Pazartesiden bugüne (Cuma) kadar hep evdeydik. Günlerin nasıl geçtiğini anlamak zor. Her gün bir öncekinin aynısı. Bir gün yaşıyorsun, diğer günler ‘copy and paste’. Saat beş gibi muhtarın demecini ve altı gibi Tok Cay’ın havlamalarını atlatırsam, dokuza doğru uyanıyorum. Tatilde olduğumu düşünürsek erken bile denilebilir. Kahve, ekmek, yumurta ve acılı tavuk salamından oluşan kahvaltıdan sonra bir süre okuyorum ya da yazıyorum. Ardından kayınların bize bıraktığı gündelik işler var. Bankaya gidip para yatırma, postaneye gitme, fotoğrafları alma, manavdan mandalina satın alma gibi basit işler. Kasabaya inmişken öğlen yemeğini de orada yiyoruz. Som Tam, Gay Yang ve Kao Niyo en favori üçlümüz. Bıkınca Ga Pao Gay Kay Dao ya da Pat Tay Gun. Saat iki gibi eve dönünce sıcak zaten iflahımızı kesmiş oluyor. Bir süre kestiriyorum. Uyuyamazsam, yine okuyorum ya da televizyona bakıyorum. Üç buçuk gibi kayınvalide Tok Cay ile birlikte geliyor. –Tok Cay her sabah kayınvalide ile okula gider, akşama kadar okulda kalır, akşam da yine kayınvalidenin motorsikletini takip ederek geri gelir. İki yıl daha devam ederse ilkokul diplomasını alacak diyorlar. – Saat beş gibi de kayınpeder gelir. Ardından akşam yemeği telaşı alır herkesi. Altı gibi yemek yenir. Tok Cay ve Kahve etrafımızda gezinip, atılan kemikleri yakalar. Kahve hak ettiğinden fazla ilgi görürse Tok Cay hemen hırlamaya başlar. Bu alemin kralı benim demek istemektedir. Biz de Kahve’yi ‘alemin kralı’nın arkası dönükken besleriz. Yemekten sonra, eğer kayınvalidenin İstatistik işi başıma bela olmazsa, bir büyük fincan sıcak ‘naam ma tum’ alır, oturma odasındaki koltukların arkasına, zemine koyduğum minderin üzerine oturur, yine kitap okurum. Akşam 10 gibi de istirahata çekilir herkes.
İşte son beş gün olanlar bunlar. Orwell’ın ‘Burma Günleri’ bitti. Auster’ın ‘New York Üçlemesi’ de bugün bitecek. Sırada Roy’un ‘Küçük Şeylerin Tanrısı’ adlı romanı var. Bu arada Türkçe bir şeyler okumuş olmak için bilgisayardan Ayfer Tunç’un ‘Ömür Diyorlar Buna’ adlı kitabını okudum. Bir de Montaigne’in ‘Denemeler’inden 50 sayfa kadar okudum dün akşam. Türkçe kitap bulamadığım için, bilgisayardaki e-kitaplar tek çarem. Başlangıçta zor oluyordu ama hikayenin akışına kendimi kaptırdım mı unutuyorum e-kitap okuduğumu. Ana dilimde okuduğum için de daha hızlı çevriliyor sayfalar. Tunç’un zarif ve sade anlatışı, dili kullanırken yaşadığı rahatlığı zaten kitap okumayı sevmeyen birisini bile hiç zahmetsiz sürükleyebilir. Montaigne ise eski bir dost gibidir. Denemeler’i yıllar önce okumuş olmam hiçbir şeyi değiştirmiyor. İnce zekası ve sivri diliyle kurduğu her cümle yine şaşırtıyor beni. Şimdi sırada Tanpınar’ın ‘Huzur’u var. Daha önce okudum ama bir daha okumak istiyorum. Özlediğim bir ses Tanpınar’ınki.
Şimdi klasik bir konudan bahsedeceğim. Bir kurgusal yapıtın ne kadarı gerçektir? Ya da böyle bir soruyu sormanın meşruiyeti var mıdır? Okur kendisine ‘kurgu’ olarak verilen bir yapıtı, bunun ne kadarı gerçek, ne kadarı yazar tarafından yaşanmış, ne kadarı hayal ürünü gibi sorular sorarak, yapıtın tek başına verebileceğinden fazlasını yapıttan beklemiş olmuyor mudur? Bana bu soruyu sordurtan iki şey var. Birincisi dün yazdığım, Kamboçyalı Mustafa’nın –ya da onun sözüne güvendiği bir dostunun-, yazdığım öykülerden yola çıkarak ‘Abi sen Budist mi oldun?’ sorusudur. Peygamberin amcası Hamza’yı oynadığı için Antony Quinn’i müslüman zanneden, ya da boksçu Muhammed Ali’yi canlandırdığı için Will Smith’in yakında İslam’a gireceğini düşünen hayalperest zihniyetlerden pek farklı değil bu durum. Aynı mantığa göre Nabokov, küçük kızların ırzına geçen bir sapık, Dostoyevsky parasız kaldığı için eline baltayı alıp tefeci kadınları boylamasına ikiye bölen bir canidir. Ben böylesi bir cehaleti kurgunun ne olduğunu bilmemeye, edebiyatın insanı ilgilendiren her konuya eğilme hakkı olduğunu kabul etmemeye bağlıyorum. Belli bir zihniyetin ürettiği kitapların dışında kitaplar okumayan insanların bu tür saplantılara takılmaları doğaldır. Elif Şafak da yazdığı romandaki Ermeni kahraman Türkler için kasap dediği için yargılanmıştı. Şafak bir romancı olarak doğru olanı yapmıştı ve var ettiği karakterin söyleyeceği lafı olması gerektiği gibi resmetmişti romanında. Oysa Türkiyenin yobaz savcıları romandaki her karakterin Türkleri övmesini istedikleri için Şafak’ı meşhur 301’den mahkemelik ettirmişlerdi.
Beni bu konuya sürükleyen ikinci neden ise ressam arkadaşım M.R.’nin ‘Mona Mojito’ öyküsünü okuduktan sonra sorduğu soru. Tabii, onun sorusu biraz daha farklı çünkü haklı bir şekilde öykünün kendisi hakkında yazıldığını biliyor ve benim yazdıklarımın ne kadarının gerçek, ne kadarının kurgu olduğunu merak ediyor. Doğrusunu söylemek gerekirse öyküde yazılanlar başından sonuna kadar gerçektir, kurgu olan yanlar bile... Çünkü yazılanları baştan sona ben hissettim, düşündüm, kurguladım ve yazdım. Hayır, bir yazarlık kursunda kimseye Rus katilin hünerlerinden bahsetmedim, bir bardak mojito içip eve gittim ama eve gidince yazıhanede kilitli kalan bir arkadaş aradığı için, motorla onu kurtarmaya gittim. Ne kustum ne de balkona çıkıp motorsikletlere baktım. Hem o gün yağmur falan da yağmıyordu. Öyküyü yazarken bana gereken çatışmayı mojitonun neden olduğu mide bulantısı ile kurguladım. Yavaş yavaş da gerilimi arttırıp, sonunda kahramanın akşam yemeğini kusmasını sağladım. Böylece kafasındaki ve midesindeki mojitodan kurtulmuş olacaktı. Öykü kağıt üzerinde başlayıp, kağıt üzerinde bittiği için öyküdeki kahraman tek bir kusma eylemi ile her iki mojitodan da kurtuluyor ya da okuyucu böyle bir duygu birikimi ile bitiriyor öyküyü. Peki ya gerçek hayattaki yazar için aynı şey mümkün mü? Aslında bütün bir öykü benim sağaltım aracım olarak görülebilir. Sağaltım amacına ulaşmış mıdır? Sanırım bunu tartışmamın bir anlamı yok. İşin o kısmı benimle birlikte mezara gidecek.
Eğer duygularımı, düşüncelerimi doğrudan yazmak isteseydim öykü yazmayı hiç denemezdim. Doğrudan, şimdi de olduğu gibi bir yazı yazar, düşüncelerimi olduğu gibi –saklamak istediklerimi saklayarak- yazardım. Ama ben, öyküde de anlatıldığı gibi ‘a soon-to-be-writer’ım ve kurguyu kendimi anlatmak için en güzel, en samimi yol olarak görüyorum. Kurgu yaptığım zaman saklanacak bir şey kalmıyor. Her şey yavaş yavaş, uygun deliğini bulup su yüzüne çıkıyor. Bu böyle olduğu sürece öykülerin öyküsünü kendime saklamaya çalışacağım. Beni yakından tanıyanlar ya da öyküyle ilişkisi olanlar okur okumaz anlayacaklardır öykünün öyküsünü. Örneğin Amerika’da yaşayan bir dostum ‘İlahi Şaka’yı okur okumaz, “Bırak şimdi Budist rahipleri, bu bizim öykümüzdür.” diye yazmıştı. Çünkü o da yaşadıklarını yazsaydı İlahi Şaka’ya benzer bir şeyler yazacaktı. Belki kahramanlar Budist değil de Hristiyan ya da Musevi olacaktı. Ama öykü de değişen bir şey olmayacaktı. Ama ben bir yazar olarak, kimseye “Bak bu öyküyü öyle değil de böyle okumalısın.” diye rehberlik yapmam. Hatta bu arkadaşıma da ‘Aferin sana, öyküyü doğru okumuşsun.’ demedim. Çünkü yazılı bir metnin her zaman için birden fazla anlamı vardır. Beni tanıyan ve öykünün öyküsüne aşina olan birisinin yorumu ve anlayışı, mutlaka beni tanımayan, yaşadıklarımı bilmeyen birisinin yorumundan çok farklı olacaktır. İşte bu yüzden de öyküdeki hikaye kendi başına konuşmalıdır. Metnin sesinden, yazarın vermek istediği mesaj alınmıyorsa ya okur dikkatli bir okur değildir ya da yazar amacına ulaşamamıştır. Belki bu yüzden M.R. öyküyü bir arkadaşına okuttuğunu ve arkadaşının da öyküyü beğendiğini söylediğinde ben kendimi daha bir mutlu hissettim. Çünkü M.R.’nin dediğine göre arkadaşı öyküdeki Mona Mojito’nun M.R. olduğunu bilmiyordu. Beni de tanımadığına göre, nesnel bir gözle okuduğunu ve geribildirimi yine o gözle verdiğini düşünmeye hakkım var. Öyküyü olduğu gibi okumuş, öykünün hikayesini beğenmiş. İşte benim da varmak istediğim amaç bu. Kimseye bir ders vermek, hayatımı çarşaf gibi insanların önüne sermek değil yazmaktaki amacım. Yaşadığım ya da duyduğum bir güzelliği, bir hüznü, bir sevinci başkalarıyla paylaşmak ve bunu yaparken okuyucuyu eğlendirmek. Sonuçta sirkteki akrobattan farkı yoktur bir yazarın. Her ikisi de hayatını koyar terazinin sol kefesine. Sağ kefeye de hünerini. Hüneriyle hayatını geriye kazanmaktır hedef. Bunu becerebildiği kadarıyla mesleğiyle anılmayı hak eder.
Bir örnek vereyim:
İki gün önce J ile kasabaya indiğimizde, köşedeki bir dükkandan okuldaki kantin için aburcubur yiyecekler aldık. Geri dönerken dükkanı işleten kadından bahsetti J. Kadının kocası üç erkek çocuğuna sahip olduktan sonra ‘kıtıy’ (transeksüel) olmaya karar veriyor, ardından evi terkediyor, makyaj yapıp, etek giyip ortalıkta geziyor. En sonunda da her şeyi karısına bırakıp, Pattaya’ya farang (yabancı) koca bulmaya gidiyor. Şimdi elimde böyle bir gerçek olay var. İki cümleyle olay özetlenebilir. Okuyucu bu iki cümleyi okur ve geçer. İnanması zor bir durum. Düşünebiliyor musunuz kadının yaşadığı kâbusu? Bir sabah uyanıyorsunuz ve üç çocuğunuzun babası olacak adam durduk yere kadın olmaya karar vermiş. Şaka gibi geliyor ilk başta. Ama hayat bu! Her şey mümkün. ‘Hiçbir şey hayatın kendisi kadar şaşırtıcı olamaz.’ diyorlar ya, işte onun gibi bir şey. Şimdi bir içki sofrasında ya da bir çay sohbeti sırasında duyup, şaşırıp, kahkaha atıp ardından da unutacağınız bu iki cümleyi biraz uzatalım. Adama ve kadına ruh verelim, gözyaşı verelim, utanma ve küçük düşürülme duyguları verelim. Hatta biraz daha ileri gidip kahramanlara ad verelim:
21 yaşındaki Nut kendisinden iki yaş büyük olan Tav Noy ile evlendiğinde uzun bir hayat, mutlu bir gelecek ve beraber kuracakları huzurlu bir ailenin hayalini kuruyordu. Geçen zaman kendisini ve hayallerini haksız çıkarmamıştı. Tav Noy evliliğe saygı duyan iyi bir koca, çocuklarını seven ve onlarla ilgilenen şefkatli bir baba, işlerini iyi yürüten disiplinli bir patron idi. Kısa boyu ve tombul bedenine rağmen çevik bir hareket kabiliyeti, yaydan fırlayan ok hızında işleyen keskin bir zihni vardı. Kasabada sevilir, sayılır, toplantılarda konuştuğu zaman kendisini dinlettirirdi. Birbirlerinden ikişer sene arayla doğmuş olan üç oğlunu da terbiyeli ve ahlaklı yetiştirmek için elinden geleni ardına koymamış, kentten özel İngilizce öğretmeni getirtip, çocuklarının genç yaşlarda yabancı bir dile hakim olmalarını sağlamıştı. Ara sıra efemine tavırlarıyla köylülerin masum alaylarına konu olsa da kimse onun erkekliğinden kuşkuya düşmemişti.
Nut içinse hayat köydeki akıntıya kapılmaktan ibaretti. Evlendikten sonra her kadın aynı yaşta oluyordu köyde. Evlenene kadar babanın kölesi, evlendikten sonra kocanın ve çocukların kölesi. Bütün kadınların yaşamı hemen hemen aynıydı. Yapılacak işler belli idi. Çocuklar okula gittikten sonra kocasının kendisine bakması için bıraktığı dükkanda müşterileri bekler, akşam olunca da kasayı kapatıp, tüm paraları kocasına teslim ederdi. Kendisine ait bir banka hesabı hiç olmamıştı çünkü paraya ihtiyacı olduğunda Tav Noy gereğindan fazlasını verirdi ona. O gün de her zamanki gibi başlamış, vahşi bir yangın gibi köye yayılan köpek havlamalarından ve horoz ötüşlerinden çok önce uyanmış, kocasının ve çocukların kahvaltısını hazırlamıştı. Çocukları okula gönderip –şimdi en ufak oğlan ilkokul ikiye gidiyordu-, kocasını uğurladıktan sonra evi üstünkörü bir temizleyip, dükkanı açmıştı. Öğlen yemeğinden sonra bedeni iyice ağırlaşmış, midesine oturan yapışkan pilav yaramaz bir çocuk gibi Nut’u yapmayı tasarladığı işlerden alıkoymuştu. Sıcaktan mayışmış bir halde, iki de bir düşen kafasını sabitlemek için sol kolunu kafasının altına koyuyor, birkaç dakika sonra da karıncalanan koluna bir çare aramaya başlıyordu. Tam sandalyenin altından aldığı minderi kolunun altına koymuş, hafiften bir şekerleme yapacaktı ki telefon sıcağa ve neme aldırış etmediğini haykırırcasına çalmaya başladı. Nut ağzına gelen ilk küfürü savurduktan sonra, kollarını masaya sürterek, neredeyse felç geçirmiş bir hasta gibi telefona uzandı.
- Alo!
Bu kadar yeter. Durduk yere öykü yazmayalım. Şimdi ne mi olacak? Koca, erkek dostunu eve getirecek. Karısı başta kuşkulanmayacak ama adamın sürekli gelmesinden huysuzlanacak... Sonunda da dananın kuyruğu kopacak. Adam gerçekte olduğu gibi sokaklarda makyajlı yüzüyle, mini eteğiyle gezecek. En sonunda da Pattaya’ya Avrupalı koca bakmaya gidecek. Ama bunu yaparken köyün sessizliğini duyacak okur, karısının gözyaşlarını. Çocukların okulda arkadaşları tarafından alaya alınmalarını, kocanın kızkardeşlerinin Nut’u suçlamaları ve Nut’a hiçbir mülk bırakmak istememeleri gelişmelerin şiddetini arttıracak. Bütün bu eklemeler yüzde yüz kurgu olacak. Olamayacak şeyler değil bunlar. Üç çocuk babası bir adamın kıtıy olması nasıl inanılası bir gerçekse, çocukların okulda arkadaşları tarafından küçük düşürülmesi de gerçektir.
Şimdi bu öykünün ne kadarı gerçek? Ne kadarı kurgu? Baştaki olayı bilmeyen bir okur için hepsi kurgu. Baştaki olayı bilen bir okur için gerçek bir olaydan ilham alınarak yazılmış bir kurgu. Capote’nin ‘In Cold Blood’ı gibi bir şey. Tamamının gerçek olma ihtimali var mı? Yok tabii ki! Tamamı gerçek olsa yazarın kabiliyeti nerede kendisini gösterecek? Yazar gerçeğin dolduramadığı incelikleri ya da kulaktan kulağa söylentilerde eriyip giden ayrıntıları dile getirebildiği ölçüde kabiliyetlidir. Okur Nut’un acısını ne kadar hissedebilecek, çocukların utancını kendi utancı gibi görebilecek mi? Adamın hevesini anlayabilecek mi? İki cümleyle ifade edildiğinde bunlar gözden kaçıyor. Edebiyatın görevi de o gözden kaçanı, o bizi biz yapan ayrıntıları ortaya koymak ve unutturmamaktır. Başkalarının derilerinin altına girip, onların acılarını ve sevinçlerini ortaya koyabilmektir iyi yazarlık. En büyük günah değil midir başkalarının acılarını görmezlikten gelmek?
Görüldüğü gibi yazar kendi kişisel deneyimlerinden de katkıda bulunuyor anlatıya. Köpek sesleri, kadının köy hayatındaki rolü, sıcağın dayanılmazlığı benim son günlerde yaşadığım ve yazdığım şeyler. İlerki bölümlerdeki –eğer yazılırsa- ayrıntılar da hep yazarın kişisel gözlemlerinin sonucu olacak. Ama bunlar olayın akışını değiştirmeyecek. Belki yazar sonu saklayıp, bir sürpriz yapacak okuyucuya. Belki sonu başta söyleyip, sessiz bir dramayı okuyucuya ağır ağır aktaracak. Kullanılan yöntem ne olursa olsun öykü başta verdiğim iki cümleyi anlatacak. Baştaki iki cümleyi bilmeyen bir okur için öykünün içindeki hikaye kurgudan öteye gitmeyecek. Ama okur bundan gocunmayacak çünkü amaç eğlenmek ve farklı insanların yaşamlarını öğrenmekse eğer, okuyucu bunu başarmış olacak. Yok eğer okuyucu okuduğu her şeyin gerçek olmasını istiyorsa, bu durumda yanlış metni okumuş demektir. Sosyoloji ya da Psikoloji metinleri bu konularda daha aydınlatıcı, daha detaylı, daha nesnel olabilir. Kurgu yazarının görevi yaşanılan duyguları bir daha yaşatmak, okuyucuyu kurgu kahramanının acılarına ve sevinçlerine ortak etmektir. Bunu yaparken okuyucu zevk almalıdır yoksa öykünün sonuna varmadan bırakır ve öykü amacına ulaşamamış olur.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder