Doğu ve Güneydoğu Asya üzerine yazdığı öyküleriyle
tanınan Ali Rıza Arıcan’ın yeni kitabı “Tokcay’ın Son Günü”, Cinius Yayınları
tarafından yayımlandı. Daha önceki beş öykü kitabıyla son yirmi yıldır yaşadığı
coğrafyayı, günlük yaşamın küçük ayrıntıları üzerinden anlatmış olan yazar; bu
kitabında dürbününü, ilk kitabı Pasifik Öyküleri’nde olduğu gibi tekrar Tayland’a
çeviriyor ve ülkenin kuzeydoğusundaki sıradan bir köyde yaşayan yaşlı ve hasta
bir köpeğin son gününü, köpeğin diliyle okurlarına aktarıyor. Tokcay’ın Son
Günü dokuz bölümden oluşan bir kısa roman (novella). Her bölümde Tokcay’ın
hayatından bir kesit sunuluyor ve ömrünü
çeltik tarlalarında, köydeki evin geniş bahçesinde ya da okuldaki
sıraların altında geçirmiş olan bir köpeğin gözünden insanlara ait değerler
tartışılıyor. Bu noktadan bakınca, arka kapaktaki ilk paragrafın kitabın
içeriğini özetleme konusunda iyi bir iş çıkardığını söyleyebiliriz.
On
dört yıllık yaşamında pek çok şey görmüş ve geçirmiş olan Tokcay, ömrünün son
günlerinde hasta, kör ve bir nebze topaldır. Köydeki evin bahçesinde uyuklayarak
geçirdiği bu son günde, bir yandan geçmişin tatlı anılarıyla kendi kendisini
eğlendirmeye çalışırken bir yandan da anlam, bilinç, dostluk, aşk, sadakat gibi
konularda derin düşüncelere dalmaktadır...
Hikâye,
köyde yaşayan Patthanachai ailesinin tek çocuğu olan Tossapol’un tatil için
köyüne dönmesiyle başlıyor. Kitabın ilk cümlesi olan “Sen daha ölmedin mi?”
sorusu, hikâyenin istikameti konusunda da az çok bilgi veriyor okuyucuya.
Tokcay’ın artık iyileşemeyecek derecede hasta olması ve ailedeki herkesin onun
ölümü için gün sayıyor olması okuyucuda hüzünle karışık bir heyecana sebep
oluyor. Tokcay’ın da durumun farkında olması ise bizi onun ölüm ânı ile ilgili buruk
dileklere sürüklüyor.
Son nefesimi, uzaktan da olsa onların gündelik
konuşmalarını dinlerken vermek şimdilik en büyük dileğim. Evet, ben ölürken
gündelik hayatın sıradan işlerini konuşuyor olsunlar. Ne bileyim işte! Birisi
“Uzun zamandır yağmur yağmadı, barajlardaki su seviyesi biraz daha düşerse
tarladaki pirinç hiç olacak.” desin mesela, bir diğeri “Som-o Festivalinde
camışların çektiği arabanın üzerinde karşı komşunun kızı oturacakmış.” desin.
Hatta eğlensinler, müzik çalsınlar, şarkılar söylesinler, Tossapol’un küçük
amcası bira içip çok sevdiği İsan türküleri söylesin yanık sesiyle.
Onlar böyle şeylerden konuşurlarken, sevinerek ve dans ederek ölüme en güzel
yanıtı verirken, ben usulca kapayayım gözlerimi ve vereyim son nefesimi. Evden
çıktığı belli olmayan ya da gittiği çok sonra anlaşılan bir misafir gibi
sıvışayım yokluğa doğru.
İnsanın bilincinin bu derece bencilleşmesi ve kendisini evrenin seçilmiş varlığı olarak görmesi, o bilinci var eden tarihsel mekanizma olan evrimin intiharından başka bir şey değildir. Bunu da yazın bir yere! Yaşlı ve emektar köpek Tokcay’dan yolunu şaşırmış insanlığa ufak bir ders olsun. İnsanın kendi zekâsını, mutlak bir zekâ olarak görmesiyle başlıyor tüm kusur. Oysa milyonlarca olası zekâdan birisidir insanın zekâsı. En akıllı, en üstün ya da en kıvrak değildir insan; farklıdır sadece.
Bu cümlelerden Tokcay’ın insanlara yukarıdan
bakan bir züppe olduğu sonucu çıkarsanabilir olsa da hikâye Tokcay’ın eleştiri
oklarını kendisine çevirmesini es geçmiyor. Kamboçya’ya giden bir kamyonetin
arkasında onlarca başka köpekle birlikte balık istifi bir halde ilerlerken şu
sözleri işitiyoruz, Tokcay’ın da daha sonra hemfikir olduğu Pi Dam’dan.
Burada şu anda esir bulunup da özgürlüğü,
köpek kimliğinin aslına dönmeyi, vahşi doğanın güzelliğini arzulamış olan var
mı? Hiç sanmıyorum. Hepimizin keyfi yerinde. Ev sahiplerimizin verdikleri yemek
artıklarıyla bir değil iki köpek besleneceğini bildiğimiz halde paylaşmayı
değil de hırlamayı seçmedik mi bahçeden boynunu uzatan sokak köpeklerine? Bak,
az önce derdini anlatan Sarı’yı bile susturmadık mı? Onun yerine kendimizi
koyma konusunda başarısız olmadık mı? Bırakın empati yapmayı, dinlemeye bile
tahammülümüz yok. Adını bile bilmiyorsunuz, aranızda Pasaklı diye
çağırıyorsunuz. Sonra gelmiş burada köpeklik kimliği, köpeklik onuru diye bık
bık ötüyorsunuz. Size verilen yemeğin üzerinde hak iddia edip sokaktaki köpeği
açlığa mahkûm ederken neredeydi o köpeklik onurunuz?
Âşık
olduktan sonra; âşık olmadan önceki hayatında nasıl mutlu olduğunu, günlerini
nasıl geçirdiğini, kendini nelerle meşgul ettiğini unutuyorsun. Aşk kendisinden
önce yaşanmış mutsuzlukları değil de mutlulukları siliyor, onları görünmez hale
getiriyor, bencilce bir sahip çıkışla aşksız yaşamlara yukarıdan bakıyor. Öyle
ki kendisinden önceki hayat, lambanın yanına konmuş, yanıp yanmadığı bile
kimsenin umurunda olmayan bir mum gibi cılız ve ezik kalıyor.
Hikâyenin sonunda kendisini sevenlere
elveda diyen Tokcay, güzel yaşadığını ve güzel öldüğünü, hayatın bundan daha
yüce bir anlamının da olamayacağını bir kere daha vurguluyor. 132 sayfaya
sığdırdığı kısa hayat öyküsüne her yaştan okuruna ders olacak nitelikte pek çok
güzelliği işleyen Tokcay kendisine yakışan kahramanca bir hoşçakalla perdeyi
bir daha açmamak üzere kapatıyor.
İpek Ağgez / 08.01.2021
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder