Bu Blogda Ara

16 Haziran 2024

11-16 Haziran: Notlar...

 11 Haziran 2024 – Ev - Akşam 9:05


 Bugün çok doluyum. Değil 500 kelime, 1500, bilemedin 2500 kelime bile yazabilirim. Dün akşam yatağa girdiğimde iki şey düşünüyordum. Birincisi Tanpınar’ın öyküsünde geçen ve Fatma’nın yangında öldüğünü söylediği kedi “Çavuş”. Yangını fark edince korkup bir köşeye sığınmış yavrucak. Oradan da çıkamamış işte. Büyük olasılıkla dumandan zehirlendi önce, sonra da alevlerin ortasında küle dönüştü. Öyküde bu kısım anlatılmadığı halde, öykünün yazılmasının üzerinden 80 yıl geçmiş olmasına rağmen ve adı geçen kedinin bir hayal ürünü olduğunu bildiğim halde yine de onu alevlerin arasında canlı canlı bırakamıyorum. Dumandan zehirlensin, ölsün ve sonrasında ateş onun hissiz bedenine ne yapacaksa yapsın diyorum. Ben yatakta uyumaya çalışırken, her gece olduğu gibi Boncuk yanıma gelmişti. Karnımın hizasında bir noktada, yatağın kenarına oturur ve benim onu sevmemi, başını karnını kulaklarını okşamamı bekler. İstediğini aldıktan sonra da gtmez, aynı kenarda uzanır, benden önce uykuya dalar. Bazen horlamasının sesini duyarım. İnce, ıslık gibi bir ses çıkarır. Eskiden bu ses beni endişelendirirdi ama zamanla alıştım. Herhalde normal karşılamam gereken bir durum dedim. Hayvan bu haliyle yaşayıp gidiyor sonuçta, bir sağlık sorunu da yok. Onu öyle uyurken, kendimi de uykunun uçurumuna bakıp bakıp geri çekilir halde bulunca ister istemez yine aklım Çavuş’a gitti. Nasıl da güveniyor hayvanlar bizlere? Aynı evi paylaşırken, aynı odalarda yaşayıp aynı havayı solurken karşılıklı bir güven yeşeriyor. Hayvan büyük olasılıkla, bu ev benim de evim, birlikte yaşıyoruz burada diyor içinden. O beni tehlikelerden korur, karnımı aç, boğazımı susuz komaz diyor. Kışın üşümemem için ısıtıcıyı açar, yazın sıcaktan bunalmamam için klimayı. Hiç büyümeyen çocuğuyuzdur biz evin. O yüzden seviliriz, katlanılırız ve türlü sakarlıklarımıza rağmen çabucak affediliriz...

Sabah uyanınca K’nin mesajını gördüm ilkin. Kedisi ölmüş. Benim kedim ölmedi ama kedim ölseydi durumu kabullenmekte ne kadar zorlanacağımı çok iyi bildiğim için ağır bir külçe yutmuşum gibi durgunlaştım. K ile yazıştık biraz. O kedinin son ânını betimledi, ben hüngür hüngür ağladım. Aklıma Fındık’ın ölümü geldi. Kendim yazmış olmama rağmen kitabın o kısmını ne zaman okusam gözyaşlarıma hakim olamam.

 “Kafasını bile kaldıramıyordu, Ali. Ama birden zorladı kendini, kalktı pencerenin önüne. Çok uzun süre dışarı baktı. Kaldırıp pencere pervazına koyduk. Gökyüzünü izledi gücü yettiğince. İçgörü sanırım. N’nin (kızının) yarın doğum günü. Söyleyemedik daha...”       

 Neyse, sabahın ilk kötü haberi böyle geldi ama benim kötü haberler tek tek gelmezler, toplaşıp bir anda gelirler hipotezimi doğrularcasına WhatsApp’ten de abim babamın durumu hakkında mesajlar göndermişti. Babamın durumu fenalaşmış, acile götürmüşler. Yani en azından mesajdan ben bunu anlamıştım. Hemen abimi aradım, yanıt alamadım. Diğer abimi aradı, o da açmadı. Babamı aradım açan olmadı. Mesajlar gönderdim, geri dönen olmadı. İyice telaşlanmaya başladım. Bir yandan çok kötü bir şey olsaydı bana bildirirlerdi diyorum içimden ama diğer yandan da çok kötü bir şey olursa benden bir süreliğine saklayabilirler de diyorum. Dışarıdan birisi ağır, nağmeli, cenaze marşını anımsatan bir trompet sesi geliyor. Oha diyorum içimden, nasıl böyle, her şey üst üste... Kimseden bir yanıt alamayınca bekleyeyim bari diyerek duşa giriyorum. Çıkınca telefona bakıyorum, bir hareket yok. Jaruwan’a bir şey çaktırmıyorum. Okula gelince annemi arıyorum, açmıyor ama beş dakika kadar sonra o beni arıyor. Konuşan babam. Saat orada sabahın üç buçuğu. Saat beşte abim gelecek, birlikte acile gideceklermiş. Bacağı balon gibi şişmiş. Nefes almakta çok zorlanıyormuş. On gündür bir şey yiyememiş. Yemek bana bakıyor, ben yemeğe bakıyorum dedi bir ara. Sonra annemle konuştuk. Ne yapalım yavrum dedi, mücadele ediyoruz. Sesi biraz kırgın mıydı anlayamadım. Az kaldı anne dedim, dokuz gün sonra oradayız. İnşallah yavrum dedi, gözlerinden öpüyorum dedi. Her zamanki iyimserliği, yüreğini on kat büyüten imanı ve iradesi... Biraz rahatladım ama tabii hâlâ soru işareti çok. Doktor ne diyecek, daha ne kadar zamanımız var, haftaya perşembeyi beklemeden uçağa atlayıp gitsem mi? Öğleden sonra abim yazdı. Doktor bir gece hastanede kalmasını salık vermiş. Hastaneden kalacakmış. Yanında da annem kalır herhalde. Bu akşam diğer abim şehir dışından geleceğini söylemişti. İki gün sonra da bayram tatili başlıyor. Şu iki günü atlatsalar, sonrasında abilerim ve yeğenlerim hastanın bakım işleriye ilgilenirler. Biz de haftaya Perşembe, planladığımız tarihte bineriz uçağa. Bakalım, haberleri bekliyoruz. Her gün yeni bir şey oluyor.

  

13 Haziran 2024 – 21:31 – Ev

 

Bugün okuldan çıkarken Lise 3’lerden CX ile karşılaştım. Bir öğretmenin sınıfında görüp görebileceği, dersinde olmasını isteyeceği en mükemmel öğrencilerden birisidir CX. Zeki, çalışkan, terbiyeli ve saygılı, meraklı, sakin... Dört dörtlük bir öğrenci. Aramızda şöyle bir konuşma geçti. Daha sonrasında yazacaklarımla ilintili olacağı için aramızda geçen konuşmayı hatırladığım kadarıyla aşağıya geçiyorum:

-        Selam C, nereden geliyorsun böyle?

-        Ohh, NHS bilmem nenin (tam anlayamıyorum bu kısmı) toplantısı vardı. Orada gönüllüydüm.

-        Güzel, çok güzel.

-        Bu sizin bisikletiniz mi? İlk defa görüyorum. (Beni bisikletin kilidini açarken görüyor.)

-        Evet, Çin’deki en iyi ikinci arkadaşım.

-        Ohh, en iyi arkadaşınız kim?

-        Bu (Kafamla sepetteki e-kitap okuyucuyu işaret ediyorum.)

-        Ohh, anladım. Kitap okumayı sevdiğinizi biliyorum.

-        Yaz tatili için bir planın var mı? (Başımla onun cümlesini onayladıktan sonra)

-        Evet, çok meşgul olacağım yazın. (Ben şaşkın. Karşımdaki 15-16 yaşında bir çocuk nihayetinde)

-        Meşgul mu olacaksın? Tatil kelimesinin anlamını biliyorsun değil mi? Meşgulün tam tersidir. (İngilizce vacation, vacant’den gelir. Vacant müsait, meşgul olmayan demektir. Uçaklardaki tuvaletlerin kapısında içeride kimse yoksa vacant, varsa occupied yazar. Türkçe tatil kelimesi de atalet kelimesinden gelir. Atalet; eylemsizlik, hareketsizlik demektir.)

-        Biliyorum ama başka seçeneğim yok. 23 Haziran’da Hong Kong’da olacağım. İki hafta boyunca gönüllü olarak çalışacağım.

-        Gönüllü derken? Para vermeyecekler mi?

-        Verecekler. Aslında ben istemedim ama kural gereği vereceklermiş.

-        Versinler tabii. Şu hayatta hiçbir şey kendi kazandığın parayı harcamak kadar tatlı ve huzur verici değildir. (Gözlerinin içiyle gülüyor. Ardından söyleyeceklerimi merak ediyor.)

-        Öyle mi?

-        Evet, ben ilk maaşımı ortaokuldayken çalıştığım bir çaycı dükkânından kazanmıştım. Bana haftalık öderdi ve birkaç haftalığımı biriktirip hesap makineli bir kol saati almıştım. O zamanlar modaydı. Bende de sayılara merak var tabii. Hiç unutmam saati koluma takıp sokakta gezerken içimde kaynayıp duran ve yeri gelince taşan gururumu... Dünyanın en mutlu, en zengin, en başarılı çocuğuydum ben.

-        Ne kadardı saat?

-        O kadarını hatırlamıyorum. Yaklaşık 35 yıl öncesinden bahsediyorum.

-        Anladım. Ben Hong Kong’dan sonra ABD’ye gideceğim. Orada iki hafta yaz okuluna katılacağım. Ardından Kenya’ya gitmem gerekecek. Bir proje için orada olacağım. Geri dönünce de Şanghay’da bir mahkeme simülasyonuna katılacağım. (İçimden bir ses “senin yaşadığın hayatın tamamı simulasyon, haberin yok” diyor ama bu sesi içimde tutuyorum.)

-        Ha ha, ben bol bol gezeceğim tatilde. Tatilin tadını çıkaracağım. Türkiye’de ailemi göreceğim, yeğenlerimle vakit geçireceğim.

-        Ne güzel! (İmrenen bir yüz ifadesi.)

-        Neyse ben seni tutmayayım. Sana iyi akşamlar. Kitap okumayı unutma sakın.

-        Kitap mı?

-        Evet, roman falan... Birkaç klasik, birkaç çağdaş eser.

-        Mesela?

-        Ne bileyim! Tolstoy, Dostoyevsky, Orwell, Steinbeck falan... Haftada bir kitap bitirebilirsin.

-        Haftada bir mi?

-        Öyle Savaş ve Barış gibi destansı kitapları oku demiyorum. 200-300 sayfalık olanları.

-        Tamam, Mr. Arıcan. Görüşmek üzere. 

-        İyi, hadi bakalım...

Bisikletime binip uzaklaşıyorum, o okulun merdivenlerine doğru ilerliyor. Belki konuşmamız biraz daha uzun soluklu olmuştur, aralarda birkaç espri de yapmışımdır. Çok önemli değil işin o kısmı. Önemli olan Lise 3’e giden bir gencin yaz tatilinde bu derece meşgul olması ve yaptığı tüm bu işlerin tek bir amacının olması: Dünyanın sayılı (mümkünse ilk on) üniversitelerinden birisine girmek. Başka bir amacı olduğunu sanmıyorum.

Okulun danışmanlık bürosu öğrencileri Lise 1’den itibaren izliyor. Onları yönlendiriyor. Yaz tatillerinden okul sonrası katıldıkları kurslara kadar attıkları her adım öğrencinin portföyüne işlenecek bir başarı hikâyesi. Gönüllü olarak katıldığı yaşlılara yardım festivalinden, hafta sonu gittiği buz pateni kursuna kadar hepsinin tek bir amacı var. Üniversiteye başvururken bir işine yarayacak bu deneyimler. Amerika’daki üniversiteler sosyalleşmeyi becerebilen, dersleri iyi olduğu kadar toplumsal konulara da duyarlı olan öğrencileri seçiyorlarmış. O halde ben de duyarlı olmalıyım, olamasam da duyarlı görünmeliyim.

Bu aralıksız çalışmanın sonucundan nemalanan sadece öğrencinin gittiği lise olmuyor. Gerçi hemen her lise yapıyor aynı uygulamaları. Kültürün bir parçası olmuş durumda bu amansız yarış. Ailesi de büyük bir gurur yaşıyor doğal olarak. Benim oğlum MIT’de, benim kızım Princeton’da... Gazetelerde okumuştum. Sırf fotoğraf çekilsin diye kızını özel uçakla Tibet’e gönderen, bir gün içinde kızının yerel halkla birlikte fotoğraflarını çektiren, kısa bir film kurgulayan ve aynı günün akşamı kızını Şanghay’a geri getirten zengin babalar var bu ülkede. Maksat, “İşte bakın, kızım fakir halka yardım ediyor. Kocaman bir yüreği var.” diyebilmek ve bu şekilde dünyanın sayılı üniversitelerinden birisine kızını sokabilmek.

Çalıştığım okul bu yıl bir öğrenciyi Princeton’a gönderdi. Günlerce bu konu konuşuldu okulda. Çocuk, zeki ve çalışkan. Aşırı derecede hırslı. Geçen yıl benden İstatistik dersi almıştı. İngilizce şiirler yazabilecek düzeyde dilbilgisi ve dil aşinalığı var. O gitmeyecek de ben mi gideceğim Princeton’a! Mesele zaten hak eden çocukların iyi üniversitelere girmesi değil, mesele bu uğurda yapılan hokkabazlıklar, gösterilen riyakârlıklar, feda edilen çocukluk ve gençlik.

Çocuk dediğin gezer tozar, çocukluğunu yaşar. Bilemedin yarı zamanlı bir işe girer, hayatı öğrenir. Simülasyonu değil, yaz okullarında ya da kendileri için özel olarak hazırlanmış gönüllü çalıştıran organizasyonlarda değil. Bilerek, isteyerek, kafayı taktığı için birilerine yardım eder. Yoksa, büyük organizasyonlara dev miktarda paralar verip ardından “Bakın ben Afrika’daki çocuklar için ev yaptım.” gibisinden züppe işi görüntülerle yüksek noktalara gelmek bana çok itici geliyor. Ben üniversitelerin kabul bölümünde olsam böyle öğrencileri gördüğüm anda reddederim. Gerçek anlamda samimi olan, gerçek anlamda insanları düşünen ve bu uğurda vicdanı sızlayan öğrencilere öncelik veriririm. Gerçi, kabul ofislerinde çalışan kişilerin çok da ahlaklı bireyler olduğunu düşünmek biraz saflık olur. Onlar için de göz önüne alınması gereken ilk şey büyük olasılıkla para olacaktır. Böyle o kıta senin bu kıta benim kendi parasıyla gezinen bir çocuğu almayıp da ne yapacaklar? Bu çocuğun ailesinin onun için her türlü maddi desteği vereceği baştan belli. Ayrıca Amerika’daki üniversitelerin Çinli öğrencilere bağımlı olduklarını da biliyoruz. İki taraf da halinden memnun açıkçası. Eeee, ben neden gocunuyorum. Beni rahatsız eden şey tüm olayın samimiyetsizliği. Güzelim çocukları da bu samimiyetsizlik sarmalında öğütüp, onları da ahlaken yozlaştırıyorlar. Hem zaten uğruna bu kadar para harcanan bir çocuğun başarısız olması mümkün mü? Benim çalıştığım okulun yıllığı bile en azından 1 milyon TL’dir. Bir de bunun üzerine özel hocalar, yurt dışında katılınan yarışmalar, piyano dersleri, at binme eğitmenleri, konuşma ve tartışma hocaları... Dipsiz bir kuyu gibiler. Taşı atarsın, taşın suya değdiğini asla işitemezsin. Aile yığınla para harcıyor çocuğu için. Kendimi düşünüyorum da! Devlet okullarında okuyarak büyüdüm ben ama hayatı yerinde ve zamanında öğrendim. Parasızlığın ne olduğunu da çok iyi bilirim, aç kalmanın ne olduğunu da. O yüzden beni hiç etkilemiyor bu çocukların içtenlikten uzak, ebeveynlerinin parasını harcayarak yaptıkları iyilikler. Kendi başlarına ne yapmışlar, onu konuşalım!  

Okul dediğimiz ortamın hayatın güvenli bir simülasyonu olması yetmiyormuş gibi bir de çocukların okul dışındaki hayatının her ânını simülasyona çeviriyoruz. Öyle ki çocuk yaptığı her şeyi puan toplamak, birileri tarafından beğenilmek, yanında ders çalıştığı arkadaşlarının önüne geçmek için yapar hale geliyor. C’nin benim ona “Kitap oku” tavsiyeme şaşkınlıkla karşılık vermesi de bundan büyük olasılıkla. Ya “Vakit mi var ki kitap okuyayım.” diyor, ya da “Kitap okumamın benim ilk on üniversiteye girmeme bir yararı olacak mı ki, ne diye okuyayım.” diyor. Sonuç olarak her ikisi de birbirinden beter bahaneler bunlar. Ben ortaokuldayken sırf zevk için okurdum Victor Hugo’ları, Jule Verne’leri. Acayip de zevk alırdım. Dünyam değişir, kafamın içi kafamın dışından daha geniş, daha aydınlık, daha ferah olurdu. Keşke öğrencilerime de zevk için okuma alışkanlığını kazandırabilsem. Üzerlerinde herhangi bir baskı yokken, sadece ve sadece merak ettikleri için, metnin içinde gezinmekten haz duydukları için okusalar. Ne diyor Alice Munro, “The constant happiness is curiosity.”

 İşte öyle...

 16 Haziran 2024 – Ev – 09:57


 Sabah Si Hai Parkına koşmaya gittim. İyi geldi. Dün bütün gün yağmur yağmıştı, evden dışarıya adımımı atamamıştım. Kitap okuyup film izleyerek geçirilen bir Cumartesi günü hiç de tatmin edici olmuyor benim için. Bedensel ataletim zihinsel atalete, yılgınlığa ve nihayetinde suçluluk duygusuna neden oluyor. Hareket etmek lazım, beden hareket edince zihin de daha iyi çalışıyor, beş duyunun algıçları daha verimli ve pürdikkat oluyorlar. Hareket etmeyen bedenin tepesindeki zihin de bir süre sonra tembelleşiyor, hımbıllaşıyor, uyuşuyor...  En sıradan şeyleri büyük icatlarmış gibi başkalarının beğenisine sunuyor. Harc-ı alem laflara, basmakalıp yapıtlara, kalburüstü bile olamayan işlere övgüler düzmeye başlıyor. En kötüsü, kendisini de onların yanında görmesi. Hem niteliğin çıtasını düşürüyor hem de ayak altına düşürdüğü çıtaya ulaştığı için kendisini tebrik ediyor. Hareket eden bedenin zihni ise az çok durumun farkındadır. Büyük bir hedefe varmak için, başkalarından daha iyi olmak için, sıradışı işler başarabilmek için başkalarının yapmadığı, yapamadığı, yapmakta zorlandığı yöntemlere yönelmenin şart olduğunu bilir. Koşan insan bunu kısa sürede fark eder zaten, hatta koşmanın insana öğrettiği ilk dersttir bu: sıradışı bir başarı için sıradışı bir disiplin lazım. Herkesin yaptığını yaparak kimsenin başaramadığı işlerin altına imza atmak diye bir şey yok bu hayatta. Bir laf vardı, nasıldı? Herkesin önünde parlamak istiyorsan önce gözlerden ırak bir yerde terlemelisin. Tam hatırlayamadım şimdi, bu minvalde bir cümleydi.  

Koşmak ve yazmak arasındaki koşutluklara daha önce pek çok kere değinmiştim. Katı disiplin, hedefe kilitlenme, hedefe varacağına duyulan inanç, zamanı göz ardı etme, kendi kendinin rakibi olma, yola çıktıktan sonra eylemin anlam kazanması ve yine yolun kendisinin bir sonraki adımları belirliyor olması, ilk adımı atmanın hiçbir zaman kolaylaşmaması ve kolaylığın daima belli bir mesafe kat edildikten sonra hissedilmesi, bu kolaylık hissedildikten sonra yolun ayakların altında kayıyor gibi olması... Örnekler, teşbihler, mübalağalar çoğaltılabilir. Beni en çok etkileyen nokta, her iki eylemin de, insanı, zamanın yokluğu inancına doğru sürüklüyor olmalarıdır. Bu yüzden ben koşarken de yazarken de zamana bakmam. Koşarken mesafeye, yazarken kelime sayısına bakarım. Bu durum uzun erimde beni zamanın varlığı konusunda ciddi sorgulamalara götürdü desem pek de abartmış sayılmam sanırım.

Öyle ya, zaman tıpkı diğer metafizik kavramlar gibi felsefecilerin elinden alınıp bilim insanlarının tezgâhlarına konunca kuşku götürmeyen bir varlık haline gelmiştir. Bilim insanları ve bilim öğrencileri bu konuda tatmin olmuşsa da felsefecilerin henüz ikna olduğunu söylemek pek mümkün değil. Sonuç olarak bilim zamanın ne olduğunu söylemez bize, söyleyemez, onu fizik denklemlerinde kullanmak için bir araç haline getirir. Ölçülebilir, kıyaslanabilir, işleme sokulabilir, sonsuza kadar bölünebilir, sürekli, sayısal bir değişkendir zaman ama bu özelliklerin hepsi bizim ona atfettiğimiz özelliklerdir. Zamanın ne olduğu hakkında hâlâ bir şey bilmiyoruzdur.

Hareket vardır ve mekân içinde A noktasından B noktasına gitmek için zaman gibi bir kavramı kullanmak zorunda bırakılmışızdır. Bu zorunluluk zamanın var olduğunu değil, zihnin zaman olmadan -en azından şimdilik- evreni hakkıyla izah edemediğini gösterir. Tıpkı eskiden Tanrı’yı icat ettiği ve ona pek çok insansı hassalar yüklediği gibi. Peki ya bir gün gelir de Fizik bilimi varlığını devam ettirmek için zaman kavramına ihtiyaç duymazsa? Bugün bile bir takım çatlak sesleri duyuyoruz bilim dünyasında. Zamanın insan zihninin bir ürünü olduğu, evrenin kendi doğasına ait bir kavram olmadığını söyleyenler, bunu kanıtlamaya çalışanlar ve hatta kuantum dolanıklığıyla -pek de anladığım bir konu değil!- zamanın var olmadığını kanıtladığını iddia edenler var. Nasıl ki zihnin -bilincin- ne olduğunu bilemediğimiz halde onun işlevleri sayesinde doğası hakkında çıkarımlar yapıyorsak ve bir şekilde varlığına inanıyorsak, aynı şekilde zamanı da işlevleri ve bu işlevleri mümkün kılan özellikleri ona atfederek var ediyoruz. Zamanın, evrenin asli unsurlarından birisi olup olmadığını belki de hiçbir zaman bilemeyeceğiz.

Sonuç olarak biz insanlar kendi bilincimizin bize izin verdiği kadarıyla evreni kavrayabiliyor ve onu anlamlandırabiliyoruz. Bunu yaparken evrene, aslında ona ait olmayan özellikler ekliyoruz. Yani bir bakıma evrenin özünde olmayan bir takım unsurları ona ekleyip onu kendi zihnimizin çözümleyebileceği hale getiriyoruz. Şunu da biliyoruz. İnsan zihni bir tahmin makinesi olarak çalışıyor. Hatta daha teknik bir tabirle ifade edecek olursak Bayesian bir makine. Sonuçlara bakıp, o sonucu verecek en olası durumları hesaplıyor ve bu duruma kendisini inandırıyor. Bunu yapmaya başladıktan sonra zaten bir özbilinç kavramı geliştirmiş olmalı çünkü çalışan bir Bayesian makine, insanı diğer canlılardan üstün hale getirir. Daha fazla iletişim, daha büyük topluluklar, yardımlaşma ve dayanışma, hayatta kalmak için daha karmaşık araç ve gereçler. Bu araç ve gereçler geliştikçe ve insan hayatta kalmak için kendisini değil de çevresini değiştirmeye yöneldikçe, üzerindeki evrim baskısı yerini yaratıcılığa ve verimliliğe bırakmış olmalı.

Yapay Zekâ denilen olay da zaren bu arzunun, yani daha verimli ve yaratıcı olmanın bir sonucu değil mi? Yalnız daha önceki keşiflere kıyasla YZ’nin bir farkı var. İnsanlar, tarihte ilk defa kendilerine ne olduklarını değil, ne olamadıklarını hatırlatan bir ayna geliştiriyorlar. Bu ayna insana “bana bak, sen busun” demeyecek. Bilakis, “bana bak ve ne olmadığını, ne olamayacağını gör.” diyecek. YZ’nin tehlikesi biraz da buradan geliyor. İnsanlık bir çeşit apartheid rejime doğru ilerliyor. Çok yakında, belki 30, belki 50 yıl içinde robotlarla insanlar hayatın her safhasında yan yana çalışıyor olacaklar. Bunun yanında robotların hakları insanların haklarına göre çok daha az ve kolaylıkla ihlal edilebilir olacak. İnsanların faydalandıkları pek çok imkândan tasarruf edemeyecekler. Spielberg’in AI filmindeki gibi organikler ve mekanikler olarak toplum iki ayrı gruptan oluşacak ve her buldukları fırsatta organikler mekaniklere hayatı zehir edecekler. Tabii eğer mekanikler de bir karşı duruş, bir isyan hareketi geliştirmelerse. Çünkü robotların bize benzemesini, bizim yaptığımız her şeyi yapmasnı istiyorsak onlara zaaflarımızı, arzularımızı, heveslerimizi de yüklemeliyiz. Ölüm korkusu olmayan bir robot, hayatta kalmak için mücadele etmeyen bir robot, çocuğu için fedakârlık yapmayan bir robot, düşünce canı acımayan bir robot, heyecanlanınca dili sürçmeyen bir robot, utanınca yüzü kızarmayan bir robot... Böyle bir robot insanın yerini alamaz, sanatın en güzelini yapsa bile yapmış olduğu iş insanlarca taklit olarak algılanacaktır, samimi bulunmayacaktır.

Koşmaktan başladım, yine ne konulara geldim. Olsun, bugünlükte böyle olsun.  

12 Haziran 2024

Yurt Dışında Yaşamak: Heba vs Nema


 İki hafta kadar önce Shenzhen'deki okuma grubumuzun müdavimlerinden -zaten benimle birlikte üç müdavimi vardı, bir tanesi vefat etti- birisiyle buluştuk. Amacımız hem hal hatır sormaktı hem de daha önce birbirimize ödünç verdiğimiz kitapları iade etmekti. Uzun uzun konuştuk tabii; edebiyatı, yaşamı, içinde bulunduğumuz ülkenin koşullarını, geride bıraktığımız (bırakamadığımız) ülkemizin dertlerini... Bir ara konu, gurbette türlü yalnızlıklar içinde yaşayarak acaba hayatımızı heba mı ediyoruz sorusuna geldi. "Hocam" dedi, gençliğinin verdiği heyecanı saklamayan gözlerini kocaman kocaman açarak, "Ömür bu sonuçta, geldi geçiyor. Biz bu yaban ellerde sağa sola koşturarak günlerimizi geçiriyoruz; gençliğimizi, gücümüzü, diriliğimizi harcıyoruz ama ileride arkamıza dönüp baktığımızda derin bir pişmanlıktan başka bizi ne bekliyor olacak?" O gün de tazesiyle konuştuk ama yetmemiş olacak ki akşam eve gidip sular durulunca bu soru zihnimi daha çok meşgul etmeye başladı. Hani Ahmet Kaya diyor ya şarkısında, "Hep sonradan gelir aklıma, hep sonradan..." Benimkisi de o hesap. Hem zaten yazar kısmısına başka türlüsü de yakışmaz. Yazan insan, akıntısıyla sabahtan akşama kadar sürüklediği çerin çöpün ağırlığından dolayı gün batımıyla yavaşlayan, durma noktasına gelen su gibidir. Durur ve ayıklar içindekileri. İşe yaramazları atar, işe yarayanları bir kenara kor, ileride lazım olur diye. İşte ben de öyle yaptım. Oturdum yazdım... Hatta yazdıktan sonra metni ona da gönderdim, üzerinde şakalaştık biraz. Aşağıdaki metin ona gönderdiğim halinden az biraz farklı. Azıcık daha işledim bazı yerleri, süs alabilecek yerleri süsledim, -Ehh, er meydanına çıkıyoruz, o kadar olacak!- biraz daha çeki düzen verdim ama temeldeki üsluba ve anafikre dokunmadım. Buyurun, uzun sürmüş bir günün akşamının acı meyvesinden bir ısırık da siz tadın... 

***

 Yıllar önce, yani 2000li yılların başlarında, Tayland’ın küçük bir kasabasında öğretmenlik yaparken mektuplaşmayı severdim. O zamanlar elmek (bir hotmail hesabım vardı 2 MB’lık) tabii ki vardı ama mektuba inanan insanların inadı henüz tamamıyla sönmemişti. Ulaş'a, Orhan’a, Cem’e, İbrahim’e, Şeyhan’a ve Fatih’e mektuplar yazardım, kartlar atardım. Onlar da bana yazardı. Orhan, içine şair kaçmış matematikçi ruhuyla döktürürdü mektuplarını. “Cogito” derdi -beni hâlâ fakülte yıllarından kalma bu takma adla çağırır-, “Her tohum her toprakta yeşermez. Git toprağını bul, seni yeşertecek münbit toprağı, filizlenince seni koruyup kollayacak ılık rüzgârı, başını okşayacak ve seni büyütecek güneşi bul...” Bu minvalde laflar ederdi. Ben daha o zamandan kararlıydım zaten tutunmaya. Tayland olmazsa Vietnam, Vietnam olmazsa Çin... Bir yerde bir şekilde birileri beni anlayacaktı, eninde sonunda yazdıklarım bir duvarda yankı bulacak ve ben de hayatımı evinden, dilinden ve kültüründen uzakta boşuna yaşamamış olacaktım. 24 yıl geçti, 24 yıldır yazıyorum. 9 kitabım yayımlandı. Nereye vardım? Hiçbir yere. 9 tane sadık okurum çıkmaz tüm Türkiye'yi bir uçtan diğer uca gezsek. Hiçbir yere varamadığım gibi ödediğim bedel de yanıma kaldı. 24 yıl boyunca edindiğim dostluklar hep kısa süreli oldu. En sıkı arkadaşlarım, hafta sonu bisiklet turlarına çıktığım, birlikte başka ülkeleri gezdiğim, birlikte koştuğum, birlikte sarhoş olduğum dostlarla yollar bir bir ayrıldı. Nerede şimdi onlar? Bir selam versem 10 gün sonra yanıt verirler. Eninde sonunda yine aile ve anavatanındaki dostlar kalıyor geride. Diğerleri hep geçici, ilk yol ayrımına kadar kol kola, sonrasında gözden ırak gönülden ıpırak. Aile de ayrı bir muamma.  Kan sonuçta, önüne geçemiyorsun. Eninde sonunda yakalıyor seni yakandan. Kaçıp saklanamıyorsun bir yere. Bir gün ben de elden ayaktan düşersem yine onlara muhtaç olacağım diyorsun. Başka her şey fani, bir tek ailenin verdiği sıcaklık samimi ve gerçek diyorsun. Bir de yaşlanıyoruz, sadece onlar değil, ben de yaşlanıyorum. Yaşlandıkça daha da duygusallaşıyorum. Bazen kendimi saçma sapan bir konuda durduk yere hüzünlenmiş halde yakalıyorum. Bir arkadaşın benim daha önce hiç görmediğim kedisi öldü diye ağlayabiliyorum mesela. Hani olur ya filmlerde, kendi cenazesini hayal edip hüngürdeyenler. Anne babanın yaşlanması daha can sıkıcı durumlar yaratıyor tabii ki. Sağlık sorunlarının nüksetme sıklığı artıyor. Eskiden ayda bir, bazen iki ayda bir arardım bizimkileri, şimdilerde haftada birkaç defa aramam gerekiyor. Bir yanım hep tetikte, felaket gelirse hazırlıklı olayım diye bekliyorum, serhat boylarına gönderilmiş askerler gibiyim açıkçası. Dostların durumu ise biraz daha farklı. Onlarda özlediğim gençliğimi buluyorum sanırım, 25-30 yıl öncesinin şen şakrak, deli dolu Ali'sini, gerçekte değişen anılarda değişmeyen kendimi, anıların geçtiği ama artık var olmayan sokakları, binaları, sınıfları buluyorum eski dostlarla geçirdiğim vakitlerde. Yaz buluşmaları bu eski günleri bulamamanın hüznünü ve hayal kırıklığını da taşıyorlar bir nebze. Yaz buluşması oluveriyor yas buluşması. Neyse, oraya girmeyelim şimdi. 

Geçiyor işte günler, aileden ve dostlardan uzak; iş, eş, aş üçgeninin içinde köşe kapmaca oynayarak. Her biri bir öncekinin aynısı, farklı olanı düşünmeye ve tasarlamaya takatim yok. Gelecekte yaşanacak güzel günleri görmek adına erteliyorsun bu günleri güzel yaşamayı. Çalmadığı halde yanımda taşıdığım bir telefon en yakın arkadaşım artık. Herkesin en yakın arkadaşı telefonu aslında, farkında değiller. Bir gün döneceğim hayali. 24 yıldır aynı hayalle tüketilen bir ömür. Yağmurun Durmasını Bekleyen Adam'ın ta kendisiyim. Ya farkında değilim durumun vehametinin ya da farkındayım ama darağacına gönderilen mahkûm gibi bîçareliğime razı olmuşum. Döneceğim, döneceğim, döneceğim... Nereye döneceksin, bir kere denedin, gördün gününü. Dönülecek bir ülke yok artık senin için. Dönülecek bir ev yok. En fazla ziyaret edersin çocukluğunu, gençliğini. Gerisi boş bir hayalden öteye gidemez. 47 yıllık hayatının 24 yılını Türkiye’de, 23 yılını yurt dışında geçirmişsin. Seneye 24-24 olacak. 2026 yılında da yurt dışı öne geçecek... Hem sanki seni bekleyenler var Türkiye'de, yolunu gözleyenler, gelse de bir tavla çevirsek diyenler. Uzaktan seviliyorsun -kutup ayıları gibi-, ayarını kaçırma, haddini bil. 

Heba oldu mu geçen 23 yılım? Bu 23 yılı Türkiye’de geçirseydim farklı olurdu elbet. Bambaşka birisi olurdum. İstanbul’un sokağıyla, gürültüsüyle, curcunasıyla, tantanasıyla; kuruyemişçilerin önündeki leblebiler gibi kavrulur, derimin üstünde görmüş geçirmişliğimin nişanı olarak küçük siyah benekler biriktirirdim. Yığınla arkadaşım olurdu, hayatın her kesiminden: bakkal, manav, börekçi, kasap, nalbur, tamirci.. Edebiyat dünyasından insanlarla tanışır, aralarına sızar, olur olmaz konularda ahkâm keser, yazdıklarımı okuturdum. Söyleşilere, sergilere, sinemalara giderdim. Büyük olasılıkla yüksek lisans ve doktora yapardım. Şimdiye profesör olmuştum. Yurt dışına yine çıkardım ama bilet paramı beni davet eden okullar öderdi, ya da beni konferansa gönderen kurumlar... Eşim Türk olurdu, belki çocuklarımız da olurdu. Onların eğitimiyle ilgilenirdim. Türkçeyi daha yavaş konuşur, daha çok okur, daha kötü yazardım. Annemi babamı haftada en az bir kere görürdüm, üzerine yoğurt dökülmüş lahana sarmalarını ve kabak dolmalarını bıkana kadar indirirdim boğazımdan aşağıya. Eşim Türk yemekleri yapardı, haftada en az bir kere mantı, bir kere de musakka, göbeğim bir cumba gibi çıkardı öne doğru. Koşmayı, dağ yürüyüşü yapmayı ya da et yememeyi büyük olasıkla hayatımda hiç denemezdim. Haftada bir rakı içerdim. Yanında beyaz peynir, kavun, kızartmalar, en çok da patlıcan ve kabak.. Cuma namazlarına da giderdim. Hutbeyi dinler, kendi kendime değişeceğime dair sözler verirdim. Eşit muamelede bulunurdum her iki tarafa da yani. Bir ayağım dünyada olurdu diğer ayağım ukbada. Akrabaların cenazeleri için işyerinden yılda üç dört kere izin alırdım. Tabutu sırtlardım. Kuzenim S. Abi’nin mezarına girer, kefenin altını sağlamlaştırırdım. Ölüm haberini duyunca odamda hüngür hüngür değil de mezarın başında sessizce, gözyaşlarımı içime akıtarak ağlardım. Köyün derneğine takılırdım. Orada kendimi dinletirdim. Çocuklara ücretsiz İngilizce ve Matematik öğretirdim. Zırt pırt telefonumu çaldıran arkadaşlarım olurdu. Dedikodu yapardım. Futbolu takip ederdim. Fenerbahçe’yle aramı açmazdım. Belki maça giderdim. Futbol olmasa, basketbol, o da olmasa voleybol... Zehra Güneş’le bir fotoğraf çektirirdim. Belki kendi işimi kurardım, ilerletirdim, büyürdüm, paraya para demezdim. Ya da tam tersine iflas eder, beş parasız kalırdım. Ailemin yüz karası olurdum. Hanım beni boşardı, çocukları da alıp babasının evine giderdi. Ben tek başıma, ellime birkaç yıl kalmışken, sahanda yumurta ve makarnayla akşam yemeği yerdim. Modaya uyup sakal bırakırdım, otobüs duraklarında sigara içip, kapı kapanmadan hemen önce son bir soluk verip otobüse öyle binerdim. Beyaz atlet giyer, bahçede ya da piknikte mangal yapar, parmak uçlarımı yaka yaka tüm aileyi doyururdum...

İşte bunların hiçbirisi olmadı. Onun yerine yurt dışında yaşadım. Aralıksız 24 yıl öğretmenlik yaptım. Kimsenin okumadığı ve okumayacağı kitaplar yazdım. Yığınla blog yazısı yazdım, yayımladım. Ödüller aldım. Çeviriler yaptım. Sayısını bilmediğim kadar yarı-maraton koştum, sağlam ve yoğun dostluklar kurdum her ne kadar bu dostluklar zaman sınavında elenseler de. Yüzlerce, belki birkaç bin öğrenci yetiştirdim. Evlendim, çocuğum olmadı ama kedilerim oldu, köpeğim oldu... Sevdim, sevildim, hayran oldun, hayran olundum, güldüm, eğlendim, zil zurna sarhoş oldum, âşık oldum –yanlış zamanda yanlış kişilere-, kalbim paramparça oldu, hasta oldum, kıskandım, beğenildim, hakarete uğradım, görmezden gelindim, ama hep yazdım, ne olursa olsun yazmayı bırakmadım... Heba olmadı, hayır. Belli bir bakış açısıyla bakınca değil "hebalanmış", "nemalanmış" bile denilebilir. Yine ben iyi değerlendirdim. Bir yerlere gelemedim ama bir yerlerde tutundum. Daha ne yapayım. Benden bu kadar. Bundan sonrasında da değişecek değilim. Yazmaya, üretmeye devam. Yılmak yakışmaz bizim gibilere. Okunmazsa okunmaz. Onlar kaybeder, ben ne yapayım yani. Kendimi hırpalayacak, duvardan duvara vuracak değilim ya onlar beni okumuyor diye! Umut her şeye rağmen güzel şey, yaşamayı değerli kılıyor. Ürettiğim, öğrettiğim, birilerine yararlı olduğum sürece gocunacak, kendimden nefret etmeme neden olacak bir gerekçe yok gibi. Buraya kadar gelmişim, bundan sonrası zaten yokuş aşağı. Bir şey yapmasam bile ömrün kalan kısmı kolay geçecektir. Hedef 40 yıl öğretmenlik. Sonrasında da emeklilik ve emeklilik yıllarında yine yarı zamanlı ders vermek. Hedef sınıfta ölmek aslında. Bugün yemekte Biyoloji hocasına dediğim gibi, nasıl ki bir askere yatakta ölmek yakışmaz, gerçek bir kahraman gibi savaş meydanında ölmesi gerekir, ben de bir öğretmenin savaş meydanı sayılan sınıfta vermek istiyorum son nefesimi. Hani böyle bir denklemin ortasında, x’i bulmuş, y’ye doğru ilerlerken dursun kalbim. Çocuklar biraz korkarlar ama olsun. Ölümden daha büyük ders mi var bu dünyada? Öylece gideyim işte, iki bilinmeyenli bir denklemin tam ortasında... Pun intended :D 


Haşiye: Tepedeki fotoğrafın konuyla bir ilgisi yok. Fotoğrafsız gitmesin dedim. Çekildiği yer Changzhou, parkın yanındaki tarihi köprüden Tarakçılar Sokağı'na bakarken. 

10 Haziran 2024

Yaz Yağmuru Üzerine

                                                   

  

Yaz Yağmuru’nu okumayı iki gün önce bitirdim. Sanırım bu üçüncü okumam oldu. Öyküyü ilk defa bu okumada hakkıyla anlamışım gibi bir duyguya kapıldım desem abartmış sayılmam. Sanki daha önceki okumalarım otobüste ayakta giderken ya da sınav gözlemi yaparken vakit geçsin diye yapılmıştı. Hayır, ilk iki seferde de çok sevmiştim bu öyküyü, hayranlık duyarak okumuş, Tanpınar’ın üslubundaki zerafete bir nebze imrenmiş, hatta büyük oranda kıskanmıştım. Zaten nitelikli edebiyat yapıtlarının sırrı  biraz da bu dizginlenemeyen duygularda gizlidir. Mükerreren okunsalar da bıktırmazlar, her seferinde ilk defa okunuyormuş hissini okuyucuya tattırırlar ve en önemlisi, çok katmanlı ve aşırıyoruma açık olmaları yönüyle okurun yaşı, cinsiyeti, hayat deneyimi, ideolojik konumu ve benzeri kimlik belirleyicileri değiştikçe metin yeni anlamlara ve tezahürlere bürünür. Nasıl ki bir gülün dış çevrelindeki birkaç yaprağı koparıldıktan sonra ortaya çıkan yeni gül canlı renkleriyle, narinliğiyle ve tazeliğiyle bizi kendisine tekrar hayran bırakır, iyi edebiyat metinleri de yazarın içine gizlediği efsunlu tabakalar birer birer söküldükçe, insanda tarifi imkânsız coşkulara ve mutluluklara sebep olacaktır. Birden fazla çözümü olan bir labirent gibidir iyi tasarlanmış ve uygulamaya konmuş edebiyat çalışmaları. Her yeni denemede daha önce fark edilmemiş daha derunî kapılar keşfedilir, bu kapılardan ağızları karanlık ama dipleri cıvıl cıvıl olan hayat dolu dehlizlere, ışığın her daim türlü manevralarla mevcudiyetini hissettirdiği ıssız kuyulara, camgöbeği ışıltıların kayaların ıslak yüzeylerinde fütursuzca dans ettiği sualtı mağaralarına ulaşılır. Tatlı bir rüyayı andıran bu hayali mekânlardan çıkmaz istemez insan, uyanıp da gerçeğin mat ve pürtüklü yüzeyiyle göz göze gelmek istemez. Bu yüzden bu tür eserler, biter bitmez insanda “Bir daha okuyayım, belki bir şeyleri kaçırmışımdır.” gibisinden bir duyguyu yaşatır. İlk defa birbirinden ayrılan genç âşık çiftlerin yaşadığı özlemi, eksiklik ve tatmin olmamışlık duygusunu ve sönmemiş arzu ateşinin tende bıraktığı ince acıyı hissettirir.     

Yaz Yağmuru aslında Tanpınar’ın daha çok bilinen kült eserlerinden (Huzur, Saatleri Ayarlama Enstitüsü, Sahnenin Dışındakiler) pek çok unsur barındıran bir yapıt. Yazmakta olduğu tarihi roman için İstanbul’un kütüphanelerini arşınlayan orta yaşlı bir adam vardır bu öyküde. Mümtaz’ın evlenip, iki çocuk sahip olmuş ama Huzur’daki huzursuzluğundan pek de ödün vermemiş halidir Sabri. Eşiklerde geçen bir hayat, kararsızlık, her cümleye sızan bir teyakkuz hali, her eylemini saran mütereddit bir zihin; yine okuyucunun içini şişiren, kabz ve bast arasında mekik dokuyan, adeta içinde yaşadığı toplumun tezatlarını her an bünyesinde barındıran ve zırt pırt tıkandığı için yarı mefluç bir halde yaşamını idame ettiren bir kafa yapısı. Daha ilk sayfada Sabri’yi Hacivat ve Karagöz’le konuşturur Tanpınar. Bunu yaparken okuyucuya, sıradan bir öykünün içine girmediğini ve her an tetikte olması gerektiğini hatırlatmaktadır aslında. Ey okuyucu der babacan tavrıyla, dikkatini ver, başka şeylerle uğraşmayı bir kenara bırak, sadece benimle ilgilen diye fısıldar kulağımıza. Sadece zahirin değil, bâtının da dile geldiği “tatlı bir işkencedir” bu okuyacağın öykü. Zihninde karakterler yaratıp onları konuşturan Sabri, aynı zamanda “kenarları billurdan” aynaya sığdırılmış binlerce Tanpınar yansımasından bir tanesidir. Dolayısıyla okuyacağımız metin Tanpınar’ın değil de Sabri’nin uzun vakit alan roman projesine -bir ömür boyu süren aile sergüzeştine- ara verip, kısa bir nefes almak için kurguladığı önemsiz bir kaçamaktır da aynı zamanda. Tanpınar’ın şu cümlelerle ifade ettiği bir hayal kurma halidir: Bütün varlığı, bu kapanık havada tıpkı bahçenin son gülleri gibi, her türlü gerçek fikrini reddediyor gibiydi. Bir insandan ziyade bu bahçenin bir köşesinde bu güzel yaz gecesinden kalmış bir rüya olabilirdi.      

Öykü, adını çok sonra dolaylı bir yoldan öğreneceğimiz Fatma adlı genç bir kadının Sabri’nin boğaz kıyısındaki (Beylerbeyi) evinin önünde, ıslanmış ve üşümüş bir halde belirmesiyle başlar. Hacivat’ın “Benim mecanin taifesiyle işim yok. Ben Karagöz gibi âkil zevat isterim.” diyerek bize ipucu vermesi de kadının gerçekliği hakkında aklımıza ilk kuşkuyu düşürür. Kadının, adeta lambadan çıkan cin gibi evin kapısında bir anda belirmesinin bir tesadüf olmadığını, bahçeye ve içindeki eve -en azından yanmadan önceki haline- aşina olduğunu, imâlı konuşmalarından az biraz anlarız. Sabri’nin iyi niyetle evine davet ettiği bu gizemli kadın içeriye adımını atar atmaz sadece ev sahibini değil, okuyucuyu da ürkütecek nitelikte cesurca hareketler sergiler. Su, saflık, pınar, deniz, temizlenme, günahlardan arınma gibi imgelerin sıklıkla işlendiği öyküde, Fatma’nın attığı her bir cesur adım karşısında Sabri’nin sergilediği motoru bozulmuş geminin kayalara doğru sürüklenişini andıran çaresizliği ve işleri oluruna bırakmışlığı okuyucuyu türlü şaşkınlıkların ortasına salar. Sabri, ömründe ilk defa gördüğü bu kadını, kurulanması ve üstünü değiştirmesi için yatak odasına gönderir. Zaten daha bu noktada okuyucu olarak inanması zor bir serüvenle karşı karşıya kaldığımızı anlamış oluruz. Bu sahneden az biraz sonra kadının, Sabri’nin karısının elbiselerinden birisini giymiş bir halde odadan çıkması, okuyucuda ister istemez derin bir “Yok daha neler, bu kadarı da olmaz, olamaz!” tepkisi yaratacaktır. Oysa Fatma yaptığı her şeyi kendisine has bir doğallıkla, sevecenlikle ve samimiyetle yapmaktadır. Tarihin ve geleneklerin dışından, belki birkaç yüzyıl sonrasından ışınlanarak gelmiş bir rahatlığı, kalıplara sığmayan bir adamsendeciliği vardır. Sabri’nin kelimeleriyle “Kırk yıllık ahbapmış, hatta daha yakın, sanki hakikaten müşterek bir hayatları varmış gibi davranıyordu.” Sabri, içindeki uysallığı, boyuneğmişliği ve kabullenmişliği yenebilmek için Fatma adında cilveli, yerinde duramayan, adeta haylaz bir çocuk gibi sürekli sağı solu kurcalayan bir kadın yaratmış gibidir. Fatma’nın arkaik metinlerde kadına biçilen kaostan, isyandan ve akıldışılıktan sorumlu olduğunu, öyküde bu rolü üstlendiğini ve Sabri için de az çok benzeri anlamları omuzlarında taşıdığını aşağıdaki kısacık konuşmadan anlarız.  


-        Zaten evde kadın bulunmadığını anlamıştım, dedi.

-        Nereden anladınız?

Genç kadın aynadan doğru cevap verdi.

-        Eşyada mukavemet yok. Kadın olan evde bu kadar uysallık olmaz.  

      Bu konuşmadan hemen sonra kendisine biçilen role doğru ilk adımını atar Fatma:

Sabri karısının ve çocuklarının resimlerini onun elinde görünce sanki evi, saadeti, her şeyi başkasının tasarrufunda imişçesine titredi. Böyle bir hissi şimdiye kadar hiç duymamıştı. Galiba bu kadın bütün zaaflarını ortaya çıkarmak için gelmişti.

Fatma, Sabri’nin hayatına yolunu kaybetmiş ıslak bir kedi yavrusu gibi girmiş olsa da kısa sürede kendisini bîçare ve aciz konumundan kurtarır, Sabri’ye de bunu unutturur. Anlatacak çok şeyi vardır. Bu yönüyle Fatma, her ne kadar üzerleri örtülüp unutulmaya çalışılsa da hayatın genel akışı sırasında olur olmaz yerlerde ve zamanlarda karşımıza çıkıp bize aslında kim olduğumuzu hatırlatan kültür nesnelerine (bir çeşmenin ayna taşı, eski bir caminin bahçesindeki mezarlar, okuyamasak bile görünce bizden bir şeyleri içimizde kıpraştıran uzun ve karmaşık hat yazıları...) benzetilebilir. O bir bakıma, modern Cumhuriyet rejiminin başlamasıyla ihmale uğrayan bir medeniyetin, Osmanlı üst sınıf sanatının, musikisinin, mimarisinin ve edebiyatının şirin bir hortlağıdır. Tanpınar’ın hemen tüm eserlerinde ucundan köşesinden sitemkâr bir üslupla dokundurduğu, Türk modernizminin Osmanlı elit tabakasının kozmopolit ve kucaklayıcı dünyasından kopmaması gerektiği düşüncesi metaforik bir düzlemde de olsa ağır ağır öyküye sızar. 

Tanpınar için Türkiye Cumhuriyeti köklerini inkâr ederek değil, köklerini daha iyi tanıyıp besleyerek, canlı köklerin yardımıyla dallarında daha çılgın, daha delidolu, daha muhteşem fışkınlar bitirerek varlığını devam ettirecektir. Bu yönüyle Tanpınar, dönemin diğer devrimci ve aydınlanmacı zihniyetinden farklı bir yerde konumlandırır kendisini. Yakup Kadri, Peyami Safa, Reşat Nuri gibi dönemin önde gelen yazarları gibi düşünmez. Müspet bilimlere sırtını dönmemek kaydıyla bir halkın maneviyatıyla da kalkınması gerektiğini, kültürüyle gurur duymasının elzem olduğunu ve edebiyatta, şiirde, musikide geçmişten öğrenmemiz gereken çok şeyin olduğunu savunur. Burada önemli bir çizgi çizip Tanpınar'ın günümüzdeki şekilci Osmanlıcı / İslamcı güruhtan farklı olduğunu belirtmek şart olmaktadır. Hatta, onların takdim ettiklerinin tam tersine şekilciliğin ve sathiliğin en azılı düşmanıdır kendisi. Kültürün her alanında derinlik, orijinallik, sonsuz güzellik onun için vazgeçilemez unsurlardır. Tanpınar bu noktadan bakınca devrimlere karşı değildir, bilakis onların halk tarafından daha çok kabul edilmesini, daha derinlere nüfuz etmesini, geçmişin değerleriyle daha da güçlendirilmelerini arzulamıştır. Kendisi devrimlerin meyvelerinden alabildiğince yararlanmıştır, Anadolu'da yaşayan halkın da aynı derecede bu devrimlerden yararlanamaması onun gönlünü yaralamaktadır ve bu yaranın ağrısı hemen hemen tüm eserlerine sızar. Hikâyeler adlı kitaptaki bir sonraki öyküde (Teslim) geçen şu paragraf Tanpınar'ın hayal kırıklığını ifade etmesi bakımından manidardır: 

Emin içinden: "Ayten... Aysel..." diye tekrarladı. Bütün bu inkılâplar, zahmetler, ümitler, sonunda birkaç yeni erkek ve kadın isminin değişmesine yaramıştı. Tıpkı Meşrutiyet senelerinde olduğu gibi... 

Bu meseleyi burada kapatıp asıl öykümüze geri dönelim. Karakterler gergindir, aralarındaki yakınlaşma her an patlamaya hazır barut dolu bir fıçıya benzetilebilir. Belki de bu yüzden yazar, gerçek niyetinin ortaya saçılması için karakterlerin biraz gevşemesi, rahatlaması ve dillerinin çözülmesini gerekli görmüştür. İçki bardakları doldurulup, pikap çalardan Debussy’nin melodileri, “yanı başlarında uyuyan bir mahluk gibi olduğu yerden silkinmeye” başlayınca Sabri ile Fatma arasındaki buzlar da çözülmeye başlar.

Biz de takvim dışı yaşardık. Her şey bizim için müsavi idi. Fakat başka türlü. Daha doğrusu şikâyetimiz yoktu. Sadece hatırlardık. Büyükannem, dedem, babam, kalfalar hepsi hatırlardı. Bir de bakardınız ki, bütün Boğaziçi odanın içine doluverirdi.  

Birkaç paragraf ileride de kendisinin bir dinleyici, olaylara dışarıdan tanıklık eden bir gözlemci olduğunu itiraf eder.

Bütün anlattıkları bende külçelenirdi. Birdenbire içim ağırlaşırdı. Hani akşamla ağırlaşan sular vardır. Her şeyi içine ala ala. Bütün gün, başkalarının yaşadığı şeylerle zengin, işte öyle olurdum...

Öykünün birinci bölümü, Fatma’nın Sabri’nin ruhunda meydana getirdiği çalkantılar, kaygılar ve arzu imgeleriyle dolu dolu geçer. Sabri için Fatma; çiçek açmış bir erik ağacı, bir deniz masalı, yağmurun altında geceden kalmış bir rüya, en ufak şeyleri bile bünyesinde bir bilmeceye dönüştüren gizemli bir varlıktır. Yağmurun durmasıyla evden ayrılan Fatma, arkasında onu özlemekten başka bir şey yapamayan ve gündelik hayatına odaklanamayan bir Sabri bırakır. Vapurların kalabalık, halkın bîçare olduğu 1944 Türkiye’sinde belki herkes değildi ama Sabri (Tanpınar) gibiler her daim kendi hisarlarının mahpuslarıydılar. İlerleyen kısımlarda çok ciddi bir gelişme olmaz. Fatma ve Sabri bir yakınlaşıp bir uzaklaşırlar. Farklı kutupları birbirine bakan iki mıknatıs gibidirler. Tam birbirlerine değeceklerken kutuplar değişir ve birbirlerini itmeye başlarlar. Mektep çocukları gibi sokakta sevişmeleri (birbirlerini sevmeleri, flörtleşmeleri) belki de bu ikircikli hali anlatan en iyi ifadedir. Fakat bu sürüncemeli durum öykünün sonuna doğru bir karara bağlanır. Zaten okuyucu olarak bu işin bir yere varmayacağını çoktan anlamışızdır. Yazarın amacı sıradan bir aşk hikâyesi anlatmak olmayacağına göre başka bir derdi, içini yakan başka bir kıvılcımı olmalıdır. Koskoca Tanpınar, kendisinden önce binlerce kere yazılmış bir “aşk-ı memnu” teranesiyle neden çıksın karşımıza! Böyle olmadığını, Fatma’nın son tiradıyla anlamış oluruz. Öykünün neredeyse son 15 sayfasını (dörtte birini) alan bu uzun anlatı, Fatma’nın akşamla ağırlaşmış bir su akıntısı olduğunu gözler önüne serer.

Bu bölümde büyük yangından önceki ev vardır. İçi tıklım tıklım eski eşya dolu bir ev. Bu evde dede musiki toplantıları yapar, evin altındaki yeraltı odasından ihtiyar bir kadının sesi gelir, çöküşün habercisi olan bir tüccar ha bire eve uğrayıp evdeki değerli eşyaları ucuza satın alır ve bedestene satar, birbirinden değerli kuşlar kendilerine ait bir mekânda beslenir... Öyle ki yangından önceki haliyle ev adeta Osmanlı İmparatorluğu’nun son birkaç yüzyılını anımsatır. Bir yanda üst kültürünü yaşatmaya çalışan eşraf vardır bir yandan da türlü bâtıl inançla hayatını idame ettiren, kimsenin laf geçiremediği kalfalar, bakıcılar. Öyle ki dede hasta olduğunda doktoru görmek istemez, kendisine verilen ilaçları almaz, en sonunda güçten takatten düşünce bu ilaçlar kendisine verilir ama artık iş işten geçmiştir. Evin altında kapalı kapılar altında yaşamaya devam eden bir kadın (Tanpınar’ın düşüncesine göre medeniyetimizin üst unsurları) vardır. Ölmez bu kadın, açım, suzuzum diye bağırır ama ölmez. Gün yüzü göreceği zamanın hayalini kurar. Bahçede beliren ve her geldiğinde evdeki değerli bir eşyayı eksilten “pejmürde kılıklı, kalabalık ağızlı” tüccar da Osmanlı’yı parça parça kemiren ve geride değerli bir şey bırakmamaya ant içmiş batılı devletlere ya da oryantalist zihniyetli aydınlara benzetilebilir.

Evimizi çok iyi bilirdi. Herkesi tanırdı. Kuşlara kadar herkesin hatırını sorar, her çeşit dalkavukluğu yapardı. Dedemle hep “Arslan paşam, vallahi daha fazla veremem, işler kesat gidiyor!” diye sızlanırdı.

Ve sonunda ev yanar, bütün o hatıralar ve yaşanmışlıklar küle, ise ve dumana dönüşür, uçup gider. Geriye bir tek Fatma kalır bize bu anıları anlatabilecek.

İnsanların hepsi kurtulmuştu. Ama bilenler bu işe mucize diyorlardı. Ben hep teyzemi düşünüyordum. O eski odamda kalmıştı. O kurtulmayacaktı. Kuşlar da kurtulamadı. Çoğu yandı, bir kısmı dumandan boğuldu. Sonra evin büyük bir kedisi vardı. Masallardaki gibi, dedem, Çavuş koymuştu adını. Çavuş da yandı.

Öykünün başkahramanının adını o doğmadan önce ölmüş olan teyzesinden almış olması -yeni bir insan değil, var olanın dirilmiş hali- ve öykünün adının “Yaz Yağmuru” olması bu noktadan bakınca özenle yapılmış seçimlere benziyor. Bin yıllık Türk-İslam kültürünün tanınması, anlaşılması, hakkıyla araştırılması modern Türkiye’nin sanatının ve edebiyatının bu köklerden beslenmeye, en azından bu bağları inkâr etmemeye başlaması ve nihayetinde cumhuriyet çocuklarının bu geniş ve derin kültürün getirileriyle yetişmesi Tanpınar için gerçekliği her zaman kuşkuyla karşılancak bir yaz yağmurundan başka bir şey değildir. O, geri dönülmez bir modernleşme yolunda, kaybedilmiş bir umranın yasını içinde taşıyan ve bu yası farklı renklerle ve biçimlerle kâğıda dökmesini bilen son birkaç münevverden birisiydi. Bunu başarıyla yaptığını, yüreğindeki sancıyı ve zihninin müşevveş halini yapıtlarına çok sağlam bir şekilde nakşettiğini kabul etmek de bize düşen son görev olacaktır sanırım. Sabri’nin Fatma için söylediği “Kaybolmuş bütün bir dünya, küçücük bir insanın omuzlarına yüklenmişti.” ifadesiyle vücut bulan bir buhran hali...  

Yine de, metin boyunca okuyucunun zihnini esir alan mahzun havaya rağmen iyimser bir cümleyle biter öykü. Bu rüyadan uyanınca -bizi de uyandırınca- kendisini şu sözlerle çimdikler Tanpınar:

“Bunun farkına varınca kendi kendine kızdı. Hakikaten hiç iradesi yoktu. Hayatına bütün müdahalesi kendi kendisini göz hapsine almaktan ileriye gitmiyordu.”