Bu Blogda Ara

06 Şubat 2008

Tayland Gunleri - 1 & 2

1. Gun
Vietnam’ın en sevdiğim yanı Tayland’a dönüşümde bana yaşattığı beklenti dolu heyecan. Motorsikletler memleketinden arabalar memleketine yolculuk adeta benimkisi. Yahya Kemal aynı şeyi Ankara’yı İstanbul için terkettiğinde söylüyordu. Hoş, şairin şiirlerini pek sevdiğimi söyleyemem ama ima ettiği gerçeği paylaşmama engel değil bu. Sekiz yıldır yurt dışında yaşayan birisi olarak İstanbul’un Ankara’ya olan üstünlüklerini sayacak kadar yetkin olmadığımın farkındayım. Ya da var olduklarını düşündüğüm o güzel yanlar artık eskisi gibi var olmayabilirler. İstanbul’un denizi ve tarihi, Ankara’nın resmi binalarına ve geniş yollarına göre daha güzel olmayabilir bazıları için. Yalnız, en azından benim için Tayland Vietnam’a kıyasla bir büyük abi rolünde. Vietnam’da tadamadığım pek çok güzelliği Tayland’da adım başı bulabilmem neredeyse sıradan bir durum. En başta yemekler geliyor sanırım, ardından da insanların sakinliği ve güleryüzlülüğü. Aradığımda sessiz bir yeri kolayca bulabilmem. Bir de tabii Tayland’ın dilini, kültürünü, yaşam tarzını az çok benimsemiş olmam var. Bir çeşit ikinci ev Tayland benim için. Belki de bu yüzdendir yaşadığım ve bundan sonra yaşayacağım heyecanın büyüklüğü. Bir çeşit eve dönüş...

Ayın son günü beklediğimden de meşgul geçti. Tüm uğraşılarıma rağmen eve ancak saat dörtte varabildim. Sonrası da toza ve kire aldırmadan, hızlı bir hazırlanış. Pencereleri kapattım, çamaşır sepetini balkona koydum, buzdolabınınki hariç tüm fişleri prizlerinden çektim. Bulduğum her şeyi çantaya tıktım. J yanımda olmayınca çantayı hazırlama işinde zorlanırım sanıyordum ama umduğumdan daha erken bitti tüm işlem. Zaten elbiseleri çantaya doldururken kendime sorduğum soru “Neye ihtiyacım olur?” değildi. İhtiyacım olmayacakları geride bırakarak hazırlandım. Bir çeşit olmayana ergi yöntemi. Bir Matematik öğretmenine de bu yakışır.

En büyük tereddütü her zamanki gibi Tayland’da okuyacağım kitapları seçerken yaşadım. Başladığım ama henüz bitirmediğim Orwell’ın “Burma Günleri” bilgisayar çantasındaki yerini aldı hemen. Sonrasında Roy’un “Küçük Şeylerin Tanrısı” ve Auster’ın “New York Üçlemesi” ni yanıma aldım. Genelde yolculuğa çıkarken bilmediğim yazarlara pek şans tanımam. Ne olur ne olmaz, beğenmezsem okuyacak bir şeyim kalmaz, durduk yere üzerime risk almayayım diye. Oysa bu sefer bir değişiklik yapıp Updike’ın “Çiftler”ini atıyorum çantaya. İyi bir yazar olduğunu cümle aleme kanıtlamış birisi Updike. Hem şu sıralar Brian da Updike’ın tavşan serisini okuyor. Dolayısıyla beğenmeme olasılığım düşük. Bütün bu okunacak kitapların yanına Emre’nin iki gün önce getirdiği Pasifik Öyküleri’nin beş nüshasını ekliyorum. Tayland’a varınca oradaki dostlara vermek için bu kitaplar. Gerçi Bangkok’ta sadece bir gün geçireceğim. Kalan günler köyde ya da Kon Ken’de geçecek. Yine de fırsatını bulduğum anda adreslere postalayacağım kitapları. Hem belki plan değişir, başka şeyler yaparız... Tatil değil mi bu? Plan yapmamak en iyisi...

Apartmanın önündeki taksi şoförü taksimetreyi açmayı reddediyor. Ben de köşeye kadar yürüyüp, yoldan bir taksi çeviriyorum. Vietnamın dilini bilmesem de taksi sürücülerinin dilini bilecek kadar kaldım bu ülkede. Taksinin içinde sağa sola bakarak ilerliyoruz. Motorsikletler okyanusunda mantar kafası gibi sırıtan tektük arabalar görünüyor köprüden yokuş aşağı inişe geçtiğimizde. Kask kanunu çıktığından beri motor sürücülerinin hemen hepsi kask takıyor. Bayram yerinde ellerinde renkli balonlarla bekleşen çocuklara benziyor motor sürücüleri. Pembe, mavi, kırmızı, yeşil... Kimisi süslü, kimisi eski ve külüstür... Ama hepsinin kornası var. Herkes burnunu bulduğu ilk deliğe sokmak için yarışıyor. Taksinin şoförü hızını almış bir kere: Her iki saniyede bir kornaya basarak ilerliyor. Mızrağıyla düşmanına saldıran şövalye gibiyiz. Mızrağımız kornamız! Aynalardan yoksun motor sürücüleri de sanki ses dalgalarını radarlarla algılıyormuş gibi yolun sağına sağına kaçışıp, gürültü yaparak gelen taksiye yol veriyorlar. Başka çareleri de yok. Ben motor kullanırken nasıl da kızarım arkamdan gelip kornaya basarak ödümü kopartan, çaresizce yolumda gittiğim halde zırt pırt gereksiz yere kornaya basarak arkadan santim santim yaklaşan arabalara. Trafikte gördüğüm karmaşa aslında toplumun genel yapısının bir aynası görünümünde. Ben büyüğüm, sen küçüksün! Dolayısıyla bana yol vereceksin, önde ben gideceğim arkada sen! Yoksa arabaların motorlardan hızlı gittiği falan yok. Önemli olan aracının büyüklüğü ve pahası.

Arabaların motorlara yaptıklarının aynısını motorlar bisikletlilere ve yayalara yapıyorlar. Ya da motor sahipleri araba sahibi olunca kendilerine yapılanın aynısını eski araçdaşlarına yapıyorlar. Dolayısıyla yukarıdan aşağı doğal bir devinimle ilerleyen bir anlayış bu. Taksinin sürücüsüne, “dur, etme, basma kornaya” demiyorum. Desem beni anlamayacak, anlasa tuhaf karşılayacak. Çünkü onun için kornaya basmak ve önüne doluşan motorları savuşturmak yapabileceği en doğal iş. Trafiğe aldırmadan telefona gelen bir mesajı yanıtlıyorum. Kırk dakika kadar süren yolculuğun sonunda havaalanına varıyoruz.

Havaalanı yeni. İkinci kata girer girmez, biletimi aldığım havayollarının yolcu kayıt saatinin geldiğini görüyorum. Kolayca kurtuluyorum elimdeki ayakları kırık olduğu için dik duramayan, sahte Louis Vitton’dan (Böyle mi yazılıyor acaba?). Sonrasında okuldan bir başka öğretmen ile karşılaşıyorum. Birlikte havaalanındaki mevcut üç-dört lokantadan birisine giriyoruz. Singapur yemekleri yapılan bu yerde Tayland yemekleri için ısınma olsun diye Laksi yiyorum. Sonra M. Katılıyor aramıza. Ardından diğer öğretmenlerle karşılaşıyoruz. Toplam altı öğretmen aynı uçuşu almış. Öğretmenlerden birisi kızarkadaşı ile birlikte gidiyor. Dolayısıyla yedi kişiyiz birbirini bilen.

Yolculuk kısa ve kesintisiz. Bir saat onbeş dakika sonra Tayland’dayız. J benim için yemeği etyemez menüden ayırtmış. Ne güzel! Bileti kendim alsam bu derece hassas olamazdım. Domuzlu ekmekarası gelseydi, yemezdim olur biterdi. Hem zaten karnım aç değil. Yalnız insanın kendisini kendisinden daha fazla düşünen birisinin varlığını bilmesi rahatlatıcı bir duygu. Hele bir de bunun için aşkın (transcendental) bir takım aksiyomlara inanmak zorunda kalmamak daha güzel bir duygu. Ne de olsa J dünyasal bir varlık.

Tayland’a vardığımda Sukhumvit üzerinde kalacak olan dört kişi bir taksi tutup gidiyoruz. Tayca konuşmayı azçok becerdiğim için ben sürücünün yanına oturuyorum. Gerçi sürücü gülümsemekten başka bir şey yapmıyor. Sorularıma kısa kısa yanıtlar veriyor ama bir türlü beni tatmin edecek uzunlukta cümleler kurmuyor. Ben adamın Taylandlı olduğundan kuşkulanmaya başlıyorum. Bir keresinde başıma gelmişti böyle bir hadise. Neyseki sürücü elimdeki Tayca yazılmış adresi okuyarak kendisini ispatlıyor. Sukkhumvit üzerindeki sokaklardan birisine giriyoruz. Bizi yolun kenarında bırakıyor. Bundan sonra herkes kendi yoluna gidecek çünkü kalacak otellerimiz farklı.

Taksiden inmeden önce gözüme çarpan iki şeyden burada bahsedeyim: Yol kenarlarında konuşlanmış, makyajdan yüzleri görünmeyen fahişeler ve onlarla pazarlık yaparken bir yandan da sigaralarını tüttüren Güney Batı Asya’lı erkekler. Etraftan Arapça şarkı sesleri geliyor. Yol kenarında televizyonda futbol izleyenlere bakıyorum. Maçın sunucusu Arapça konuşuyor. Nargile tüttüren erkekler, yoldan geçenlere kuşku dolu gözlerle bakıyorlar. Dükkanlarda çalışanlar Taylandlı, müşteriler genel itibarıyla GBA’lı, yollarda saçılıp dökülen kadınlar sanırım her yerden... Küreselleşme dedikleri bu olsa gerek. Parası olmayanın parası olana meşruiyet düşüncesini hiçe sayarak her türlü hizmeti sunması. Bu adamlar kendi ülkelerinde yapamadıklarını yapmak için buraya geliyorlar. Bu kadınlar da kendi ülkelerinde kazanamayacakları parayı burada kazanıyorlar. Bangkok doğunun kerhanesi olma yolunda emin adımlarla ilerliyor sanırım. Açık Pazar sistemi. Vietnam’da tadamadıklarımı Tayland’da tatmak istediğimi söylerken kastettiğim bu değildi. Daha çok yerel yemekleri ve buranın insanının hoşgörüsünü dile getirmek istemiştim. Oysa bu sokakta bahsettiğim iki şeyi de bulmam olanaklı değil. Sanırım benim Tayland’ım başka bir Tayland. Paraşütüyle yanlış yere düşmüş bir asker gibiyim. Hedefi şaşırmak bir yana, hayal kırıklığı ve kızgınlık var içimde.

Taksiden indiğim yerde, kenarında Arapça ‘Helal’ yazan bir dönerci çarpıyor gözüme. Akşam acıkırsam buraya gelirim diyorum kendime. Fahişelerin ısırgan bakışlarından kaçarak, J’nin benim için oda ayırttığı otele varıyorum. Eminim otelin böyle bir yerde olabileceğini o da tahmin etmemişti. Ben oda ayırtmasını söylediğimde, göktrene yakın olmasını istemiştim. Amacım tren hattı üzerinde rahat yolculuk yapabilmekti. Ertesi sabah Dasa’ya kitap bakmaya gideceğim ne de olsa! Hem bir de vakit olursa Silom’a gidip iki H.’yi ziyaret etme plânım var. Sonra Türkiyeli girişimciler tarafından açılan, Anadolu yemekleri sunan lokantada öğlen yemeği yemek var. Bu durumda rahatlık açısından göktrene yakın olmak en iyisiydi. İyi ama böylesine bir yeri J nasıl da bulmuş, anlamak olanaksız. İnternetten yer ayırtınca, otelin etrafının fahişeler ve onları avlamak / onlar tarafından avlanmak için yolları gözetleyen özgüvenleri yaralı erkekler tarafından sarıldığını yazmıyor tabii.

Odama yerleştiğimde koktuğum en büyük şeyin başıma geldiğini fark ediyorum. Odanın penceresi dışarıdan gelen sesleri olduğu gibi içeriye alıyor. Ha sokakta uyumuşum, ha odada! Fark eden bir şey yok. Resepsiyona inip penceresi olmayan ya da arka tarafa bakan bir odanın olup olmadığını soruyorum. Yanıt şaşırtıcı değil tabii: Dem ka! Ayrıca arka tarafından da ön taraftan farklı olmadığını söylüyor kız dudağının kenarına sızan gizemli bir gülümsemeyle. Tekrar odaya çıkıp, J’ye telefon açıyorum. Etrafın ‘hooker’ ve ‘hokka’ kaynadığından bahsedince, bana odamdan dışarı çıkmamamı tembihliyor. Yine aynı kollayıcı rehber! Ben de ‘Tamam, çıkmam!’ deyip telefonu kapatıyorum.

Tabii ki çıkıyorum. Öncelikle dönerden tatmam gerek. Ayrıca sokağı baştan sona gezmek, etrafı iyice gözlemlemek istiyorum. Bir daha böyle bir yere gelmeyeceğime göre, gelmişken göreyim Tayland’ın hep anlatılan ama yaşadığım altı yıl boyunca göremediğim yüzünü. Sokağa adım atar atmaz insanın gözüne çarpan ilk şey ışıklar oluyor. Dükkanlardan gelen ışıklar, yolun kendi ışıklandırması ve bir de seyyar satıcıların ışıltılı arabaları. Bunca ışığa rağmen bulabildikleri karanlık köşelerinde sessizce bekliyor erkek avcıları. Sağ yanımda bir oyuncakçı, onun hemen yanında da seyyar bir makyajcı. Bunca kadının nerede süslenip, yollara döküldükleri açıklık kazanıyor zihnimde. Biraz daha yürüyünce dönerciyi görüyorum. Aç olmadığım halde 50 Baht verip, etli döner alıyorum. Büyük bir otelin önünden geçiyorum. Kaldırımlar kalabalık. Genelde iki-üç kişilik gruplar halinde ayakta dikilen ve etrafı süzen kadınların yanlarında onlarla sözde şakalaşan, ama aynı zamanda çaktırmadan pazarlık yapan erkekler var. Tek korkum beni de kendilerinden zannedip, kendilerine rakip görmeleri. Sokağın içlerine doğru yürümeye devam ediyorum. İnsanlar seyrekleşiyor. Üzerinde Arapça bir şeyler yazan dükkandan içeri bakınca, siyah çarşaflara bürünmüş üç kadın çarpıyor gözüme. Çelişkiye gülüyorum. Bir yanda neremi açacağım diye dertlenen GDA’lı kadınlar, bir yanda da nere mi kapatacağım diye endişelenen GBA’lı kadınlar. Bu ikisinin aynı sokak üzerinde olmasına ve birbirlerinden sadece yirmi-otuz metre uzakta olmasına inanması zor.

Az daha karanlığa doğru yürüyüp geri dönüyorum. Tuk Tuk sürücülerinin ellerindeki masaj salonlarını tanıtan broşürleri göz kırpma çabukluğuyla açıp kapatmalarına aldırmadan, bakışımı yakalayan kadınların şuh ama aynı zamanda utangaç –niyetimi yanlış anlamış olabilirler mi?-, gözlerinden sıvışarak, ‘You, massage’ diye çağıran şişman kadınlara gülümseyip geçerek, bir elimde dönerli ekmek, koltuğumun altında “Burma Günleri”, otele geri dönüyorum. Amacım, gürültüye rağmen bir an önce uyumak ve sabah olunca da Dasa’ya gidip, eski kitapların tozu ve kokusuyla kendimi tüm bu çirkeften arındırmak. Aklıma geçen hafta, bir barda gördüğüm İrlandalı antropolog geliyor. Sarhoş olmamak için siyah çantasındaki eski kitapları kokluyordu.

Odaya girince bilgisayarı açıp gürültü azalana kadar bilgisayarla oyalanayım diyorum. Saat birde yorgun bir biçimde yatağa girdğimde tek arzum bir an önce uyumak. Oysa sabah üçe kadar gözüme uyku girmiyor. Gürültü bir yana, dışardan gelen ışığı engellemek bile olanaksız. Sabah üçe doğru gürültü azalıyor. Müzik kesiliyor. Müşteri bulamamış kadınların kahkahaları ile toparlanan lokantalardan gelen çatal-kaşık-sandalye-masa sesleri dolmaya devam ediyor pencereden içeri. Ben yavaş yavaş dalıyorum uykuya. Tayland’daki ilk akşamım yorgun ve kızgın bir biçimde bitiyor.


* * *
2. Gun

Sabah 7’de uyanmayı yasarlıyordum güya! 9 gibi açtım gözlerimi. Oda sessiz ve karanlıktı... Gece bulamadığım huzuru sabah bulmuştum nihayet. Sanırım geç vakte kadar uyumamın nedeni de geç gelen bu sukunet. Silom’a ve Dasa’ya gitme plânlarını askıya alıyorum. Sokağa çıkıp yol kenarında sıcak-soğuk içecekler satan bir kadından sıcak kahve alıyorum. Kahveye şeker atmasını son anda engelliyorum. Sonra Seven-Eleven’dan birkaç şey daha alıp, otele geri dönüyorum. Geceki renkli ve şatafatlı hayatın yerini, sıcağın esir aldığı uyuz köpekler ile dükkanların kapılarının önünde bekleşen Tuk-Tuk ve motorsiklet taksi sürücüleri almış. Gündüz yaşanan hayat gecekine göre çok daha mat ve yavaş. Güneş yükseldikçe yarasalar mağaralarının en karanlık, en izbe köşelerine kaçıyorlar demek. Geriye sıcağın mayıştırdığı üçbeş seyyar satıcı ile gidecek yeri olmayan dilenciler kalıyor. Sokaklar alın teriyle çalışan, belki birkaç yüz dolar karşılığında bir ayını veren genç kızlar ve genç erkeklerle dolu. Geceki yaşdaşlarına rağmen bunlar hayatın ağır ağır adımlarla çıkılan dik merdivenlerden oluştuğunu daha bir anlamış gibiler. Atlayarak, sağından solundan geçerek, onu bunu aldatarak varılacak hedefe tutunma olasılığının da düşük olacağını biliyorlar. Yüzlerinde yetişecekleri için ciddiyeti var. Ellerinde çantalar bir yere, belli bir saatten önce varmanın aceleciliği okunuyor ayaklarının ritminde. Gidilecekbir yer, yapılacak bir iş... Merdivenin son basamağına değil de bir sonraki basamağına göz dikmişler. Gerisi onları pek ilgilendirmiyor.

Saat 11 gibi otelden ayrılıp Mo Çit istasyonuna gidiyorum. Saat 12 için Pu Kiyo’ya bilet alınca, kalan yirmi dakikamı Bangkok Post’un bitmek bilmeyen sayfalarında yumularak harcıyorum. Otobüse bindikten sonra 6 saat boyunca yaptığım şeyler okumak ve uyuklamakla sınırlanıyor. Gazetenin bazı sayfalarında kralın geçen ay ölen kızkardeşi için verilmiş taziyeler var. Tayland’da kraliyet ailesinin bu kaybı için 100 günlük yas ilan edildiğini duymuştum. Krallarla yaşamaya alışmamış bir neslin ürünü olarak bana ters geliyor bu tür totaliter tavırlar. Sonuçta kralın kızkardeşinin kralın kızkardeşi olmaktan başka bir özelliği yok bildiğim kadarıyla. Ülkeye ya da insanlığa düşünceleriyle, eylemleriyle ışık tutmuş, insanları yönlendirmiş birisi hiç değil. Çalışmalarıyla dünyaya adını duyurmuş bir bilim kadını ya da düşünceleriyle insanları peşine takmış bir yazar/şair olsaydı anlayabilirdim yasın arkasındanki amacı. Sonuçta Tayland bu konularda pek de yoksun bir ülke değil. Neden binlerce insana iş olanağı sunmuş bir işadamının arkasından yas tutmuyoruz da sırf kralın kızkardeşi olduğu için kralın kızkardeşi için yas tutuyoruz? Peki ya ölen düşünürler, yazarlar, sanatçılar... İnsanların değeri bu noktada tartışmaya açılıyor Tayland’da. Bir insanı değerli yapan şey ne inançları ne de anne-babasından miras kalan adıdır. Bu dünyada varsak yaptıklarımızla varız. Hayatın değişkenlerini başkalarının mutluluğunu sağlayacak şekilde düzenleyip, hayatı bir nehrin akışı ritminde yaşayan ve geride çok güzel anılar, çok değerli öğrenciler, çok üretken genç zihinler bırakan yüzlerce büyük insan var bu ülkede. Onların yasını tutmak, kralın kızkardeşi olduğu halde, hediye kabul etmektan başka bir şey yapmamış bir kadının yasını tutmaktan daha mantıklı geliyor bana. Hem bu kadının maaşını da Tayland’ın insanı ödüyordu. Gezilerinin masraflarını, katıldığı partilerde giydiği elbiselerin pahasını ödeyenler yine alın teriyle çalışan Tayland insanının vergileri değil mi?

Aslına bakılırsa Budacı öğeler, mesela ‘fanilik’ öğretisi bunu çok güzel açıklar mahiyette. Her şey, ama her şey geçicidir ve varlığımız ‘karma’mızın değeri ile ölçülür. Yaptıkların neyse osun! Oysa kraliyet ailesinin dahil olduğu törenlerde gördüğümüz Budacı rahipler bu işin pek farkında görünmüyorlar. Ya da belli bir ritüelin ötesine geçmeyen / geçemeyen pörsümüş Budacılığın en büyük ayıplarından birisi bu. Kula kulluğu cesaretlendiren bir anlayışı desteklemek, insanı en büyük değeri olan ‘eylem’inden yoksun bırakmanın sonucu tüm bunlar. Oysa Buda insanın insana kulluğunu sonlandırmak için harcamıştı yıllarını ormanın insanı eğiten yalnızlığında. Sarayını, güzel karısını ve oğlunu geride bırakmasının nedeni de hayatı anlamak, insanı insan yapan şeyin ünden ve paradan çok daha değerli bir şey olduğunu kanıtlamaktı. Günümüz Budacılığının Buda’nın 2500 yıl önce verdiği vaazlardan çok farklı bir görünüme kavuştuğunu, güçlülerin emellerine hizmet eden gündelik ritüellerin ötesine pek de geçemediğini söylemeye gerek var mı?

Meselenin bir de kral yönü var. Mevcut kral elli küsür yıldan beridir tahtta. Yani Tayland’da 60 yaşı ve altı hemen her insan için –bu nüfusun yüzde sekseninden fazlası demek-, bugünkü kral gördükleri tek kral. Bilinçleri işler hale geldiğinde karşılarında bu kralı gördü insanlar, çocukluklarında ve gençliklerinde hep bu kralın önünde eğildiler. Belki pek çoğu yine bu kraldan aldılar diplomalarını. Çocuklarına, torunlarına bu krala saygı duymalarını öğrettiler. Evlerine, dükkanlarına, arabalarına bu kralın resimlerini astılar. Durum böyle olunca benim gözümde basit bir insan olan kralın, Tayland halkının gözünde yarı tanrı yarı melek olması kaçınılmaz. Jung’un ‘Universal Motherhood’ dediği türden, şefkati ve koruyuculuğu tek bir bünyede barındıran mutlak güç onlar için. Kızkardeşi için 100 gün yas ilan edildiğine göre, kendisi öldüğünde Tayland’ın kapılarının birkaç yıllığına kapanacağını düşünmek pek de hayalperestlik olmaz...

Akşam 6’da Pu Kiyo’da otobüsten inince kayınpederle J karşılıyor beni. Birlikte göl kenarındaki bir lokantaya gidip akşam yemeği yiyoruz. Bir buçuk ay aradan sonra Siam yemeklerine tekrar kavuşmuş olmak sevindiriyor beni. Dom Yam Bıla, Pat Pak Gun ve Gun Toot geliyor sofraya birer birer. Bir de adını bilmediğim başka bir yemek. J mutlu ve tatmin olmuş görünüyor. Beş haftadır birbirimizi görmedik. İkimiz de tek parça olarak birbirimizin karşısındayız. Kayınpederin yanında ona sarılamıyorum. Kayınpeder kendi dünyasında. Yemeklerin ve biranın zevkiyle dört köşe. Ben sabırsız...

Yemekten sonra eve gidiyoruz. Tok Cay her zamanki gibi aşırı sevgi gösterisi ile karşılıyor beni. Bacaklarımın arasından geçiyor, üzerime zıplıyor, elimi yalıyor. En azından İsan insanı köpeklerin sevgi ve sadakat gösterilerini geleneksel kaygılar ile yasaklamıyor. Yasaklar insanlar içindir. İyiyle kötüyü ayırt edebildiği halde, kötüyü seçebilenler için. Tok Cay geçen onca yıla rağmen unutmuyor beni. Onu Catucak’dan alıp Rayong’a götürdüğümüzden beri neredeyse dört yıl geçti. Biz Bangkok’a taşınınca onu köye bırakmak zorunda kaldık. Sonra başından ne maceralar geçti. Ama yine de ilk sahibini unutmuyor. Beni her gördüğünde, her sabah ve akşam, üzerime saldırıp benim onu okşamamı istiyor. Kafasını hafifçe okşayınca sakinleşiyor, kuyruğu ağırlaşıyor. Yavaş yavaş ayakları yere değiyor. Ben akşamları koşmaya gidince benimle geliyor ama daha ilk turu atmadan koşmayı bırakıyor. Eve koşarak döndüğümde tekrar yanımda beliriyor. Böylece evdekiler onu da benimle birlikte okulun etrafında yedi tur attığını düşünecekler. Oysa Tok Cay birinci turdan sonra bahçede top oynayan çocukların peşine takılıyor. Ben yedinci turu bitirip, durmaksızın eve yönelince yanımda tekrar beliriyor. Farkında olmadan yapılan bir aldatmaca belki... Ya da eve dönüşü sezmenin bir sonucu. Çünkü onun için de ev sıcak yemek ve içten sevgi demek. Bu ikisini birlikte bulabileceğimiz başka bir yer var mı?

Kayınvalide cenazeye gitmiş. Saat 9 gibi dönüyor siyahlar içinde. Salonda oturuyoruz. Tüm koltuklar televizyon izlemeyi kolaylaştırmak için özellikle odanın ortasına yerleştirilmiş. Salonda oturuyorsan televizyon izlemekten başka çaren yok. Bahçeye çıkmak zor çünkü sivrisinekler beş dakikada insanın kolunu bacağını kan kırmızıya çeviriyorlar. Ben de oturup gazete okumaya devam ediyorum. Aynı makaleleri, aynı iş ilanlarını, aynı karikatürleri birer defa daha gözden geçiriyorum. Bir yandan da televizyondaki reklamlara takılıyor gözüm. Tayland kanallarında görmeye alıştığım, sivri zekanın ürünü o güzel reklamları arıyor gözüm. Her zamanki gibi sigorta şirketlerinin reklamları en akıllıca olanları. Diğerleri vasat ya da vasat altı. Saat 10 gibi salondan ayrılıyorum. Biraz daha okumak ve kitabın son bölümüne ulaşmak için.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder