Bu Blogda Ara

20 Şubat 2010

Kore’de Bir Hafta

Birinci Gün'ün İlk Yarısı (Çarşamba)

Öncelikle neden Kore diye başlamakta yarar var sanırım. Yılın bu ayında, Filipinler’e ya da Endonezya’ya gidip, beyaz kumsallara uzanmak varken neden kara kışın ortasındaki puslu Seul? Öyle ahım şahım, dillere destan, yeri göğü birbirine katacak bir gerekçem yok. Birincisi Kore hakkında ileriye dönük ciddi planlarım var. Yaşanılabilecek, çalışılabilecek bir ülkeye benziyor. En azından dışarıdan bakınca öyle. Zaten bu görünüşü test etmek için burdayım denilebilir. Peki neden kara kış, bu ülkeye Temmuz’da gelmek daha iyi olmaz mı? Amacım sırf gezmek olsaydı evet diye yanıtlardım bu soruyu ama dediğim gibi ileriye dönük düşüncelerim var. Bu durumda en kötüsünü görmek daha iyi olur. Yolların çamurlu durumuna, erimeyen karların kirli görüntülerine, soğuğun içe işleyen yıldırıcılığına, güneşsiz gökyüzünün yarattığı kötümser ruh haline dayanabilirsem bu ülkenin yazına hayli hayli dayanırım demekir. Bu biraz kız istemeye giderken gelin adayının evine randevu vaktinden bir saat önce varıp, onu hazırlıksız yakalamaya benziyor. Yazın güzel olmayan yer mi var ki Seul güzel olmasın? Yaz aşkları, yaz sarhoşlukları, yazın kurulan ve hayat boyu süren yeni dostluklar, yazın girilen denizler, yazın yenilen dondurmalar, yazın giyilen rahat elbiseler, yazın yapılan çılgınlıklar... Kışı çetin olan her ülkede bunlar az çok yaşanır. İnsan yazın değerini kışın dertleriye cebelleşerek anlar. Doğanın getirdiği çirkinliklerle savaşıp, onu yendikten sonra sevincine ortak olmamanın yolu var mı? Şimdi bırakalım bu klişe lafları da işimize bakalım. Biraz daha devam edersem işi dinsel metaforlara vardıracağım. Her gecenin bir sabahı, her kışın bir baharı vardır falan...

Ho Chi Minh havaalanında bana bilet kesen kız soruyor “Yalnız mı gidiyorsunuz?”. “Evet” diyorum. Şaşırıyor. Sanki Seul yalnız gidilebilecek bir kent değilmiş gibi. Sonra vizem olup olmadığını soruyor. Ben de Kore’nin Turkiye vatandaşlarına vize uygulamadığını söylüyorum. Bilgisayardan kontrol ediyor ve birkaç saniye sonra şaşkınlıkla “Üç aya kadar kalabilirsiniz orada” diyor. Açıkçası ben de şaşırıyorum. Tayland bile en fazla bir ay verirken! “Ama ben sadece bir hafta kalacağım” diyorum. Benim adıma üzülmüş olacak ki “Yazık, ne yazık” diyen gözlerle bakıyor gözlerime. Pasaportumu ve uçağa biniş kartımı alıp ayrılıyorum bilet kesme gişelerinden. Bu arada belirteyim. Biz Seul diyoruz ama kentin adı Soğl (서울) diye okunuyor. Korecede “l” ve “r” seslerini ayırmak zor. Bu yüzden Koreli birisi “walk” dediği zaman “work” anlaşılabiliyor. Şöyle bir telefon konuşması her ne kadar biraz abartı da olsa olanaklıdır:

- What are you doing?
- I am walking.
- Are you still working? Isn’t it too late for work.
- Why not? I can walk whenever I want. It is nice outside in the evenings.
- So you are working outside now! Visiting your clients? Inspecting the shipment?
- No, I am just walking for fun, for exercise.
- I envy you. For me work is always a burden. I don’t enjoy working at all...
- That is why you are gaining weight. You should walk too.
- Ok, whatever! Keep working! I should not bother you. Talk to you later... Byeeee
- But I can talk while walking! Heyy, are you gone? Helloooo?

Seul’da havanın soğuk olacağından haberdarım. Bu yüzden yeşil ceketimin altına bir de siyah ceket giyeceğim. Bu ceketi 200,000 Dong’a (10 dolar) aldım evin yakınındaki bir marketten. Oraya varınca da atkı ve kafamı sıcak tutacak bir başlık alacağım. En büyük korkum hasta olup, yatağa düşmek. Malum, 10 yıldır SEA’da yaşıyorum. En son 2003’ün Nisan’ında kar görmüştüm ve o da Uludağ’ın tepesindeydi. Bursa’ya inince hava yine ılımandı. Yani son on yılda sadece 1 saatlik bir deneyimim var soğuk hava ile. Durum böyle olunca insan yumuşuyor, bağışıklık sistemi afallıyor aşırı soğukla karşılaşınca. Umarım çabucak alışırım ya da Seul çok soğuk değildir.

Uçakta yanıma yaşlı bir kadın oturuyor. Tüm yaşlı Koreli kadınlar gibi kıvırcık saçlı. Ben pencere kenarındayım ama gece uçacağımız için farkeden bir şey yok. Hayalimde uçak hareket ettikten sonra ışıkların söneceği ve mışıl mışıl uyuyacağımız vardı. Yanıldığımı anlıyorum. Zırt pırt bir şeyler ikram ediyorlar. Önce içecek ve fıstık, sonra gece yemeği, sonra çay-kahve, sonra su-meyve suyu, sonra Kore’ye girişten önce doldurmamız gereken kağıtlar... Ben ilk iki saat Ulaş’ın verdiği “Yeni Harman”ı okuyorum. Kafam dağılınca da Kore alfabesini çalışıyorum unutmamak için son iki haftada öğrendiklerimi. Yanımdaki bayan ise sürekli uyuyor. İki de bir kafası omuzuma düşüyor. Azıcık sağa kayıyorum ki kafası omuzumdan aşağıya düşsün de uyansın diye ama durumun farkına varmıyor kadın. Otobüs değil ki camı açıp sarksam dışarı! En sonunda vaz geçiyorum hareket etmekten. Ne yapayım! Uyuyacaksa uyusun. Oğlu yaşında adamım. Gerçi ara sıra uyanıyor, kafasını kaldırıyor, belki utanıyor yaptığından belki benim sessizliğimden dolayı daha çok ürküyor, kuşkulanıyor niyetimden her ne kadar bir şeye niyet etmemiş olsam bile. Ne de olsa göz yumuyorum onun bilinçsiz hareketine ve ben farkında olmasam da benim umursamaz tavrım yanlış anlaşılabilir. Hani sanki onu ben davet etmişim gibi omuzuma suçlayabilir beni. Gerçi uyanıyor, kafasını kaldırıyor ve beş saniye sonra tekrar düşüyor kafası omuzuma sanki düşecek başka yer yokmuş gibi. Bu şekilde sabahı ediyoruz. Uçak Seul’a varınca da hiçbir şey olmamış gibi kendi yollarımıza gidiyoruz. 5 saatlik yolculuk boyunca tek kelime etmiyoruz. İyi de oluyor...

Seul havaalanı büyük. İndiğimiz yerden vize gişelerine gitmek için trene biniyoruz. Sağda solda konuşan makineler var, bir şeyler mırıldanıp duruyorlar. Yok yürüyen merdivenin sağında durun, yok transfer yolcu iseniz şurdan sağa dönün, yardım istiyorsanız şu düğmeye basın falan... İnsan bir tuhaf oluyor yanından geçtiği direk arkasından bir şeyler mırıldanınca, ister istemez dönüp bakıyor biri beni mi çağırıyor diye! Vize gişelerine varınca pasaportumla ilgili korkum ayyuka çıkıyor, ya sorun çıkarırlarsa, ya bu pasaport çok eski, sayfaları dolmuş derlerse, ya elektronik değil diye beni ülkeye almazlarsa! Malum, Kore bir teknoloji devi, her şey makineler tarafından idare ediliyor. Ehh, bizim pasaportlar da malum, veresiye defteri gibi. Ad ve soyadın dışında tüm kimlik bilgileri pasaportun sonunda ve tamamen Türkçe. Dört defa uzatılmış son kullanma tarihi. Vize tatbik edilemez yazılan sayfaları bile vize ile dolu ve kimsenin taktığı yok. Ulaş Avustralya’ya giderken Avustralya konsolosluğu vermemişti vize bu sayfalardan dolayı, Ulaş yeni pasaport almak zorunda kalmıştı, tabii yenisi de eskisi gibi... Çok kolay taklit edilebileceği için hemen her gümrükte diğer yolcuların iki katı kadar zaman harcıyorum vize gişesinde. Görevli pasaportun fotoğrafını çekiyor bilgisayarla. Barkodu olsa tüm bilgiler anlık bir zaman diliminde bilgisayara aktarılacaktı ama yok işte. Yıllardır yeni pasaportu çıkaracaklarını söylüyorlar ve yıllardır bir gelişme yok. Ne kadar zor olabilir ki böylesine bir dönüşüm. Hani Türkiye o kadar fakir bir ülke de değil ki parayı bahane etsinler. Zaten ahdim var, hiçbir zaman Türkiyeli’lerin olduğu sıraya girme çünkü çok beklersin. Neyse, pasaport sorun çıkarmıyor ama görevli soruyor Kore’yi ziyaret nedeni olarak yazdığım ‘Tet Holiday’ ifadesine. Benim ahmaklığım işte. Tet, yeni yıla Vietnam’da verilen ad. Kore’li görevli nereden bilsin Tet’i. Kafası karışıyor doğal olarak. Ben de ‘New Year’ diyorum. Anlamıyor. ‘Lunar New Year’ diyorum. Anlıyor, anlamıyor, geçiştiriyor... Mührü basıyor. Artık resmen Kore topraklarındayım.



Havaalanı serin. Bu dışarıdaki soğuk havanın habercisi olsa gerek. Ceketimi giyiyorum ve ilk iş olarak hemen para değiştirmeye gidiyorum. 100 dolar veriyorum banka görevlisine. Kadın parayı alıyor, mavi ışığa tutup sahte olup olmadığını kontrol ediyor ardından da para sayacına koyuyor. Sayaç çalışıyor ve duruyor! Küçük ekrandaki rakam: 1. Ama kadın tatmin olmuyor. Parayı tekrar sayaca koyuyor. Tekrar çalıştırıyor. Ekrandaki rakam: 1. İkinci denemeden sonra tatmin olmuş olacak ki bana Kore vongu veriyor karşılık olarak. Ben bir yandan içimden gülüyorum bir yandan da merak ediyorum ne olurdu eğer makina 1 değil de 2 deseydi! Makineye mi güvenecekti yoksa sağduyusuna mı? Peki ya makine 0 deseydi? O zaman bana hiç para vermezdi ve siz bana bir şey vermediniz ki derdi! Haksız da sayılmazdı çünkü sonuçta kanıtım yok ona para verdiğime dair. Olayın gülünçlüğüne rağmen sesimi çıkarmıyorum. Sonuçta kadın işini yapıyor ve büyük bir olasılıkla başındaki patronu ona böyle yapmasını söylüyor. Dolayısıyla denecek bir şey yok. Bir süre ortalıkta geziniyorum, çıkmam gereken kapıyı arıyorum. Görevli birisi ben sormadan yardımcı oluyor.

Havaalanının dışına çıkınca havanın soğukluğunun ne derece olduğunu anlıyorum. Üzerimdeki ceketlerin beni bu ayazda korumayacakları açık. Hemen binmem gereken otobüsü buluyorum ve şoföre gideceğim yeri soruyorum. İkinci durakta ineceksiniz diyor. İlk durağın elli kilometre uzakta olduğunu henüz bilmiyorum tabii! Otobüs rahat ve duraklara gelmeden önce, tıpkı metrolarda olduğu gibi uyarı anonsları yapılıyor. Kapının hemen yanında 3 sıra oturak konulabilecek bir yere çantalık koymuşlar. Büyük sırtçantamı oraya koyuyorum. İçinde bilgisayarımın olduğu çantayı yanıma alıyorum. Pencereden dışarıyı izliyorum. Sabahın alacakaranlığı henüz etkisini yitirmemiş. Hava bulutlu, yağmur ya da kar ha yağdı ha yağacak. Camın içeriden buğulanması şaşırtıyor beni her ne kadar nedenini bilsem de! Cama Kore harfleriyle adımı yazıyorum çocukça bir zevk alarak. Küçükken evin camlarına resimler çizer, o resimlerin kalıcı olmasını dilerdik. Oysa cam yazı tutmazdı, tıpkı plajdaki kumlara çizilen resimlerin ilk dalgayla yok olması gibi.



Yollar geniş ve pürüzsüz. Trafik yok denecek kadar az. Bu kentin dünyanın ikinci büyük kenti olduğuna inanmak zor. 20 milyonun üzerinde insan yaşıyor Seul’de. Kore nüfusunun neredeyse yarısı burada yani. Kente yaklaştıkça arabalar artıyor, trafik yoğunlaşıyor. Trafik ışıkları çoğalıyor önümüzde, birini geçsek diğerine takılıyoruz. Duraklarda bekleşen insanları görüyorum, soğuktan korumak için ellerine taktıkları eldivenlere, boğazlarını saran, ağızlarını kapatan kaşkollara bakıyorum bir yandan dışarı çıktığımda ne yapacağımı düşünerek. Yer yer eriyememiş kar birikintilerine takılıyor gözlerim. Durakların arkasında karaya çalmış, tostopak olmuş, buzlaşmış kar birikintileri bunlar. Rastgele serpilmişler oraya buraya. Demek birkaç gün önce kar yağmıştı Seul’e.



Otobüs ikinci durağa geldiğinde kimseye sormadan iniyorum. Sormaya da gerek yok! Her şey açık ve net. İnince biraz afallıyorum çünkü yolun hangi yönüne doğru ilerleyeceğimi bilmiyorum. Bir de hafif hafif döktürmeye başlayan yağmur var. Şemsiyem de yok ki açsam, kuru kalsam. Bir süre yürüdükten sonra aradığım kafeyi görüyorum. Elimdeki yol tarifine harfi harfine uyarak sanki elimle koymuşum gibi buluyorum konukevini. Otelden çok eve benziyor. Büyük bir olasılıkla, kiraya verip az gelir elde edeceğine, bu şekilde işletmeyi yeğlemiş bir yatırımcının evidir. Konukevini buldum fakat sorun bulmakla çözülmüyor. Kapıyı açan yok. Bahçe kapısındaki zile defalarca basıyorum ama kimse oralı olmuyor. Belki sabah erken olduğu için herkes uyuyordur diyorum içimden. Etrafta biraz yürüyüp, cep telefonuyla birkaç resim çekiyorum: Buz tutmuş bir gölcük, yol kenarındaki bisikletler, trafiği kontrol eden bir robot ve Nam San tepesinin uzaktan görünüşü. Ardından da köşedeki kafeden bir kahve ve bir iki parça çörek alıyorum. Burada internete girip kablosuz internet olanağından faydalanarak Tayland’a mesaj gönderiyorum. Ardından tekrar yola düşüyorum. Saat 10 gibi kapı açılıyor ve ben nihayet konukevine girebiliyorum.



İçerisi sıcak ve dağınık. Bekar evi gibi açıkcası. Üç katlı ve her katta odalar ve tuvaletler var. Mutfak giriş katında. Resepsiyon masasının yanında iki bilgisayar var. Duvarlarda yemek ısmarlamak için hazırlanmış yığınla broşür, masanın karşısında Seul’u anlatan rehber kitapçıklar, pencere dibinde de iki geniş koltuk var. Mutfak ve tuvaletler ortak. Hatta pek çok kişi odaları paylaşıyorlar tanımadıkları insanlarla. Benim odam tek kişilik ama yine de tuvaletim ve banyom yok. Alt kattaki odama yerleşmem için saatin 12 olmasını bekliyorum. Bu arada internete girip okulun işleriyle uğraşıyorum. Sonuç olarak bugün çalışıyor görünüyorum. Saat 12’de odama yerleşiyorum. Zemin katta, karanlık denilebilecek bir oda. Bir pencere var ama çok az ışık giriyor odaya. Yerden ısıtmalı olduğu için dışarıdaki soğuğu hissetmiyor insan içeride olduğu sürece. Camın küçük olmasının nedenini anlıyorum. Eşyalarımı odaya atıp dışarı çıkmaya hazırlanıyorum. Ne de olsa boşa harcayacak vaktim yok. Resepsiyondaki görevliden ödünç şemsiye alıyorum. İşin güzel yanı şemsiyeyi ben ona sormadan o bana teklif ediyor. Dışarı çıkacaksın, ıslanırsın diyor ve ayakkabılıktan bir şemsiye çıkarıp elime tutuşturuyor. Memnuniyetle kabul ediyorum ve hemencecik elimde şemsiye, üzerimde iki kat ceket, ayağımda tenis ayakkabıları ve soğuktan donan burnumla dışarı atıyorum kendimi.


Birinci gün devam edecek: Metro, Kore Ulusal Müzesi, kütüphane, konukevinde kalan diğerleri, soğuk su, yollardaki insanlar ve yemek sorunu...

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder