- Beni Ali Rıza
Bey tuttu, evladım. Başkasını tanımam. Maaşımı o ödüyor, yemek paramı o veriyor.
Sağ olsun! Başta biraz işkillendim tabii ama her ay zamanında ödeme yapınca inancım
arttı. Demek dürüst adammış, kandırmadı benim gibi cahil bir garibanı. İleride
sigortamı da ödeyecekmiş. Öyle dedi, bugüne kadar yalan söylemedi bana,
bugünden sonra da söylemez herhalde. Adım, benim adım mı? Ne yapacaksın benim
adımı? Deftere mi yazacaksın? Ha, tamam! Ben Canali Irazarı. Canali birleşik yazılıyor, sakin ayrı yazma. Soyadımı mı tekrar edeyim? Irazarı evladım, ı-ra-za-rı!
Ver ben yazayım! Bilmiyorum ne demek! Uyduruk bir şey dediydi rahmetli dedem vakti
zamanında sorduğumda. Babama kalırsa nüfus müdürlüğündeki memurların
pişkinliği. Değiştirmeye de üşendim. Zaten doğum tarihimi de yanlış yazmışlar, anam perşembe günü ajans haberlerinden hemen önce doğduğumu söyler. Bak bakalım takvime 23 Temmuz 1977 hangi güne denk geliyor. Perşembe olmadığı kesin! Al defterini, yazdım oraya adımın yanına. Gazeteci
mi olacağım dediydin? Ödev mi yapıyorsun? Hayırlısı olsun, ben okumadım ama
çocuklarımı okuttum. Biri Amasya’da öğretmen oldu. Yeni daha, bu yıl stajyer. Gider gitmez nankörleşti. Kış tatilinde de çalışacağım, yanına gelemem dedi. Yeme yedir, giyme giydir, sonra böyle olsunlar... Kızım burada yanımda, muhasebecilik okulunu bitirdiydi, çalışıyor şimdi evin
yakınlarında bir şirkette. O işi de sağ olsun Ali Rıza Bey ayarladı. Tuhaf
adamdır; biraz geçimsizdir, aksidir, hafiften kaçık ve gevezedir ama yüreği geniştir.
Yardım edebileceği bir konu oldu mu elinden geleni ardına koymaz. Bu iş mi? Ne
olsun işte, ekmek parası evladım. Yaşlandım, inşaatta çalışamıyorum artık. Sabah
alıyorum arabayı Ali Rıza Bey’den. Eskiden simit satılırmış bu arabada. Bak,
burada belediyenin amblemi var. Bilmiyorum nereden aldı. Vardır tanıdıkları
sağda solda, eli kolu uzundur onun. Otuz yıldır devlette memur sonuçta, sırtı sağlam! Almış işte bir yerden, sağını solunu tamir
ettirtmiş, lastiklerini yenilemiş, camlarına yazılar yazdırtmış. Bu hale
getirmiş. Hah evet, sabah alıyorum arabayı. Sokaklarda, caddelerde ağır ağır
yürüyorum. Kendini yorma dedi, Ali Rıza Bey. Yorulunca dinlen, soluklan,
su iç, etrafı gözetle, kendini geliştirmek için yöntemler ara, daha az emek harcayarak daha çok kitabı nasıl satarım sorusuna yanıt ara dedi. Önemli olan her gün az az yapmakmış. Kendisi de öyle yapıyormuş, her gün yarım sayfa, her gün yarım sayfa... İki yılda bir roman bitermiş... O böyle diyor ama ben yine de bildiğimi okumaya devam ediyorum. Ekmek aslanın ağzında, çalışmadan, terlemeden, bacaklar titreyene kadar kendini zorlamadan olmuyor. Hep aynı yerde durunca
para kazanılmıyor. Günde 20 kilometre yapıyorumdur İstanbul’un sokaklarında. Arada
da bağırıyorum. “Öykücü geldi, öykücüüü…. Öykülerim var, kısalar var, uzunlar
var, hüzünlüler var, mutlu sonla bitenler var, aşk öyküleri, masallar,
modernler, postmodernler, realistler, romantikler, sosyalist realistler, efsaneler, metaforlar, kendi içine
kıvrılanlar, kuyruğunu ısıranlar, var olmadığını iddia edenler, başka kitaplara başka dünyalara gönderiler
yapanlar. Var oğlu var, gel vatandaş geeeel!” Bak burada, nasıl bağıracağımı yazdı Ali Rıza Bey. On beş farklı
seçenek var, içlerinden rastgele seçip okuyorum. Biri gelip sorunca kitapları
gösteriyorum. Alan oluyor, alay eden oluyor, küfredip giden oluyor, dudak büküp
gözüyle kaşıyla hafife alan oluyor. Kimisi de üşenmeyip soruyor. Bu kitapların
yazarı neden kitaplarını sıradan kitapçılarda satmıyormuş, kendisi neden uğraşmıyormuş
da benim gibi bir zavallıyı çalıştırıyormuş, bu devirde seyyar satıcıdan mal
alan mı kalmış, kitap dediğin bu kadar ayak altına düşmemeliymiş, dilimlenmiş
hıyarı tuzlayıp satsam daha çok para kazanırmışım… Milletin ağzı torba değil ki
büzesin! Dilim döndüğünce izah ediyorum ben de! Kolay değil tabii, Sabahtan
akşama kadar kimler geliyor kimler bir bilsen. Dur telefon çalıyor. Ali Rıza
Bey arıyor. Bekle azıcık.
-Buyurun Ali Rıza
Bey. Bir durum mu var? Ha, buraya mı? Ben nerede miyim? Şu anda Çeliktepe’nin
girişinde, otobüs duraklarının yanındayım. Evet, evet, geldi gazeteci genç. Eh
işte, sorular soruyor, ben de dilim döndüğünce… Adı mı ne? Adını hiç sormadım.
Siz dün ondan bahsedince gerek… Tamam sorayım efendim. Adın ne senin genç?
- Naz Rica
- O nasıl ad öyle
ya! Tombaladan çıkmış gibi! Neyse, Naz Rica’ymış adı çocuğun. Soyadı mı? Soyadın ne genç?
- Arıalı
- Arıalı’ymış. Evet, Naz Rica Arıalı. Tamam, tamam, yazıyı yazacak ama gazetede yayımlamadan önce size mutlaka
gösterecek. Olur söylerim şimdi. Başka bir emriniz var mı? Haaa, öyle mi, buraya
mı? Buyurun gelin. Lahmacun mu? Olur, neden olmasın. Ben üç tane yerim, bu genç
de dört tane yese toplam yedi eder. Siz de kendi açlık durumunuza göre... Tamam. Anlamadım? Haaa, yeni öykü var. Bu
sabah bitirdiniz düzeltileri. Tamam getirin, satalım Ali Rıza Bey. Bu sabah iki kitap, dört
tane de tek dal öykü sattım. İyi başladı gün, devamı de gelir inşallah. Tamam,
bekliyoruz burada. Durakların bitip, ana caddenin başladığı yerdeyiz. İyi lokasyon tabii Ali Rıza Bey, ayıp ettiniz. Geleni geçeni avlıyorum burada. Hadi
kapattım, görüşmek üzere…
- Gerçekten de kendisi miydi? Buraya mı geliyor şimdi?
-Kapattı. Evet, ta kendisiydi. Buraya geliyormuş. Bize öğlen yemeği de getirecek. Az çekil oradan, şu
lastiği sileyim. Yokuşu çıkarken çamura battıydı teker. Görmesin Ali Rıza Bey,
kızmasın boşuna! Nasıl bir insan mı? Ehh, gelince görürsün evladım. Bu arada
adın da fena değilmiş. Neydi? Naz Rica? Nereden buluyorlar böyle adları, bilmem
ki. Neyse, bana kalırsa gayet sıradan bir adam. Karısı var, kedileri var. Bir köpeği vardı, birkaç yıl önce öldü, çok üzüldü. Şaka
yapmayı, boş konuşmayı, çay içip muhabbet etmeyi sever. Ama çalışırken rahatsız
edilmekten nefret eder. Komşuyuz ya, sen bana sor neler çektik onun
titizliğinden. Evde iki çocuk, gürültü yapmadan oluyor mu? Zırt pırt kapıya
gelir. Elinde bir tas çorba ya da meyve olur. Rüşvetini hazırlamıştır yani.
Mahcup bir sesle "Biraz sessiz olur musunuz?" der. "Öykülerimi öğlen paydosunda, yemekten hemen sonra yazıyorum ama düzelti yapmak için akşamları bu vakitten başka vaktim olmuyor" diye mırıldanır ardından. Dilenci gibi büker boynunu. O mahcup ben ondan mahcup… Nasıl mı
yazar? O kadarını bilemem evladım. Birkaç kere lafı geçmişti aramızda ama her seferinde yuvarlak cevaplar verip geçiştirmişti. Bana kalırsa o da bilmiyor nasıl yazdığını. Tek sırrı her gün, aynı saatte ve aynı yerde, işbaşı zili çalınca makinenin başına geçen bir işçi gibi çalışmaya başlamasında sanırım. Dedim ya; her gün azar azar, cümle cümle, kelime kelime, iğneyle kuyu kazar gibi yazıyor. Damlaya damlaya göl oluyor senin anlayacağın. İnattan, sabırdan ve hikâyenin bir gün biteceğine dair duyduğu inançtan başka bir şeyi yok elinde. Bunların dışında gayet sıradan bir vatandaştır kendisi. Yolda görsen torna dükkânında usta sanırsın ya da emekliliğine gün sayan bir banka müdürü. Dur azıcık, bak müşteri geldi, ilgileneyim. Sen de dikil orada
izle beni. Bakalım satabilecek miyim?..
-Buyurun hanımefendi?
Ne bakmıştınız?
-Ne satıyorsun
sen burada bey amca.
-Kitap satıyorum
hanımefendi, belli olmuyor mu?
-Kitap mı? Ne
kitabı ayol. Portakal mı bu sokak sokak geziyorsun, seyyar arabayla kitap... Hiç görmedim daha önce!
- En az portakal
kadar yararlı kitaplar bunlar. Vitamini, proteini, minerali bol hepsinin. Bence bir bakın, okumayı seviyorsanız alırsınız. Ruhunuzun da gıdaya ihtiyacı vardır sonuçta.
- Ha ha, sen de az değilsin ha! Radyo spikeri gibi konuşuyorsun. Dur bir
bakayım, belki sevdiğim bir yazar vardır. Sait Faik var mı sende, Sait Faik? Bizim oğlana
okuldan ödev vermişler. Anne Beşiktaş'a inince al demişti. Sende varsa bir daha uğraşmam orada.
-Yok, o dediğin
yazar yok.
- Eeee, buradaki
kitapların hepsi tek bir yazara ait.
- Evet hanımefendi,
doğru bildiniz. Ali Rıza Canarı’nın kitapları hepsi.
- Evet, adını görüyorum kitapların üzerinde. Daha önce hiç duymamıştım. Kim o?
- Bizim komşu!
- Ha ha ha ha,
hiç güleceğim yoktu sabah sabah. Senin komşun kitap yazıyor, sen de satıyor
musun?
- Evet, ne var
bunda!
- Ay yok, ne
olacak. Biraz saçma geldi.Ya da ne bileyim, saçma değil de başka bir şey... Ay kelime bulamadım şimdi.
- Niye saçma
olsun hanımefendi. Satan memnun, alan memnun, ticaret başka nasıl olacak. Alın
bir kitap okuyun, beğenmezseniz bir daha almazsınız. Bir kitap alanlar geri
gelip diğerlerini de alıyorlar, benden söylemesi.
- Hakikaten mi? Peki
beğenmezsek geri getirebiliyor muyuz?
- Bir gün içinde
iade alıyoruz. Kitap zarar görmemişse paranızın tamamını geri alabilirsiniz.
- Şimdiye kadar
parasını geri isteyen oldu mu?
- Valla ne yalan
söyleyeyim, arada çıkıyor ama genelde giden geri gelmiyor.
- Şu kâğıt
tomarları ne?
- Onlar yazıcıdan çıkarılmış öyküler.
Kitap almak istemezseniz öyküleri tek tek de alabiliyorsunuz. Ya da isterseniz
size özel bir paket yapabiliyoruz.
- Bu ne böyle bey amca? Züğürt tiryakilerin yol kenarlarından bir dal sigara almaları gibi. Gerçi fikri beğenmedim diyemem. Orijinal bir adammış bu
senin Ali Rıza Bey.
- Öyledir. Alacak
mısınız bir kitap?
- Yok.
- Neden?
- Benim aradığım
yazar yok burada. Ben Sait Faik’i arıyorum.
- Olsun, çocuğunuz
bir de Ali Rıza Canarı’yı okusun.
- Öyküler tek tek
ne kadar?
- En ucuzu 2 TL.
En pahalısı 5 TL.
- İyi ver bakalım
bir tane 2 TL’lik öykü. Yenilerden ver ama, dili eski olmasın, anlayacağım bir şey olsun.
- Seçmek ister
misiniz?
- Yok, rastgele
çek o tomardan. Otobüste okurum. Eve varınca da oğlana veririm.
- Tabii ki!
- Beğenmezsek
geri getiririm, ona göre!
- Tek tek satılan
öykülerin iadesi yok hanımefendi. İade sadece kitaplar için geçerli.
- Şaka yapıyorum
şaka. Nerden bulacağım ben seni bir daha. Hadi acele et, otobüsü kaçırmayayım.
Kalkış saatine beş dakika var.
- Tamam. Aaaa,
bakın ne kadar şanslısınız. Kitapların yazarı Ali Rıza Bey de geldi.
- Bu o mu?
- Evet, ta
kendisi. Yolun karşısından buraya doğru gelen.
- Çok da zayıf,
çelimsiz biriymiş. Ben daha iri yarı, heybetli biri sanmıştım. Televizyona
çıkan sanatçılar gibi. Dur ama duymasın dediklerimi.
- Ali Rıza Bey
hoş geldiniz. Bakın ben de tam şimdi bu hanımefendiye sizin bir öykünüzü satmıştım.
Şuradan rastgele bir öykü çekeceğiz. Sizin tavsiye edeceğiniz bir şey var mı? Buyurun siz seçin isterseniz. Nasıl? Haaaaa! Yeni
öyküyü mü? Olur, neden olmasın. Bu mu yeni öykü?
- Ne o? Ne verdi
sana?
- Bu öyküyü dün yazmış, bu sabah da düzeltileri yapmış. Fırından çıkmış taze ekmek gibi, bakın sıcacık. Kıpır kıpır harfler,
yerlerinde duramıyorlar, zıplayıp sayfanın dışına çıkmak istiyormuş gibi bir
halleri var. Belki de ilk okuyan siz olacaksınız. Bunu almak ister misiniz?
- Oluuuur, benim
için fark etmez. Otobüste okuyabileceğim bir şey olsun yeter. Dili bana ağır gelmez herhalde.
- Tamam, sarıyorum hemen.
- Dur, dur, sarmadan önce yazarından bir imza alsak mı? Hazır buradayken yani...
- Olur tabii, neden olmasın, değil mi Ali Rıza Bey?
- Adım Nazlı. Nazlı Hanım'a diye imzalayabilir.
- Tamamdır, Nazlı Hanım. Buyurun, bakın imzaladı sayfanın sol üst köşesini. Rulo haline getirip, üzerine lastik geçireceğim.
Kadın rulo halindeki kâğıdı eline aldı, lastiğini çıkarıp kırıştırmamaya özen göstererek ağır ağır açtı. Mürekkebi kurumamış imzanın siyah ışıltısını görünce hafiften heyecanlandı. Hemen sonrasında bu nedensiz heyecanı bastırıp kendisini toparladı. Gitmeye hazırlandı. Bir yandan da yeni satın aldığı öyküyü merak ediyordu. Bir gözüyle kendisine selam bile vermemiş olan Ali Rıza Bey’e kuşkuyla bakarken, diğer gözüyle kâğıdın en üstündeki, epigrafın hemen altında yer alan ilk cümleyi mırıldanarak okudu.
“
Ali
Rıza Arıcan - 15 Mart 2021 - Changzhou
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder