Bu Blogda Ara

04 Şubat 2010

Kuzeydogu Tayland - 1

Birinci Gün – Ban Ten ilçesindeki hanım köyü, Kuzeydoğu Tayland

Köydeki ilk günümü evde geçirdim. En son geçen yıl bu zamanlar gelmiştim kayınları ziyarete. Köyde değişen hiçbir şey yok. Hayalkırıklığının değil, durağanlığın başkenti burası. Havlayan köpekler, gün doğmadan başlayan ve tüm köye hopörlörlerle anons edilen tapınak vaazları, ellerinde boş tencerelerle kapı kapı dolaşan yalın ayaklı rahipler, yoldan ara sıra geçen arabaların çıkardığı uğultu, güneşin doğmasıyla okullarına giden ufacık tefecik çocuklar, bisikletle ya da motorla tarlaya inen çiftçiler ve bir de Tok Cay’ın hareket eden her nesneye gırlaması, kimi zaman havlaması... Ben ise odamda sürekli çalan, bulunduğum mekana ve insanın beyninin esrar çekmişcesine uyuşturan sıcağa rağmen çaldığım jazz ile birlikte okuduğum ve okuyacağım kitapların, yazılacak yazıların, çalışılacak konuların arasındaydım her zamanki gibi. Sabah biraz ders çalıştım. İstatistik ödevini bilgisayara geçtim. Öğlen güneşin tehditine rağmen koşmaya çıktım. Hava o kadar ağırdı ki köyün etrafında iki tur atınca iflahım kesildi. Çek çekebildiğin kadar havayı, ciğerine dolan sanki oksiğen değil de ateş topu! Bir de peşime takılan köpekler ve olur olmaz her yerde karşıma çıkan inek bokları vardı tabii. Yarım saat olmasına rağmen koştuğuma değdi. Pirinç tarlalarının uçsuz bucaksız yeşilliklerinin arasında, ördeklerin ve tavukların koşuşturmalarına aldırmaksızın, ara sıra bana selam veren köylülere zorla da olsa gülümseyerek –koşarken gülümsemek zor oluyor bu sıcakta- yarım saatliğine de olsa yalnız başına olabilmek, kafesten uzak olabilmek güzel bir duygu. Başka türlü bu yavaşlığa ve sessizliğe tahammül etmem olanaksız. Eve gelince biraz kitap okudum. Aravind Agida’nın Beyaz Kaplan’ına devam ettim. Hindistan’ın kirli çamaşırları ancak bu kadar güzel bir mizah diliyle anlatılabilirdi. Defterime not aldım. Bitirince yazacağım birkaç satır bu roman üzerine.

Öğleden sonra J’nin annesinin getirdiği garili tavuğu yapışkan pilavla yedim. Ardından da dolaptan yeni çıkmış, buz gibi sari (armut gibi ama daha sulu ve daha tatsız bir meyve) dilimlerini indirdim mideme. Sonrasında da kasabaya internet kullanmaya gittik. Doğal olarak ilk gittiğimiz kafe çocuklarla doluydu. Tekrar arabaya binerken J’ye çocukları internet kafelere alıp, onların saatlerce oyun oynamalarına izin vermenin ne kadar yanlış olduğunu anlatıyordum. Oysa kasabada tek bir kitapçı yok, olsa da zaten kimse gitmezdi... Böyle online oyunlar varken, onu bunu öldürmek, etrafa sıçrayan kandan orgazm olurmuşçasına zevk almak varken kim ne yapsın kitabı? Başka bir kafeye gittik. Orası da kapalıydı. Meğer sahibi öğretmenmiş ve okuldan gelince açıyormuş. Ehh tabii, çocuklar da o zaman geliyorlar kafeye. Neyse ki onu beklememiz gerekmedi. Öğretmen hanımın annesi bizim için açtı kapıyı. Guatr hastası olduğu ilk bakışta anlaşılan, güldüğü zaman yıllardır çiğnediği mağkların (mağk: hafif uyuşturucu özelliği olan, bağımlılık yapan bir çeşit meyve) dişlerinde bıraktığı siyah izler belli olan bir kadındı annesi. İnternette bir saat harcadıktan sonra eve geri döndük. Akşama parti vardı. Tüm teyzeler, kuzenler, halalar, amcalar bize geleceklerdi. Bu partinin benim eve gelişim ile ilgili olmamasını çok isterdim ama bilinçli olarak benim geldiğimin ilk gününe denk getirildiğini sezmem için dahi bir dağmat olmam gerekmiyordu. Yoldan bira ve buz aldık, eve gittik.

Akşam misafirler birer birer geldiler. Felç geçiren büyük amca hemşire olan karısı ve son bir yılda sırım gibi uzamış olan oğluyla geldi. Ardından yeni torunu olan amca; karısı, iki oğlu, gelini ve torunu ile şen şakrak girdiler geniş bahçe kapısından. Kızları tıp okuyan hala ve amca güzel beyaz arabalarıyla göründüler Tok Cay’ın havlamalarına aldırmayarak . Birkaç da tanımadığım yüz vardı ama çok önemli olmadıkları konuşmalara en az benim kadar uzak olmalarından anlaşılıyordu. Nereden geldiklerini bilmediğim elektrikli tencerelere sular kondu. Ardından sebzeler ve balık. En son da gulsen. Acı sosu da ekleyince yemek hazır oluyordu. Tayland’da yemek sorunun bu kadar kolay yolla çözülmesi, herkesin aynı anda yemek yaparken yemesi ve bir yandan da tüm olayın sosyal bir etkinliğe dönüşmesi beni hep şaşırtmıştır. Erkek-kadın, çocuk-yetişkin, evsahibi-misafir gibi ayırımlar yemek yapma ve yeme sırasında ortadan kalkar böyle durumlarda. Herkes yapar, herkes yer, herkes konuşur, herkes kahkaha atar, herkes paylaşır ve herkes mutlu olur...
Ayrı bir ilginçlik de yemek olayının acılı sosun bitmesiyle sonlanmasıydı. Sonuçta yenilen sıcak yemeğin içine konulan sebzelerden ve balıktan ayrı bir tadı yoktu. Yani ciddi bir karışım, tatların birbirlerine girip yeni bir lezzet üretmesi söz konusu değildi. Durum böyle olunca da tüm lezzet yükü acılı sosa biniyordu. Sos bitince de yemek tatsız olacağı için sofra kaldırılıyor, insanlar yanlarına içeceklerini alıp, derin muhabbetlere dalıyorlardı. Bizim gibi uzun süre pişirme geleneğine sahip ülkelerde durum farklıdır. Mesela köylerde şenlik zamanlarında yenen keşkeği düşünün. Yahnisi olmadan da pekalâ yenir. Çünkü uzun zaman kaynar keşkek dev kazanlarda. Öyle ki en sonunda içinde ne olduğunu bile bilemezsiniz yemeği yerken.

Ben yemeğe başından beri dahildim ama konuşmalaras pek katılamadım çünkü köylüler kendi aralarında İsanca konuşuyorlardı. Tayca konuşsalar çatpat araya girer, üç beş laf ederdim ama İsancam birkaç basit kelimenin dışında yok gibi. Ben de öylece oturdum ve sessizce yemeğimi yedim. Büyüklere vay yaptım, küçüklerin vayına karşılık verdim. Bir yandan da düşündüm İsanlıların ayrı bir kültürleri, ayrı bir dilleri olmasına rağmen neden özgür bir ülke için savaşmadıklarını? Sonuçta İsanca okullarda öğretilmiyor. Laos dışında resmi dili İsanca olan ülke de yok. Bunun yanında bu bölgede yaşayan insanlar Laoscayı zaten okuyamazlar. Dolayısıyla yazamadıkları bir dili konuşuyorlar. Oysa Laos abecesi tıpkı Kımerce ve Tayca gibi Sanskritçeden türetilen bir abecedir ve bir Taylandlının Laosca okumayı yazmayı öğrenmekte zorlanacağını zannetmiyorum.

Büyük bir olasılıkla bu durumun en büyük nedeni iktisadi. Tayland bu bölgede istikrarlı denilebilecek az ülkeden biri. Ne Laos gibi fakir ne de Kamboçya gibi iç savaşla yaralanmış. Bu yüzden İsanlılar için Tayland’a bağlı olmak, Tayland kralına sadık kalmak daha kârlı. Onların bu sadakatı kendilerine devlet yatırımı olarak geri dönüyor. İsan bölgesi turizmden çok az gelir etmesine rağmen temiz yolları, eli yüzü düzgün okulları, iyi kötü hizmet verebilen sağlık kurumları ile Tayland’ın diğer bölgelerine göre kayda değer derecede fazlasıyla sorunları olan bir bölge sayılmaz. Kuraklık gibi doğal sorunları saymazsak tabii. Bizim Güneydoğu bölgesini hatırlamamak olanaksız tabii İsan’dan bahsedince. Bakımsız yollar, öğretmeni olmayan okullar, okulu olmayan köyler, sağlık ocağında doktoru olmayan kasabalar, işi olmayan binlerce genç... Bir de tabii buna yüzyılların getirdiği bağnazlık, namus davaları, kız çocuklarını okutmama gibi yine devletin ilgisizliğiyle arta gelen sorunlar ekleniyor. İstanbul’a metro, İstanbul’a üçüncü köprü, Ankara’dan İstanbul’a altı şeritli otoban yapalım... Yolların geçeceği yerlerin yakınlarını politikacılarımızın dağmatlarına, kayınlarına, oğullarına ucuza satıp, onların birkaç sene içinde köşeyi dönmelerini sağlayalım. Kim ne yapsın doğudaki okula öğretmenle... Sonra da bu insanlar baş kaldırınca askerimizi gönderip, bu ülkenin vatandaşını bu ülkenin askeriyle savaştıralım. Ölen askerimize şehit deyip feveran edelim. Diğer vatandaşımıza da terörist diyelim. Her iki taraftan da ölenlerin adlarının Mehmet, Ahmet, Hasan, Hüseyin olması şaşırtmaz bizi hiç. Çünkü yeni adları vardır onların, kendilerine devlet tarafından biçilen yeni adları...Hastalığın nedenini bulup, nedeni ortadan kaldırmak yerine, semptom olarak beliren çıbanların başlarını keselim. Çıban çıktıkça keselim, çıktıkça keselim, bunun bir sonunun olmayacağını bilerek kesmeye devam edelim.

Aslında Tayland da sütten çıkmış ak kaşık değildir. İsanlıları isyan ettirmeyen şey yakınlardaki ülkelerin Tayland’dan çok aşağıda olmaları ve kendilerinin devletten yeteri kadar hizmet almalarıdır. Yakınlarda petrol zengini bir Kuzay Irak olsaydı durum aynı mı olurdu? Olmayacağını Güney Tayland’da yıllardır süren şiddet olayları gösteriyor. Her gün gazetelerde haberlerini görüyoruz motorla işine giderken öldürülen öğretmenler, arabalarında kurşunlanan aileler, kauçuk çiftliğinde öldürülüp kafası kesilen köylüler... Şakası yok bu işin. Güneydeki müslümanlar Malezya’ya bağlanmak istiyorlar. Neden? Birincisi din onları ayırıyor Tayland’ın çoğunluğundan. İsanlılar gibi Budist değiller ki benimsesinler Taylandlı olmayı. İkincisi de Malezya’nın zengin olması. Ben 2000’de Yala’ya gittiğimde oradaki halkın kendilerini Taylandlı ve müslüman diye ikiye ayırdıklarını hatırlıyorum. Yemek yediğim lokantadaki garson kız ben müslüman değilim Tayım (Taylandlıyım) demişti. Yani Tayland’ın güneyinde müslümanlık dinden çok etnik bir üst-kimliğe dönüşüyor ve dolayısıyla müslümanlar Taylandlı olmayı Budist olmakla eş anlamlı tuttukları için Taylandlı olmayı reddediyorlar. Tayca da konuşmuyorlar zaten. Beraberinde gittiğim S abi oradan bir kızla nişanlanmıştı ve kızın arkadaşlarıyla bazen Malayca konuşması akıcı Tayca okuyup yazabilen S abiyi kimi zaman zor durumda bırakmıştı. Din konusundaki sert ayrımda devletin resmi dininin Budizm olmasının da önemli bir rolü var elbet. Evet, Tayland’ın resmi dini var ve Budizm ülkeyi birlikte tutan Kral ve Milletten sonra üçüncü önemli unsur. Bayraktaki mavi renkli şerit kralı, kırmızı renkli şerit milleti, beyaz renkli şerit de Budizmi temsil eder.

Sonuçta her yerde olduğu gibi insanların yarattıkları suni üstkimlikler insanları bölmeye, gereksiz yere can almaya, kan akıtmaya devam ediyor, devam edecek. Sınırlar ortadan kalkmadan, sömürü bitmeden, insanın insana yaptığı zulüm sonlanmadan, kalplere dikenli teller çekip aynı toprağın ceremesini çekmiş toplumları birbirinden ayıran tanrılar ortadan kalkmadan bu kavga döğüşün ortadan kalkacağı da yoktur.
Yemekten ayrılıp odama çekiliyorum. Telefonda B ile konuşuyorum. Haziran’daki Phuket maratonuna hazırlanmaya çalışacağımı söylüyorum. Birkaç dakika kitaplar üzerine konuşuyoruz. Sen ne okuyorsun, ben ne okuyorum falan filan... Telefonu kapattıktan sonra Sarah Vaughan’ın CD’sini koyuyorum bilgisayara. I don’t know why but I am feeling so sad cümlesi dolduruyor odayı bir yerlerimi yakarak... Beyaz Kaplan’ın sayfalarına yumulup, uykum gelene kadar Bangalorun sefil şoförlerini ve onlardan birinin gözüyle değişen Hindistan’ı okuyorum.

---------------------------------------------------------------------------------

Yarın: Birinci günden sonraki günlerin olanaksızlığı. Dinazorlar, somtam, kao niyo ve gay yang yemek, artanları torbaya koyup Tok cay için saklamak, Konken’e gidiş, şekerkamışları , dev alışveriş merkezleri, para harcamak ve dünden kalan artıklarla yemeğe devam... Neden hep yemek: Çünkü tek ortak noktamız. Hepimiz yemek zorundayız,ben bile, dillerini konuşmasam, dinlerini benimsemesem, kültürlerine yabancı olsam bile...

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder