Bu Blogda Ara

08 Şubat 2008

3. ve 4. Gunler

Köyde hayat alabildiğine yavaş ve çetrefilli. Kundera’nın ‘Yavaşlık’ adlı romanını hatırlamamak imkansız. Gündüz Vassaf ‘Cehenneme Övgü’ adlı deneme kitabında ‘Yavaşlığa Övgü’ başlıklı bir yazı koymuş muydu hatırlamıyorum ama koymamışsa ayıp etmiştir. Köyde yavaşlık, bir inatın, hani dünyaya ters gitmiş olmak için gösterilen bir tepkinin sonucu değil. Onun kaynağı, hayatı hızlandıracak öğelerin olmaması da değil, tam tersine köyde yavaşlık kentlerde yaşadığımız hızlılık ile aynı anlama geliyor. İnsan yoğunluğu az, yapılacak işlerin kişi başına düşen miktarı az (dağılım eşit değil) ve bunların yanında sıcaklık ve insanların sıcağa karşı gösterdiği tepkiler aynı. Dolayısıyla hızı düşürmek en doğal çözüm. Böylece doğal denge korunmuş, hayat şikayetleri en aza indirerek devam etmiş oluyor. Tabii benim gibi hızın her şey olduğu bir kentten gelen birisi için bu yavaşlığa ayak uydurmak, yavaşlığı anlamak ve içselleştirmek başlangıçta zor oluyor. Banyodaki kovayı doldurmak için çeşmeyi damla damla açmak ve gece boyunca kovanın dolmasını beklemek kent insanının becerebileceği türden bir iş değildir sanıyorum. Kayınpeder arabayı boş yolda bile 60 km/s’den hızlı sürmüyor. İnternete bağlanması zaten ayrı bir destana konu olan sevgili bilgisayarımızın bağlantı hızı 26.4 Kbs.

Bütün bu yavaşlığın doğal olarak sessizliği de getireceğini düşünebilir insan. Oysa köy pek de sessiz bir yer değil. Öncelikle köydeki her evin beslediği köpekler var. Buna bizim evin bahçesinde yaşayan Tokcay, karısı ve beş tane yavrusu da dahil. Tokcay olur olmaz havlar, yavrular annelerinden süt içerken ince, insanın içini acıtan bir ses çıkarırlar, anneleri –adı Kahve- ise içlerinde en sessizi. En ufak bir gürültüde zincirleme reaksiyon gibi başlıyor havlamalar. Bir evde başlayan havlama, yandaki eve sıçrıyor, derken yandaki eve, karşıdaki eve... Tüm köyü yarım saat sürecek bir havlama yangını silip süpürüyor. Köpeklerin dışında horozlar ve inekler var ses çıkaran. Hadi bunlar sadece günün belli vakitlerinde varlıklarını belli eden hayvanlar. Köpeklerden de çok şikayetçi olduğumu söyleyemem. Gürültülerin en kötüsü insanlar tarafından çıkarılanı. Yan bahçede pirinç soyma makinesi çalışıyor hemen her gün. Bir de her sabah köyün tüm alanına ‘uniform’ olarak dağıtılmış hopörlörlerden yayılan haberler var. Köyün muhtarı en son toplantıda neler konuşulduğunu, ne kararlar verildiğini, sabahın beşinde bu hopörlörler aracılığıyla tüm köy halkına duyuruyor. Ben J’ye “Neden sabahın beşi?” diye sorduğumda yanıt beklediğim üzere mantıklı ve tutarlı idi. “Çünkü saat beş köylülerin uyanma ve tarlaya gitme saati. Onlar için bu gürültü bir rahatsızlık değil, kurmalı saatin alarmı gibi. Hem herkesin evde olduğu başka bir zamanı nasıl bulacak muhtar?”



Hayatın çetrefilli olması ise ayrı bir konu. Bu sıcakta ev ev, köy köy gezip, omuzlarında taşıdıkları tırmık ve kürekleri satmaya çalışan adamı unutmamın imkanı var mı? Her gün saat üçte evin önünden geçen dondurmacı kadını? Peki ya araba yıkama yerinde çalışan üstü yamalı, elleri suya girip çıkmaktan pörtükleşmiş kadınları? Kamyonlardan dökülen şeker kamışlarını toplayıp, bir sonraki kamyona yetiştirmeye çalışan yaşlı adamı? Bunun yanında işi olmayan, sabahtan akşama kadar tüm gününü internet dükkanında oyun oynayarak geçiren gençlerden de bahsetmemek yanlış olur.

Tayland’da yaşıyorsanız buranın insanın sevdiği ya da asla vazgeçemeyeceği iki şeyin varlığını saptamakta gecikmezsiniz: Büyük, lüks arabalar ve yerel yemekler. Araba ve yemek Tayland’ı özetleyen iki kavram. Hemen herkesin arabası var bu ülkede. Hiç ihtiyaçları oplmadıkları halde, ikinci hatta üçüncü arabayı alanlar bile var. Ev arabadan sonra gelir. Karısı ve çocuğuyla birlikte 30 metrekarelik odada yaşayıp, Honda CRV süren insanlar tanıyorum. Ev bir yere bağlanmak, bir yerin esiri olmak demek. Araba ise özgürlük. Hem ‘Tay’ özgür demek değil mi? Yemekler meselesine gelince, orada bizi ayrı bir dünya bekliyor. Tayland halkı yemek kültürüyle övünmeyi sever ama yemek yapmayı sevdiklerini pek söyleyemem. Bu yüzden dışarıda yemek ciddi bir alışkanlıktır. Dışarıda yemedikleri zamanlarda da yemeği dışarıdan hazır alırlar. Tabii hazır yemeğin ucuz olmasının da büyük payı var böylesine tuhaf bir alışkanlıkta. Evlerin bu yüzden mutfakları yoktur. Evin içine mutfağı evi aldıktan sonra siz yaptırırsınız. İsterseniz yaptırtmazsınız. Kocaman evler yapıp, mutfağını bahçede, seyyar bir lavabo ile birkaç tabak çanak ile geçiştiren ailelerin sayısı az değildir Tayland’da. Bizim bu evde bile mutfak dışarıda. Gece su içeyim desem, buzdolabı içeride olduğu için suya rahatlıkla ulaşabilirim ama bardaklar dışarıda. Ocak, tabaklar, masa hep dışarıda. Elma içeride, bıçak ve tabak dışarıda...

Cumartesi ve Pazar günleri alışverişle geçiyor. Kon Ken’e gidip geliyoruz. Kayınvalidenin okulundaki kantin için çocuklara aburcubur alıyoruz. Bunları okulda satıp, döner sermaye oluşturuyorlarmış. Kazanılan para yine çocuklara burs ya da giyecek olarak geri dönüyormuş. Pazar günü alışverişten gelince benim haftaya Pazar kalmaya başlayacağım kutiye gidiyoruz. Ormanın içinde, ufacık bir evcik bu. Gece orman karanlık olacağı için yanıma el feneri almam gerektiğini söylüyor kayınvalide. En yakın kuti yaklaşık elli metre ileride. Arkamız orman ama tellerle çevrilmiş tapınağın arazisi. Odanın içerisi sadece bir yatağın girebileceği kadar geniş. Tavanda çıplak bir ampül, duvarda da tek bir priz. Bu prizi akşamları ışık için kullanmam gerekecek. Yanımda kitap getirebilir miyim diye soruyorum J’ye. Gülüyor, yanıt vermiyor. Tapınakta kalırken dünyevi kitaplar okumak pek de doğru bir şey olmasa gerek. İyi ama ne yapacağım ben onca zaman? Kitap okuyamazsam zaman geçer mi? Belki de manastır hayatı bunun için gereklidir. Yaptığın her eylemi düşünerek yapmak, eylemi derinden hissetmek. Yürürken ben yürüyorum, okurken ben okuyorum, konuşurken ben konuşuyorum diyebilmek mi ‘samati’ dedikleri şey? Öğreneceğiz bakalım... Kutide beni tek korkutan şey böcekler ve örümcekler. Ruhlara, perilere, hayaletlere, cinlere pek de inanmayan birisi olarak o taraftan pek bir korkum yok. Ama odaya girer girmez gördüğüm kocaman örümcek beni biraz endişelendirdi. Kutinin önünde sineklik ile örtülmüş bir sahanlık var. Tam ortada da eski bir sandalye. Ormanın ortasında, sessizliği garanti eden bir yer burası. İnsanın aklına ister istemez H. D. Thoreau’nun Walden’ı geliyor. Her ne kadar benim amacım farklı olsa da ben de yazacağım kutide kaldığım süre içinde. Hem de hiç alışık olmadığım bir yöntemle, kağıt kalemle... Yani bilgisayarda yazarken yaptığım gibi ‘Önce yaz, sonra düzeltirsin’ değil de ‘Yazmadan önce iyi düşün, cümlenin güzelliğinden ve doğruluğundan emin olmadan yazmaya başlama’ ilkesiyle yazacağım. Umarım yazmama bir şey demezler. Pra Farang kutide kalırken yazmıştı kitabının bir bölümünü. Hem o bir rahipti, ben sadece öğrenci olacağım. Amacım Budacılığı yaşayarak öğrenmek. Neyse ki bunun için saçlarımı ve kaşlarımı sıfıra vurmam gerekmiyor.

Kutiden eve dönerken aklıma Kamboçyalı Mustafa’nın söyledikleri geliyor. “Hocam, sen Budist mi oldun?” diye sormuştu internetteki sohbet programında. Sorunun içeriğinden çok sorulma şeklindeki doğrudanlık sarsmıştı beni. Üniversite yıllarından beri beni tanıyan birisi Mustafa. Nereden çıktıysa, birileri benim Budist olduğumu söylemiş ona. Orhan Veli’nin “Mualla’yı sandala atıp” hikayesi gibi bir şey. “Kim görmüş Elene'yi öptüğümü?” Sanırım birileri Budist rahip üzerine yazdığım öyküleri okumuş. Yayınlanan kitapta iki tane vardı. Ayrıca yayınlanmayan iki-üç öykü daha var Budacı rahipler üzerine. Gerçek ile kurgu arasındaki farkı anlayacak kadar kitap okuma kültürü olmayan bu zavallı, öykülerdeki kahramanlarla yazarı birbirine karıştırmış doğal olarak. Don Kişot’la Cervantes’i aynı kişi zanneden okur ne kadar okurdur? Hem başka ne beklenebilir roman okumayı gereksiz, zaman kaybı olarak görüp, çay sohbetlerinde onun bunun dedikodusunu yapmayı erdemden gören zihniyetten? Gerçi söylentiyi kimin çıkardığını bilmiyorum ama az çok tahmin edebiliyorum. Neyse, ben Mustafa’ya “İçin rahat olsun kardeşim! Budist falan olmadım.” dedim. Sonra konu kapandı. Ortak dostlarımızdan konuştuk. Ama şimdi merak ediyorum, ne diyecekti eğer “Evet, Budist oldum.” deseydim. Beni arkadaşlıktan red mi edecekti? Yoksa bana acıyacak, teheccüdlerinden sonra bana dua mı edecekti? Hoş, benim için farkeden bir şey olmayacaktı. Her iki durumda da ‘bizden olmayan’ damgasını yiyecektim.

Pazartesi günü Pu Kiyo’ya ehliyet almak için gidiyoruz. Tuhaf olan, Pu Kiyo’ya kadar arabayı benim sürmem. Ehliyet alamayacağımı öğrenip, eve geri dönüyoruz. Tayland’da son altı ay içinda yaşamış olmam gerekiyormuş ehliyet başvurusu için. Bu işi ne diye bu kadar zorlaştırdıklarını anlamış değilim. Sonuçta verecekleri belge sadece araba kullanmamı sağlayacak. Onlar ister versinler, ister vermesinler ehliyeti. Ben arabayı her halükarda kullanıyorum. Kon Ken’e, Ban Ten’e, Pu Kiyo’ya hep arabayla gittim. Bundan sonra da gideceğim. Polis ehliyetimi sorarsa, istedim vermediniz diyeceğim. Bu ülkede altı yıl yaşamış birisi olarak basit bir ehliyet belgesi bana çok görülürse ben de takmam artık onların kurallarını.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder