Bu Blogda Ara

24 Şubat 2010

Kore'de Bir Hafta - Ikinci gun

Zormuş evet, soğuk bir kış sabahı konukevi ahalisinin ortak kullandığı bir banyoda, buz gibi zemine basarak, musluktan gelen suyun ısınmasını bekleyerek yıkanmak gerçekten zormuş. Öğrenmedim, hatırladım bu zorluğu. Ehh, aydan gelmedim, İstanbul doğumluyum. Az çok bilirim soğuğu. Ama gel de anlat bunu on yıldır 10 derecenin altında kalmamış olan bedenime! Bırak banyoya girmeyi, insanın yataktan kalkası gelmiyor bu havada. Özlemiyor değilim istediğin zaman, camdan havanın nasıl olduğuna bakmaksızın dışarı çıkabildiğim Tayland’ı ya da Vietnam’ı. Ama hayat devam ediyor, buraya yatağın sıcağını öğrenmeye gelmedim. Bir şekilde kurtulmalıyım kıçımın rahatlığından. Alışırsam rahata kalmak isterim sonra. Bu yüzden hareket lazım insana... Eskiden öyle derdik: Nerede hareket, orada bereket (Where is hareket, there is bereket). Önce internet kullanmayı bahane ediyorum ardından beni soğuktan koruyacak giysilerimin olmamasını. Ama nereye kadar? Dün bir marketten aldığım hazır erişteyi (instant noodle) yiyorum sabah kahvaltısı olarak ve ardından da yağan kara aldırmayarak atıyorum kendimi dışarı, bulutlu havanın ve insanın kanının donduran ayazın ortasına.



Hedefim kentin merkezi. Metroya binip Yongdu istasyonuna gidiyorum. İstasyondan çıkarken yaşlı bir kadını mısır ununa benzer bir şeyler satarken görüyorum. Başına geçirdiği eflatun şapkasıyla köşeye oturmuş, etrafındaki curcunadan habersiz, sessizce zamanın geçmesini, müşterilerin gelip ondan bir şeyler almasını bekliyor. Dışarıda hava bulutlu. Kar bir yağıyor, bir duruyor. Güneş de ara sıra bulutların seyrekleştiği noktalardan yüzünü gösteriyor ama görüntünün pek bir faydası yok. En ufak bir ısı farkı söz konusu değil. Kar dik bir biçimde, çivi gibi yağıyor. İşin ilginç yanı on yıl aradan sonra ilk kez yağan kar görmeme rağmen buna ne şaşırıyorum ne de seviniyorum. En son 2003 Nisan’ında Uludağ’ın başında görmüştüm kar. O da yağmayan, tam tersine eriyen kardı. Şimdiki hırslı hırslı yağıyor, sanki kenti ve içindeki farklılıları silmek istercesine. Mücadeleci bir ruhu var görüntüsünde, hırçın bağlanmak istemeyen vahşi bir at gibi! Tüm kirleri örtecek, her yeri bembeyaz yapacak, farkları ortadan kaldıracak ve insanlar tıpkı doğdukları gün gibi birbirleriyle eşitlenecek. Bir avuç kardan bu kadarını beklemek hayalperestlik olur elbette ama insan bu, duramıyor ki hayal etmeden... Hele ben, bunca zamandan zonra kar görünce...



Kentin merkezinde büyük meydanları geziyorum. Büyük protestoların yapıldığı, halkı polisle çarpıştığı meydanlar buralar. Meydandan çıkışı sağlayan ara sokaklar da bol. Dolayısıyla zor durumda kalanların kaçacakları yollar hazır, tabii polis tutmamışsa bu yolları da. Bir binanın önünden geçerken İsrail konsolosluğunun tabelası çarpıyor gözüme. Geniş yollarda yılbaşı dolayısıyla törenler yapılıyor. Bir çeşit resmi geçit var yolda. Geleneksel kıyafetlerini giymiş gençler ellerindeki sancaklarla yolun bir başından öteki başına yürüyorlar. Çocuklar uçurtma uçuruyorlar –daha doğrusu babaları uçıurtmayı uçuruyor, onlar hevesle babalarını izliyor-, kimisi de yol kenarında özel olarak hazırlanmış buz pistinde kayıyor. Ne de olsa hava soğuk, buzun eriyeceği yok! Meydanın ortasında Kore’nin bugün de kullandığı Hangül abecesini geliştiren dahi –Korelilere göre- kralının heykeli var. Adam resmen eğitim devrimi yapmış. Onun sayesinde zor Çince abecesi yüzünden cahil kalan halk okuma yazma öğrenebilmiş. Hangül abecesinin güzelliği Çince gibi çetrefilli olmaması. Tıpkı Batılı abeceler gibi Hangül fonetik bir abece. Yani kelimeleri değil, heceleri okuyorsunuz. Heceler karelerden oluşuyor ve kareler yanyana gelince kelimeleri oluşturuyor. Yapı bakımından Arapçaya benziyor diyebilirim. Tıpkı Arapçada olduğu gibi Hangülde de sesli harfler sessizlerin etrafına konuyor. Böylece ses oluşuyor. Sessiz harfleri öğrendiğinizde geriye bir tek seslilerin nerelere konacağı meselesi kalıyor. Bundan sonrası ise çok kolay. Arapça ya da Tayca okuyabilen birisinin Koreceyi öğrenmesinin çok kolay olabileceğini düşünüyorum. Ben bile çok kısa sürede öğrendim okumayı sırf heves ettiğim için. Bir de Kore’de yaşasam herhalde iki günde hallederdim okumayı...





Meydanda biraz daha gezdiktan sonra yiyecek bir şeyler arıyorum. Bir Kore lokantasına rastgele giriyorum. Şansıma batılı yemekler de satıyorlarmış. Ya da tam tersine şanssızlığıma! Yine bahanem olacak Kore yemeği yememek için. Acılı spagetti söylüyorum. Dün yediklerime kıyasla büyük bir ilerleme sayılır bu yemek benim için. En azından KFC’den makarnaya terfi ettim. Yaklaşıyorum Kore’ye... Amerika, İtalya ve en sonunda Kore 



Yemekten sonra Çeonggiyeçon deresinin etrafında bir süre yürüyorum. Kore savaşından sonra kentin ortasından geçen bu dereyi üzerinden yol geçirmek için betonla kapatmışlar. 2005’de kente güzellik katsın diye tekrar açmışlar. Şimdi kentin ortasında, gri beton bir zeminin üzerinde akıp giden ufak bir suni dere görünümünde. İnsan dere deyince çakıl taşları, kurbağalar, ufak tefek balıklar falan düşünüyor ister istemez. Bu derede bunların hiçbirisi yok. Tamamıyla beton ve üzerinden akan su. Su da Han nehrinden geliyor. Pek çok kentliye göre Han nehrinin suyu temiz değil. Dolayısıyla bu dereni suyu da temiz değil. Derenin yakınına bir de müze yapmışlar derenin tarihini anlatan. Nasıl dereyi kapattık, nasıl tekrar açtık, nasıl turizme hizmet ediyor falan... Dere pek çok istasyonun yakınından geçiyor dolayısıyla yürümek için güzel bir ortam denilebilir. Hani canınız sıkkın ya da sevgilinizle buluştunuz. Bir istasyonda inin, üç-beş istasyon aşağıya yürüyün derenin kenarından, sonra da tekrar metroya binin... Kışın derenin etrafında pek kimse yok ama sanırım yazın buralar çocuklarla ve onları gözleyen anne-babalarla cıvıl cıvıl olur. O zaman da bir şeye benzer...



Derenin yanında bir süre yürüdükten sonra Seul’ün Beyoğlu’su diye anılan İnsadong’a gidiyorum. Sanat merkezleri, geleneksel çayevleri ve lokantaların bolca bulunduğu, bir takım geleneksel el sanatlarının halen canlı tutulduğu bir semt İnsadong. Haftanın belli günleri trafiğe kapatılıyormuş ama bugün arabalar ve tek tük motorlar nadiren de olsa geçiyorlar yoldan. Yol boyunca yürüyorum. Urban art adında bir sergi salonuna girip ABD’li bir sanatçının eserlerini izliyorum. Irak’ta görevli Amerikalı askerleri ellerinde silah, bellerinde yüzlerce mermiyle resmetmiş sanatçı ama bir farkla. Yüzlerini görmüyoruz askerlerin. Onun yerine gülümseyen bir mickey mouse ya da başka bir çizgi film kahramanının yüzü var resimde. Bir çeşit çelişki yakalamak istemiş sanatçı belki! Ya da savaşın çirkin yüzünün çizgi roman kahramanlarıyla temizlenemeyeceğini anlatmak istemiş olabilir... Sonuçta asıl amaçlarını saklayan savaş çığırtkanlarının takındığı maskedir mickey mouse. Barış için savaştıklarını iddia ederler, savunma bakanlıklarına para akıtırlar, saldırmak ve öldürmek için. Sonra da gülümseyen maskelerini takıp uluslararası toplantılara katılırlar. Takmazlar hiç onların gülümseyen yüzlerinin neden olduğu yüzlerce masumun kanını...






Buradan çıkıp bıçak galerisine giriyorum. Japon kılıçlarının ve rambo bıçaklarının sergilendiği, zemin katta bir ufak mekan. Her bıçağın adı ve tarihte ortaya çıktığı zaman dilimi yazılmış önlerine. İnsan bir tuhaf oluyor bu kadar keskin aleti bir arada görünce... Satırlar, testereler, oraklar, hançerler, ucu sivri çakılar, tırtıklı bıçaklar, sustalılar, çatal dilli mızrak gibi uzun kılıçlar... İyi korku filmi çekilir burada. Hani aletlerin dilleri oluyor, her biri kendi hikayesini hatırlıyor ve sahiplerinin ellerinde nasıl cinayet işlediklerini bir bir anlatıyorlar. En sonunda da onları dinleyen çiftin üzerine yürüyüp çifti parçalıyorlar...




Yolda yürümeye devam ediyorum. Yol kenarında merdivensiz bir alışveriş merkezini görünce dalıyorum. Gerçi ilk katta merdiven var ama sonrasında binanın etrafında dolanarak çıkıyorsunuz yukarı. Binanın katları yere paralel değil, spiral şeklinde. Dükkanlar da merkeze bakıyorlar. Dolayısıyla yürüyerek, tek bir basamak çıkmadan yukarı çıkabiliyor, tek tek dükkanları görebiliyorsunuz. Bana bu bina Escher’in “Ascending and Descending” adlı çizimini hatırlattı her ne kadar burada illüzyon olmasa da. Binanın en alt katında çömlek boyuyan gençler vardı. Belli bir ücret veriyorsunuz ve size boya ve boyanacak çanak çümlek veriyorlar. Siz de arkadaşınızla ya da sevgilinizle boyuyorsunuz, isterseniz sanat yapıyorsunuz isterseniz işin cılkını çıkarıp sırf eğleniyorsunuz...






Binadan çıkıp yol üzerinden üzeri çikolatalı goflet ile kaplanmış sıcak cevizlerden alıyorum. Yine yol kenarındaki bir tatlıcı dikkatimi çekip zorla bana gösterilerini izlettiriyorlar. Bir bal kalıbının ortasına ufak bir delik açıp bal kalıbını eliyle genişletiyor tatlıcı ustası. Bal kalıbı daire şeklinde uzun bir lastik halini alınca lastiği ikiye katlıyor ve buruyor. Böylece lastik ikiye katlanmış oluyor. Elindeki iki katlı baldan çemberi önündeki una bandırıp geriyor ve tekrar ikiye katlıyor. Oldu 4. Bu işi yapmaya devam ediyor. Her seferinde bal inceliyor ve toplam sayı ikiye katlanıyor. 14 tekrardan sonra elinde tel tel olmuş bir bal kadayıfı kalıyor. Toplam tel sayısı: 2^14=16,384. Toplam rakamı hep birlikte söylüyoruz –Ehh, ben de katılıyorum onlara bu küçük matematik oyununda bir matematik öğretmeni olarak.- Şov bittikten sonra bir daha yapmalarını istiyorum. Sıkılmadan bir daha yapıyorlar. Bu defa daha bir dikkatli izliyorum ustanın ellerini, incelen telleri. İkinci gösteriden sonra bir paket fıstıklı bal kadayıfı –bu adı ben verdim- alıyorum ve yoluma devam ediyorum.





Hava kararıyor, insanlar yoğunlaşıyor. Etrafta yığınla üniversite öğrencisi var. Bir çayevine girip kocaman tasta ikram edilen çaydan kaşıkla içiyorum. Bir de yanında kırmızı fasulye çorbası söylüyorum. O da geliyor ama neredeyse katı. Çorbayı çay gibi kaşıkla, çayı çorba gibi doğrudan tastan içiyorum. Karnım doyduktan sonra kendime bir başlık ve bir atkı alıyorum metro istasyonundan ve konukevime gidiyorum. Ne de olsa ayrılacağım konukevinden yarın sabah, küçük bir otel odası bulacağım, her şeyimin elimin altında olduğu, kimsenin tuvalette işini bitirmesini beklemeyeceğim bir oda... Başka ne isteyebilir ki bir gezgin!

4 yorum:

  1. Do you say in your Turkish text what the worn bench in the last photo is for? Fifty years of people waiting for a bus to come? The seat 10,000 people have occupied while waiting for their expedited trial that automatically precedes jail? The only rest stop on the escape route to South Korea?

    YanıtlaSil
  2. The bench in the photo actually made me think of the wood missing its home! Like the reed in Rumi's hand:

    Listen to the reed and the tale it tells,
    How it sings of separation...

    *** I think the translation should be "how it sighs of separation".

    YanıtlaSil
  3. Devamını bekliyoruz

    YanıtlaSil
  4. süper yaaa...sen ne şanslısın...

    YanıtlaSil