“Yenişehir’de Bir Öğle Vakti” Sevgi
Soysal’ın 1970’lerin başında yazdığı ve kendisinin 1974 Orhan Kemal
Roman ödülünü almasına vesile olmuş
özel bir yapıt. Öyle sanıyorum ki kitabın bana çekici
gelen yönüyle kitaba ödül kazandıran yönü tam anlamıyla örtüşmüyorlar. 2018’in yaz
tatili olmalı, kitabı ilk defa bir akrabamın kitaplığında görmüştüm. Yola
çıkacaktık, gezi sırasında okurum diye çantama atmıştım. İlk izlenimim deneysel
anlamda başarılı ve cesur olduğu üzerineydi. Devrilmek üzere olan bir kavak
ağacının –mevcut düzen- etrafında toplanan insanların birbirlerine çok da
dokunmayan hayatlarının hikâyeleriyle başlar roman… Mevsimin yaz oluşu ve benim
seyahat modumda olmam ağır eleştirel düşüncelerimden kitabı azâd eylemişti büyük
bir olasılıkla. Aklımın bir ucunda deniz, yaylalar, gezilecek müzeler,
görülecek arkadaşlar… Bu yüzden kitap bende sanatsal derinliğiyle çok iyi bir izlenim bırakmıştı. Kitabın hoşuma giden yanı bir roman olarak değil de bir
öykü derlemesi olarak okunabilecek nitelikte olmasıydı. Birbirine teğet geçen
hayatları tek tek mercek altına alışı ve ince detaylarıyla inceleyişi hem
ilgimi çekmiş hem de beni bir nebze kıskandırmıştı. Çünkü, benim de bir günün
24 saatini birbirine zayıf düğümlerle bağlı 24 ayrı karakterin gözünden
anlatmak gibi bir projem* vardı o zamanlar ve öykülerin bir kaçını yazmıştım. Henüz
yazmakta olduğum ve bana ait olduğunu düşündüğüm düşüncenin benden 50 yıl önce
yapılmış ve başarılmış olması beni biraz imrendirmişti doğrusu. Kitabın bu
yönünün ilgimi çekmesinin nedeni ise, bu yöntem sayesinde olaylara değil de
karakterlere ve karakterler arasındaki ilişkilere odaklanabiliyor oluşumuzdu.
Edebiyata bakışı dünyanın sorunlarını çözmek değil de dünyayla sorunları olan
insanları anlamak ve tanıtmak olan benim gibi müzmin bir okur-yazar için gayet
de anlaşılabilir bir bahanedir bu sanırım. Sonuç olarak herkesin hayatı yazılsa
roman olur ama burada mesele bir insanın hayatındaki olayların bir roman teşkil
edecek kadar zengin olması değil, o romanın yazılmasıdır. Tersinden söylersek,
pek çoğumuzun hayatı yazılmadığı için roman olamıyor. Dolayısıyla, bu tür bir
deneysellik kapsamında her karakterin -sokakta yürürken omzunuzun sürttüğü
yaşlı teyzenin ya da köşede sevgilisini bekleyen bıçkın delikanlının,
kaldırımda simit satan üç çocuk babası adamın, dükkânının önünde bekleyen
berberin, berberde sırasını bekleyen emekli tarih öğretmeninin…- kendine özgü
renkli bir dünyası olduğunu ve ancak bu dünya merkeze alınarak ve mercek
altında saatlerce incelenerek ona hak ettiği ilgiyi verebileceğimizi görüyoruz.
Bir çeşit Mandelbrot kümesi aslında edebi metinler, uzaktan bakınca farklı
görünen hayatlar içlerine girdikçe yakınsıyorlar birbirlerine ve her bir
insanın hayatında kendi hayatımızdan kesitler görmeye başlıyoruz ister istemez;
önce bu duruma şaşırıyor, ardından da edebiyatın asıl görevini icra edişine
tanık olmanın sevinciyle okumaya, yani farklı görünen yepyeni bir Mandelbrot çizgesinin
içine girmeye devam ediyoruz… Neyse, benim kitapla tanışma faslımı ve kitap
hakkında takındığım ilk tavırları bir yana bırakıp romanın çözümlemesine ve
eleştirisine geçeyim. Yoksa yine kendi poetikamın etrafında dolanıp eleştiriye yeterli
vakti ve enerjiyi bulamayacağım. Kitabı, Shenzhen Edebiyat Topluluğu'na önermemde yukarıda anlattığım izlenimlerin payı büyük. Bu vesileyle ben de ikinci kez okuma fırsatı buldum. Hani Nabokov diyor ya, "Kitaplar okunmaz, tekrar okunur." Ben de öğrencilerime hep bu lafı söyler ve eklerim. "Eğer bir kitabı bir kere okuyup kitaplığınıza geri koyuyorsanız ya o kitabı beğenmemişsinizdir ya da iyi edebiyata nasıl muamelede bulunacağınızı bilmiyorsunuzdur. İyi edebiyat okunup bir kenara bırakılmaz, kadim bir dost gibi hep yanınızda taşırsınız onu, özlersiniz, ara ara açıp rastgele sayfalar okursunuz, yakınınızda olmadığı zamanlarda kaygıya kapılırsınız." Sevgi Soysal'ın "Yenişehir'de Bir Öğle Vakti" adlı romanı, eksiği ve fazlası olmasına rağmen bu tür kitaplardandır.
Roman, Ahmet karakteriyle açılıyor.
Günümüzde de örneklerini sıklıkla gördüğümüz, gelenekle modernlik arasında
sıkışmış, modernliği kendisine yakıştırırken gelenekselliği yakınlarına
-sevgilisine, kız kardeşine, yeri geldiğinde annesine…- yakıştıran bir Türk
erkeği. Bana en çok Behzat Ç’deki Harun karakterini anımsattı ama eminim pek
çok dizide ve romanda benzerleri mevcuttur. Ahmet, evlenilecek kız –
eğlenilecek kız ayrımına sahip çıkışı da dahil olmak üzere, bir şekilde
günümüze denk varlığını sürdürmüş bir türün temsilciliğini yapıyor. Bunun
yanında sevgilisi Şükran sınıf atlama meraklısı, kendisini kolay kolay
yedirmeyecek, yedirse bile Ahmet’in boğazına takılıp onu yaptıklarına pişman
edecek bir karakter. Kendisi okumamış ama okumuş arkadaşlarından
öğrendikleriyle Ahmet’e laf yetiştirmeye ve ağırdan ağırdan ilişkide daha etkin
bir rol almaya başladığını gözlemliyoruz. Bunu da en çok sürekli adından ve
deneyimlerinden söz ettiği öğretmen Günseli’den anlıyoruz. Bölümün sonunda
Ahmet’in sevişme hevesinin kursağında kalması da bir nebze Günseli’nin eseri denilebilir.
Şükran akıllanıyor, kaderini anlık zevklerin peşinde koşan bir erkeğin ellerine
değil de gelecek planları olan ve ona insan muamelesi yapacak birisinin
ellerine teslim etmek istiyor. Daha güzel bir ifadeyle kaderini kendisi
belirlemek istiyor. Bu açılışın, kökleri kuruduğu için devrilmek üzere olan
kavak ağacıyla birlikte sunulmasında simgesel bir anlam bulunabilir mi bilemem
ama Şükran’ın kavak devrilmeden oradan uzaklaşması ve bir daha romana dahil
olmamasında onun yeni Türk kadınına evrilecek bir genç kız olarak tasarlanmış
olmasına verebiliriz.
Yazılışından elli yıl sonra bile biz
okurlara tanıdık gelen bu sahneden sonra roman her bölümde yeni karakterler
tanıtmaya devam ediyor. Herkese haddini bildiren, öğrencilerini kendi evinin
işlerinde çalıştıran, hatayı affetmeyen, bilakis ceza yerini bulsun diye
yırtınan Hatice Hanım’dan sonra Selanik göçmeni, hayata 5-0 önde başlayıp bu
şansını kullanamamış Necip Bey’le tanışıyoruz. Onun ardından bankada çalışan,
yoksul ama tutumlu, güzel günlerin hayaliyle kazandığı paranın büyük bir
kısmını biriktiren Mehtap geliyor. Necip Bey’in bankadaki tüm parasını çekiyor
olmasına şaşıran Mehtap, yoksulla zenginin birbirini asla anlayamayacak
olmasının da açık bir örneğini gözler önüne seriyor. Necip Bey’in bir Yahudi dönmesi olması ve bu
kimliğini saklaması, dönemin azınlıkçı politikaları hakkında da ipuçları veriyor.
Necip Bey’den sonra sırasıyla gözü hep yukarılarda olan görgüsüz tüccar
Güngör’ü, vekil kızıyla evlenmiş Salih Bey’i, herkese yukarıdan bakan Mevhibe
Hanım’ı tanıyoruz. Her birisinin hayatı çocuklukları ve ilkgençliklerine kadar
irdeleniyor. Nasıl bu hale geldikleri, ebeveynlerinin ve çevrelerinin onların
üzerindeki etkileri, eğitim ve iş hayatları derinlemesine inceleniyor. Tabii,
biz okuyucular yazarın bizi nasıl bir odaklanmaya hazırladığını henüz fark
etmiş değiliz. Kitabın bu şekilde devam edeceğine dair bir umudumuz ya da
umutsuzluğumuz var. Belki de kendisinin değil de içinde bulunduğu edebiyat
dünyasının, edebiyatın ayna görevinden başka görevler üstlenmesi gerektiğine
dair görüşü ağır basıyor ve yazar biraz da kendisini zorlayarak hikâyeyi “Olcay,
Doğan, Ali” üçgenine yakınsatıyor.
Olcay ve Doğan’ın üst sınıf bir aileden
gelmeleri, ceplerinde para olması, iyi okullarda okumaları, Avrupa dillerindan
birkaçını konuşabilmeleri ve tüm bunların karşısında Ali’nin tüm bunlardan
yoksun, fakir ve gururlu bir delikanlı olması romanın hikâyesine sınıf
çatışması anlamında bir anlam katsa da maalesef yazarın Ali karakteri üzerinden
yaptığı yoksulluk güzellemesi her şeyi berbat ediyor. Öyle ki Ali, sadece
sosyalist değil, aynı zamanda bir ahlak, bilgi ve gurur abidesi. Her iki sözünden biri
pankartlara yazılıp 1 Mayıs kortejlerinde yürütülecek cinsten, baştan aşağıya
propaganda kokan, yaşayan değil de yaşayamayan ve gerçekdışı olmasıyla insan
zihninde adeta bir karikatür imajı yaratan bir karakter. Sevdiği kızla
çırılçıplak bir halde yatakta yatarken bile devrimci tavrından ödün vermiyor, 20
yaşlarında kanı kaynayan, kadın bedenine ve ruhuna aç bir erkek değil de yazarı tarafından programlanmış bir Lenin kopyası adeta. Bu yönüyle Ali, romanın en başarısız ve romana en büyük kötülüğü
yapan karakteri. Onu da bir Aysel ya da Ahmet gibi yaratıp bir kenara
bıraksaydı anlayabilirdim ama romanın merkezinde bu derece gerçekdışı bir
karakterin yer alması bende yazarın bu seçimi kendi özgür iradesiyle yapmadığı,
dönemin toplumcu sanat akımlarına yaranmak için yaptığı gibisinden bir kuşku
uyandırıyor. Yoksa, güzel bir şekilde ilerleyen edebi bir yapıtı neden bu tarz
siyasi bir manifestoyla berbat etsin? Bu noktada da edebiyat (genel anlamda
sanat) dünyasının en büyük çelişkilerinden birisi akla geliyor doğal olarak.
Sevgi Soysal***, eğer Ali karakterini bu şekilde örnek alınacak bir solcu, her
daim tetikte ve hiçbir zaman hata yapmayan bir devrimci, duygularına yenik
düşmeyen bir erdem abidesi olarak yaratmasaydı Orhan Kemal Roman Ödülünü
alamayacaktı. Bu ödülü almasaydı belki bu derece meşhur olamayacak, kitapları
ikinci baskısını bile yapamayacak ve bizler onun adını bile duymayacaktık.
Dolayısıyla, yenilikçi olmakla popüler olmak arasında var olan bir danıkışıklı
dövüşü tanımak ve bunu hak ettiği yere koymak zorundayız. Ali karakteri bu
derece tek boyutlu** olmasaydı roman çok daha güzel olurdu belki ama dönemin
edebi kaygılarına yanıt veremediği için ödül alamazdı. O zaman da okunmazdı,
okunmayınca da romanın diğer güzel yönleri bilinemez, Sevgi Soysal gibi
nitelikli bir kalem unutulur giderdi. Bu durum sanırım Türk edebiyatında -Dünya edebiyatında da- bir
yerlere gelmek isteyen hemen her yeni yetme yazarın hayatının bir safhasında karşılaştığı bir
çelişkidir. Edebiyatın bir tüketim ürünü olması devam ettikçe de varlığını
sürdürecektir.
Yanlış
anlaşılmak istemem. Tabii ki edebiyatın bireylerin ve toplumların dertlerine
eğilmesi, onların sorunlarını konu edinmesi; haksızlıkları, adaletsizlikleri, zulümleri
ve zorbalıkları konu etmesi güzel ve yerinde bir tutumdur. Yalnız bunu
yaparken, gerçeklikten kopmamak, edebiyatı salt bir siyasi propaganda aracına
dönüştürmemek, yaratılan her karaktere hakkını vermek önemli bir koşuldur. Eflatun’un
felsefi metinlerinde gördüğümüz türden, okuyucuya felsefi bir doktrini kabul ettirmek
için yazılmış diyaloglar veya bu diyalogların şekillendirdiği karakterler eserin
edebi yönüne yarar değil zarar getirir.
Sevgi Soysal’ın Ali’yi bize tanıtmadan
hemen önce yazmış olduğu sahne bir şaheser niteliğindedir. Doğan’ın Altındağ’daki
gecekondu mahallesinde film çekme girişiminden bahsediyorum. Bu sahneyi
dikkatlice okuyan bir okur yazarın eleştirel kaleminin sadece gelenekselci ve
sağcı görüşlere değil de sol kesime de yönelik olduğunu anlamıştır. Solcu-halkçı
olduğunu iddia eden sanatçıların yoksul halktan ne derece uzak olduğunu, halkı
anlamaktan ziyade halkın sefaleti üzerinden prim yapma gayreti içinde
olduklarını, bazıları bu konuda başarılı olsa da Doğan’ın deneyimsizliğinden
kaynaklanan bir naiflikle işleri nasıl eline yüzüne bulaştırdığını muhteşem bir
gözlem ve kurgu eşliğinde zihnimizde canlandırır. Kısacası, 1970’lerin
Türkiye’sinde “ben cesur bir yazarım, kimseye de eyvallahım yok” gibisinden bir
ilkeyle ortaya çıkar. Doğan’ın yurt dışındaki bohem hayatı sırasında hasbel
kader edindiği modern sinema teknikleriyle ağır ağır Türkiye’deki sol ve
sosyalist sanat camiasına sokulma girişimi, hem film çekiminde halktan gördüğü
tepki -halk kendisinde olan sefaleti değil kendisinin asla erişemeyeceği
debdebeyi ve şöhreti görmek ister beyaz perdede- hem de halktan bazılarından
yediği azarlar Doğan’a gerçek Türkiye hakkında onulmaz bir ders vermiştir. Yazar bu sahneyi yazarak bir taşla iki kuş vurmuştur. Hem kendi cenahına “Halkı
konu edineceğim derken madara olmayın, önce onlara yukarıdan bakmamayı öğrenin.”
demiştir hem de Doğan’ın başarısızlığıyla, elinde kalan filmin işe
yaramazlığıyla, halkın onun yapmış olduğu özverili işe saygı duymayışıyla, sanatın
salt duygu sömürüsü ve ajitasyon üzerine kurulamayacağını, bundan çok daha fazlası
bir tekniğin ve bilgi birikiminin gerektiğini bizlere söylemiştir. Dolayısıyla,
bu sahneyi okuduktan sonra ben bir okur olarak sormadan edemedim: Kendi
cenahına bile bu derece eleştirel yaklaşabilen ve cesur sahnelerle yol
arkadaşlarının sanata dair görüşlerini alaya alabilen bir yazar nasıl
oluyor da Ali gibi torna kalıbından çıkmış, eğilip bükülmeyen, Hacivat-Karagöz
ayarında bir karakteri yaratabiliyor?
Neyse ki yazarımız romanı
Olcay-Doğan-Ali üçgeniyle bitirmiyor. O kısır döngüyü ve öngörülebilir
konuşmaları, sıkıcı ilişki yumağını bir tarafa bırakıp bizi son bir kere daha sokaklara çıkarıyor.
Herhalde, “Bakın işte, diyetimi ödedim, dönemin kodamanlarına selamımı çaktım,
bundan sonra özgürüm” diyor olmalı. Bu noktadan sonra çingene kimliğiyle övünen
Boyacı Necmi’yle, Sakarya Caddesinin adsız delisiyle, hayatı baştan sona
acılarla geçmiş Aysel’le ve son olarak da karısına laf yetiştirmekten iş
yapamayan kapıcı şiddet düşkünü Mevlüt’le tanışırız. Roman, son bir çalkalanmayla eski kimliğine
kavuşur. Arada yine Ali’ye denk gelsek de buralarda Ali’nin insancıl yönünü görürüz, çok da
üzerinde durmayız. Onun dışında bu karakterlerin canlı kanlı olmaları,
hayatlarını kontrol eden değerleri savunmaları ve kendi doğrularını yaşıyor
olmaları bu karakterleri hem gerçekçi hem de inandırıcı yapar. Öyle ki roman,
sanki Olcay-Doğan-Ali üçgenine merkezini feda etmemiş gibi, önceden süregelen
olayları sonlandırma ihtiyacı duymadan bir anda bitiverir. Ağaç devrilir,
karakterlerden birisi hayatını kaybeder, diğerleri hayatlarına kaldıkları
yerden devam ederler… Tıpkı bugün, yani aradan elli yıl geçmiş olmasına rağmen,
bu insanların benzerlerinin ya da aynılarının aramızda dolaşıyor olmaları gibi.
* Bu kitap 9 öyküyle 2021 yılında yayımlandı.
** Ali’nin bu derece zayıf bir karakter olmasının en büyük nedeni yazarın
doğup büyüdüğü sosyo-ekonomik çevreye uzak olmasıdır diyebilir miyiz? Sonuçta,
Sevgi Soysal da iyi okullarda eğitim görmüş, Avrupa’da bulunmuş, dil bilen bir
kentlidir. Gecekonduları ya uzaktan görmüştür, ya da birkaç defa içlerinde
bulunup, içinde yaşayanlara acımıştır. Olcay ve Doğan karakterleri aslına
bakılırsa kendisini ve çevresinden bizzat tanıdığı diğer eğitimli insanları
anlatması açısından çok daha başarılı ve gerçekçi karakterlerdir. Bunun yanında Ali, yazarın gerçek sesidir, olmak istediği, insanlara duyurmak istediği vicdanının sesidir. Bu yüzden kolay kolay susmaz,
yanılmaz, çelişkiye düşmez, mahkemede hakkını savunan davalı gibi ha bire haykırır. Olcay ve Doğan yazarın kaçıp geride bırakmak istedikleri
kimlikler olmasına rağmen aynı zamanda en iyi bildiği kimliklerdir. Ali ise
içindeki susturamadığı çığlık, varlığının amacı ve kitaba varoluş amacı veren
veren ruhtur.
*** Siyasi anlamda aktif yazarların, belli bir dava uğrunda hayatlarının bir kısmını, yaşam tarzlarını ya da dostlarını feda etmiş cesur insanların edebi eserler verirken bu kimliklerinden bir nebze sıyrılmaları ve topluma daha insani bir açıdan yaklaşmaları gerekir. Aksi halde eser siyasi manifestoya dönüşür ve edebi niteliği ağır yaralar alır. Sonuç olarak edebiyat herkese hakkını verme, herkesin sesini duyurma sanatıdır. Dilenci de konuşacak, zengin bankacı da. Bunlar konuşurken kendilerini haklı gördükleri yönleri öne çıkarılacak ki eserin bir anlamı olsun. Sonuç olarak hiçbir bankacı sabah evinden çıkarken "Bugün de birkaç yoksulu sömüreyim, birilerinin evine haciz kondurayım, birilerinin belini borçla bükeyim!" diyerek çıkmaz. Onun da kendisini lüzumlu, hatta vazgeçilmez ve haklı gördüğü yönler vardır. Bu yüzden edebiyatın ölümsüz karakterleri çok yönlü ve çok katmanlıdırlar. Raskolnikov iyi ya da kötü, erdemli ya da ahlaksız değildir. Hepsi birdendir. İçinde yaşadığı koşulların etkisiyle cinayet işlemeyi kendisine görev bilen bir katildir. Ama aynı Raskolnikov vicdan sahibi bir genç, âşık olabilen bir delikanlı, annesinin haline üzülen bir oğul, kız kardeşinin mürüvveti için çabalayan bir kardeştir. Raskolnikov'u tüm halleriyle beğenmek zorunda değiliz, bir halini beğenir diğer halinden nefret ederiz. İyi edebiyat okuyucuya bunu yaptırtmayı başaran edebiyattır.