“Hedeflerini küçük seçersen çabuk yorulursun.”
Gözlerini hafifçe araladı Wang Chao. Kirpiklerinin ucunda
biriken su damlası, yanından geçmekte olan dedeyle torununu hem bulanık hem de olduklarından
daha şişman gösteriyordu. Buzlu camın
arkasındaki iki hayalet süzülerek kendisine doğru geliyordu adeta, birleşip
sonra yine ayrılan iki boz bulut rüzgârın etkisiyle yuvarlanarak ilerliyordu
kaldırımda. Gözlerini birkaç kere kırpıp, yanağından aşağıya terini akıtınca
fark edebildi pembe yanaklı çocuğun burnunu çeke çeke ağladığını. Çocuğun yutkunurken
şişip inen boğazına baktı, elinin arkasıyla gözyaşlarını silişine, hırıltıyla
yükselip alçalan göğsüne... Baston yutmuş gibi dik bir halde yanında yürüyen
kösele suratlı dede ise istifini bozmadan devam ediyordu azarlarına.
“Sen o çocuklarla bir misin, kendini onlarla niye eşit
görüyorsun, niye değerli vaktini israf ediyorsun oyunla eğlenceyle? En iyi
liseye göndereceğiz biz seni, en iyi hocalar bula…”
Dedenin sesi kaldırımın oynak parkeleri üzerinde hızla
ilerleyen bir e-bisikletin çıkardığı takırtıya mağlup oldu. Wang Chao, bir
yandan köşeyi dönüp kaybolan dedeyle toruna bakarken, bir yandan da yanlış
pozisyonda uyuduğu için tutulan belini sol eliyle destekleyerek hafiften
doğruldu. Kaç saattir uyuyordu acaba? Neden kimse uyandırmamıştı onu? Bunca
zaman hiç sipariş gelmemiş miydi? Ağrıyan boynuna inat kafasını çevirip diğer
kuryelere baktı. Binanın gölgesinin
vurduğu köşedeki karton kutuların üzerine kendisini atmış olanlar, kalın bir
bezi yere serip üzerine yan yan yatanlar, az ilerideki üst geçidin direğine
sırtını verip sızanlar, sırt üstü yatıp çıplak göğsünün üzerinde birleştirdiği
ellerinin altında en değerli hazinesi olan cep telefonunu saklayanlar, kâğıt
toplayıcılarının üçtekerlerinin arkasına cenin pozisyonunda kıvrılanlar… Temiz
ve yumuşak bir zemin bulamayanlar da Wang Chao gibi e-bisikletin üzerine
yayılırlar, düşmemek için de bir ahtapot gibi sarılırlardı gidonlara ve
pedallara. Hemen herkes buradaydı, demek hiç sipariş gelmemişti gözünü
kapattığından beri. Böyle olur genelde öğleden sonraları. Öğlen yemeği
sıralarında yaz yağmuru gibi kısa süreli ama şiddetli bir fırtına yaşanır, durmaksızın
koştururlar sağa sola, iki saniye durup soluklanamazlar. Sonrasında geniş bir boşluk
bekler onları, Çanco’nun, eylül ayı başlamış olmasına rağmen, sıcağının en çok
hissedildiği zaman dilimidir bu. Havanın kesif bir jel haline bürünüp yürümeyi adeta
su altı dalışına dönüştürdüğü, gölgenin en çok kıymetlendiği ve beyinlerin
sıcaktan mayışıp fonksiyonlarını en aza indirdiği bir zaman dilimi. Akşama
doğru başlar yine koşuşturma, kent hareketlenir, ışıklar ve sesler yattıkları
ikindi uykusundan uyanırlar. İşte bu vakit, motokuryeler için günün ikinci av
mevsimidir. Çürük bir yemişin üzerine
konup kalkan sinekler gibi vızıldarlar hava iyice kararana, hatta kimi zaman
gece yarısına, eğer yorulmadılarsa da sabaha kadar.
Az önce Wang Chao’nun yanından geçip giden dedeyle torun geri
dönmüşler, şimdi ters yöne doğru yürüyorlardı. Çocuğun elinde bir dondurma
vardı bu sefer, kızarmış minik gözlerinden ve ıslak burnundan ağlamaya karşı
direnmeye devam ettiği ve bunu beceremediği anlaşılıyordu. Yine de
bakışlarından bir dinginlik, soğumuş külleri andıran tatmin olmuş bir uysallık
okunuyordu. Ateş rengi dilini ağzına hiç sokmaksızın dondurmanın etrafında
gezdiriyor, bir su yılanı gibi kıvıra kıvıra dondurmanın üstündeki tüm renkleri
dudaklarının etrafına saça saça mideye indiriyordu. Dede ise arzu etmediği bir
sessizliğe mahkûm edilmiş olmanın verdiği mahcubiyet haliyle, bir gözü
torununda diğeri tuzaklarla dolu bir tatbikat sahasını andıran kaldırımın kırık
dökük parkelerinde, kendi kendine mırıldanarak yürüyordu.
*** Devamı yayımlanacak kitapta...