öğlen yemeğini yemediğimiz için durduk. Sonra karınca yumurtası almak için. Karınca yumurtası deyip geçmemek gerek, kilosu neredeyse 20 TL, pahalı bir protein kaynağı. Akşama salatasını ve çorbasını yapacaklarmış. Aralara sıvışan karıncaları ayıracaklar elbet!
Yumurtaları aldıktan sonra iki kere daha durduk. Birincisinde limon ve salatalık malzeme aldılar, ikincisinde de ananas. Okuldaki çocuklar ananas yesinmiş öğlen yemeğinde. 10 kilo ananası bu yüzden almışız. Aynı yerde ben kendime buzlu kahve aldım. Kadıncağıza kahveme şeker koymaması gerektiğini söyledim, anlamadı. İlla koyacak, tatsız olurmuş. Yahu dedim, etme eyleme, zehir etme bana kahveyi, koyma şeker. Sonunda ikna ettim. Bana kağıt bardağı verirken ağzını kenarıyla sinsice gülüyordu. Pişman olacaksın, birazdan geri gelip, şeker için ayaklarıma kapanacaksın der gibi bir hali vardı. Kahveyi elime aldım, yanlışlıkla gam mığn (Vietnamca teşekkürler demek) dedim ve arabaya bindim. Dura kalka vardık dağa. Meğer gideceğimiz şelale ulusal parkın içindeymiş. Dolayısıyla da giriş ücretli. Taylandlılara 40 Baht, yabancılara 200 Baht. On sene önceki Ali olsaydım bunun en azından bu sayfada yaygarasını çıkarır, Tayland’ı adaletsizlikle, terbiyesizlikle, turiste nasıl muamele edeceğini bilmemekle itham ederdim. Şimdiki Ali gayet sakin, çünkü köprünün altından çok sular geçti. Bana kalırsa az bile alıyorlar yabancılardan. Niye mi? İzah edeyim:
Yabancıların Tayland’da açtıkları fabrikalara bakın. Buralarda çalışan bir işçinin maaşı 200-300 Dolar civarındadır. Aynı işi yapan ama ABD’de ya da Japonya’da çalışan bir işçiyi düşünün. Onun maaşı da 2000-3000 Dolar civarındadır. Zaten sırf bu yüzden, yani ucuz iş gücünü sömürmek ve yasalardaki işçi hakları konusundaki gevşekliklerden faydalanmak için geliyorlar dev şirketler GDA’ya. Durum böyle olunca yabancının beş kat fazla ödemesi az bile. Ha diyebiliriz, her yabancı ABD’den, İngiltere’den, Güney Kore’den gelmiyor. Türkiye’nin ekonomisi Tayland’ın ekonomisinden çok da iyi değil. İyi ama kaç tane Türkiyeli geliyor ki Tayland’a zaten? Gelenlerin çoğu da otel odasından çıkamayacak kadar meşgul oldukları için parklara falan gitmezler. Kısacası kurunun yanında yaş da yanıyor birazcık. Olsun, helal olsun... Umarım ödenen paralar iyi işler için kullanılır. Temenni etmekten başka çaremiz yok.
Parayı ödeyip içeriye girdikten sonra arabayı park ediyoruz ve şelaleye iniyoruz. Tabelaları değil de suyun sesini takip ediyoruz. Şakır şakır akıyor yukarılardan. Hoş Tayca’da şelaleye verilen ad namtok, yani düşen su. Her düşen suya da namtok dediklerini söyleyebilirim. Nakhon Nayok’taki namtok bir metrelik bir şeydi. Bu yüzden burada beklentilerim askari. Derenin kenarına varınca haksız olduğumu anlıyorum. 4-5 metrelik bir şelale bu. Derenin yatağı o kadar geniş ki debi az olduğundan –yağmur yağmayalı aylar olmuştur herhalde. Yağmur mevsiminde ne coşar bu ırmak be!!!- suyun içinde yürüyen insanlar sanki suyun üzerinde yürüyormuş izlenimi veriyor. Bunda insanın gözünü kamaştıran yakamozların ve kırılarak yansıyan ışığın rolü de var elbet. Derenin az yukarısında beyaz derileriyle gündüz feneri gibi parlayan şişman yabancıları görüyorum. Derenin ortasına oturmuşlar, filozof gibi düşünüyorlar. Yanlarında yüzen bir tas olsa Arşimed ve yaveri derdim. Aşağıda ise dökülen suyun meydana getirdiği çukurda yüzen gençler var. Biraz daha aşağıda dev bir kayanın üzerine tırmanmış birkaç genç kız şelalenin resmini çiziyordu. Bir de yabancı genç, kayanın etrafında köpekbalığı gibi dolanıp duruyordu. Belki kayanın üstündeki kızlardan birisi sevgilisiydi ya da kısa zamanda öyle olacağını umuyordu. Ben bizimkilerin ısrarına dayanamayarak ayakkabılarımı çıkardım ve dizlerime kadar suya girdim. Fena da olmadı. Su serin ve temiz, hava da çıldırıcı sıcak...
Sudan çıktıktan sonra tekrar arabaya döndük ve dağın tepesine doğru yola çıktık. Önlerinde yaşlı ninelerin torunlara baktıkları evleri geçtik, civcivlerin deli gibi sağa sola koşuşturdukları yolları kat ettik, asfalt yolun sonuna gelip toprak yolda epey gittik ve sonunda dağın zirvesine vardık. Keskin yamaçlı bir yerdi zirve her ne kadar deniz seviyesinden sadece 1950 metre yukarıda olsak bile. Aşağıya bakınca geniş ovadaki köyler, köyler arasında damarlar gibi giriftleşen incecik yollar, göletler, su arkları, yemyeşil pirinç tarlaları ve tarlalarda çalışan, bu yükseklikten zar zor seçilen köylüler görülüyordu. Bulunduğumuz yerde ise kayalardan meydan okurcasına fışkıran ağaçlar vardı. Hava sisli olmasaydı ovanın güzel resimleri çekilebilirdi. Bir süre otların, ağaçların ve kayaların fotoğrafını çekip aşağıya indik. Geri dönerken ufak bir kaya parçasının etrafına renkli çaputlar sarıldığını dördüm. Kayanın önüne de iki sarı tabakta bir şeyler sunulmuştu. Ben bu kayanın fotoğrafını çekerken J karşı çıktı. Yok hayaletler peşimi bırakmazmış, yok insanlar o taşa saygı duyuyormuş, falan filan. İnsanların yükseğe çıktıklarında başlarının döndüklerini bilirdim de ufacık bir kaya parçasından medet umacak kadar akıllarını kaybedeceklerini düşünmezdim. Oysa daha bu başlangıçtı. Asıl sürpriz aşağıdaydı.
Yaklaşık 100 metre kadar aşağıda dev kayalar vardı. İki metreden on metreye kadar farklı boyutlarda yüzlerce kaya. Dağın doğal gelişiminin bir sonucu olarak açıklanabilecek taşlar işte. Jeologlara göre onbeşmilyon yıllık bir geçmişi varmış bu kayaların. Bizdeki Kapadokyanın ilkel hali. Belki birkaç milyon yıl sonra bu kayalar da Kapadokya gibi olurlar. Maalesefe ben göremeyeceğim, belki bu blog yazısı o günleri görür! İlk bakışta hayran bırakan nesneler ama çabucak gözü alışıyor insanın. Biraz zorlamayla birisini tavşana, diğerini kuşa, bir ötekini Buda’ya benzetebilirsiniz. Hatta biraz daha zorlarsanız atının üzerinde şaha kalkmış bir Büyük iskender’i ya da Picasso’nun Guernica’sını da çıkarırsınız kayaların ağaçlarla ve kuşlarla olan kombinasyonundan. İnsan zihninin sınırları torbaya sığmaz ki büzesin! İstediğine benzet, istediğin şekli ver. Konuştur hayal gücünü ve sanatını... Ama ne olur, gözünün yağını yiyeyim, öğrettiğim Matematik aşkına, okullarda öğrenilen bilim ve sanat aşkına bu taşa toprağa tapınma, önlerinde eğilme, onlardan bir haltmış gibi yardım bekleme. Olmadı elbette. Kayaların önlerindeki tabelaları sonradan gördüm. Tabelanın birinde kısaca şu yazıyordu: Bu taşın önünde secdeye gidenler ya da taşa saygı gösterenler iyi şans kazanacaklar ve hastalıkları iyileşecek. Diğer tabelada ise şu yazıyordu: Bu taşın önünde secdeye gidenler ya da taşa saygı gösterenler zaferle ödüllendirecekler. Hay maaşallah, nabza göre şerbet, ağza göre kaşık... Birinci kayanın tepesinde güzel bir ağaç vardı ve ben ister istemez insanları bu inanışa sürükleyen şeyin ağacın varlığı olduğunu düşünmüştüm. Harcı alem açıklama: Taş yüksek ve sert (erkeklik simgesi), üzerinde bir ağaç bitecek kadar doğurgan ve merhametli (kadınlık simgesi). Eee, o halde neden tapmayalım biz bu kayaya... Diğer kayanın üzerinde görünürde hiçbir şey yoktu. Onun neden zayıflara zafer getirdiğini anlayamadım.
Şimdi düşünüyorum da eğer etrafta kimse olmasaydı ben o tabelayı parçalardım. Ortamı da orada hiç tabela yokmuş gibi düzeltir eve öyle giderdim. Niye mi? Yok, Hz. İbrahim’i örnek aldığım falan yok. Benim derdim hoşgörünün sınırlarının çizilmemesi, insanları bilimsel düşünceye ve matematiksel kavramaya yönlendireceğimize, bu tür teşviklerle onları geriletmemiz, aptallaştırmamız. Biz boşuna mı öğretiyoruz okullarda matematiği, fiziği, kimyayı? Boşuna mı giriyor öğrenci labaratuara? Sonunda dağ başında gördüğü bir kayaya sırf üzerine kuşların bıraktığı bir tohumdan dolayı ağaca gebe kaldığı için tapacaksa ne anlamı var okumanın, deney yapmanın ve öğrenmenin? Tamam, inanca saygı ama nereye kadar? Ben insanları inançsızlığa saygıya davet ediyorum. Bilime ve bilimsel düşünceye saygıya, mantığa ve mantıklı düşünmeye saygıya çağırıyorum. Hoşgörü eylemlere olur. Bir insanı kayanın önünde secde ediyorken görsem hoşgörür ve inancını yaşıyor derdim. Ama bu inancın tabelalara taşınması, resmiyet kazanması beni şiddetli bir biçimde rahatsız etti. Tektanrılı dinlerde görülen batıl inançları (pagan kalıntıları da diyebiliriz) toplasanız hepsinden daha fazla batıl inanç bulursunuz Budizm’de. Oysa Budizm insanın kendisi dışında tanrı aramasını yasaklar. Buda insanın en büyük sorununun yaşam denilen acı dolu yumak olduğunu ve bundan kurtulmanın tek yolunun dört asil gerçeğe sarılmak olduğunu söyler. Bu tip, taşa toprağa tapınma, böcekten filden medet umma gelenekleri Hinduizm ve Brahmanizm, hatta daha da eski olan Paganizm ve Totemizm kaynaklıdır. Benzer örnekler tektanrılı dinlerde de vardır. Kabedeki hacerül esvede (siya taş) dokunmak isteyen hacıları ya da Anadolu’daki yatırların sağına soluna çaput bağlayan, kuyulara bozuk para atan insanları düşünün. Ortodoks kilisesinde İsa heykeline el yüz sürmeler de buna örnek olabilir. Ama yine de ben Anadolu’da insanları bu eylemlere sürükleyen tabelaların varlığından haberdar değilim. İnsanlar atalarından gördüklerini yapıyorlar, imamların ve müftülerin uyarılarına rağmen.
Neyse, ben zaten bu tabelaları okumadan önce bu iki kayadan birisine tırmanmaya yeltenmiştim. Milletin saygı duyduğu kayaya tırmandığım için beni tutuklamamaları ilginç. Belki de lanetlenmişimdir şimdi. Ya da tam tersine, kayaya sarılarak en büyük şansı ve en büyük zaferi elde etmişimdir... O yüzden benden korkmuşlardır. Hava kararmaya başladığı için tekrar arabaya atlayıp eve doğru yola koyuluyoruz. Yolda durup, akşam karanlığında kalabalıklaşan, kızarmış et ve tütsü kokan bir pazardan kao niyo ve kızarmış tabuk alıyorlar. Ardından tekrar arabaya atlıyoruz. Gün boyu gelen mesajları okumayan kayınpeder, telefonu J’ye verip mesajları okumasını söylüyor. J mesajları okuyor: Bilmem nerede trafik kazası, şu kadar ölü, TRT başı Taksin Kamboçya sınırından Tayland’a girmek istiyor, bilmemnerde yeni bir alışveriş merkezi açılmış, ve İsan’da bir tapınakta bir Budist rahip yüz pi bop (insanların iç organlarını yiyen bir tür hayalet) yakalamış ve uygun yöntemleri kullanarak hayaletleri yok etmiş. Derin bir nefes alıyorum gülmemek için. Yol gözümün önünde akıyor. Eve varana kadar karanlığı, arabaları ve yol kenarlarındaki lokantaları izliyorum. Eve varınca da karınca yumurtası salatasından azıcık alıp yapışkan pilavla yiyorum. Ardından da bilgisayarın başına geçip yazmaya başlıyorum.
Cuma günü, yani köydeki son günümde kayda değer bir şey olmadı. Sabah koştum ve her zamanki gibi koşarken aklıma binbir türlü tuhaf düşünce geldi. Koştuğum yol bu sefer çok daha güzeldi. Havlayan köpeklerden kaçayım derken kendime çok hoş bir koşu yolu buldum diyebilirim. Koşudan sonra J ile kasabaya indik, internet kullandık, yemek yedik. Sonra yapacak bir iş olmadığı için eve geldik. Akşam üzeri koştuğum yolun ne kadar olduğunu anlamak için motorla aynı yolu tekrar gittim. Tam altı kilometre koşmuşum. Haziran'da Phuket yarı-maratonuna katılacaksam daha yapacak çok iş var demektir. Ben eve geri döndükten sonra da kayınvalidenin arabasıyla tarlaya gittik. Dunu traktörüyle düzlemiş tarlayı. Ben derenin kenarındaki akasyaları suladım dereden ibrikle su taşıyarak. Bu arada kayınvalide Dunu'ya hayat dersi verdi her zamanki anaç sesiyle. Acelesi yok ne de olsa! Zaten bu tarlayı da Dunu'ya iş çıkarmak için almış. Hani yeüenim meşgul olsun, para kazansın, köyü terketmesin diye. Dunu bir gittiydi Bangkok'a, geriye geldiğinde kız arkadaşı hamileydi. Everdiler hemen, şimdi hem baba, hem koca, hem traktör sahibi bir çiftçi hem de futbolcu... Bir daha giderse kimbilir ne olur?
Bu arada ben günün potunu kırdım. Nereden aklıma geldiyse, bir ara boşuma geldi ve J'ye derenin suyunu göstererek 'Bu su tatlı su mu?' diye sordum. O da yanıt vermek yerine alaylı alaylı güldü. Hani İsan'da deniz vardı da yüzmedik mi der gibi... Benim sorum da tarihe cehalet abidesi olarak geçmiştir. Aha buraya yazıyorum ki geçsin, genç kuşaklar aynı hatayı yapmasın.
Eve dönerken Dunu'nun bebeğini sevdik ama ben doğal olarak çabuk sıkıldım. Ne kadar oynayabilirsin ki bir bebekle? Agu bugu! Eee, sonra? Sıkıldım ve eve döndüm. Canavar gelene kadar da dışarı çıkmadım. Akşam yemeğine amcalardan birisi gelmişti. Hep birlikte yine sıcak tencere (hot pot) yedik. Sonrasında ben yine odama çekildim. Ertesi gün de uçağa atlayıp Bangkok'a gittim. B ile buluştuk, kahvaltı ettik, kitaplar ve Bangkok'taki hayat üzerine muhabbet ettik. B yolları bilmediği için beni havaalanına bırakamadı. Taksiye bindim. Ne büyük şans ki taksi sürücüsü de bilmiyordu yolu! Bana sorup durdu sanki Bangkok'ta sabahtan akşama kadar direksiyon sallayan benmişim gibi. Zar zor, birkaç kere yanlış yola girdikten sonra bulduk havaalanını... Sonrası Vietnam vesselam...
Bir süre güncellemeyeceğim sayfayı. Yapılacak yığınla iş var. Kore'den dönünce Kore izlenimlerimi yine böyle gün gün yazarım artık...
Bahçedeki kameriyenin altında kahvaltı yapan Ali.
I like the ant's eggs.
YanıtlaSil