Bu Blogda Ara

25 Ağustos 2019

Şiddet Üzerine Kısa Bir Deneme


                         


Ne zaman bir kadına, bir çocuğa ya da bir hayvana uygulanan şiddet kameralara alınıp, görüntüler sosyal medya aracılığıyla toplumun her kesimine hızlıca yayılsa; toplum bir anda diğer zamanlarda yüzünü çevirip pek bakmadığı o ezilen ve hor görülen kesim için birleşmeye karar veriyor. Emine Bulut cinayeti, tıpkı kendisinden önceki yüzlerce diğerleri gibi canice ve haince işlenmiş bir cinayettir. Bir çocuğun annesinin yanında yalvarıp yakarması, annesinin yavrusunun yüzüne bakarak “Ölmek istemiyorum.” deyişi, etrafı kana bulayan kocanın elini kolunu sallayarak çıkıp gitmesi… Yürekleri dağlayan, insanı insanlığından utandıran sahneler bunlar ve maalesef, pek çoğumuz artık kanıksadığımız bu tip cinayetler karşısında sadece olay aşırı dramatize edilmiş bir halde karşımıza çıkarsa sesimizi çıkarıyor, bir şey yapmış olma adına sosyal medyada tepkimizi dile getiriyoruz. Oysa Emine Bulut cinayetinden birkaç gün sonra, Samsun’da yaşayan Hasan Beykoz, apartman dairesinde tartıştığı karısını ve kızını kurşun yağmuruna tutup öldürdüğünde yukarıda bahsettiğim tepkinin onda birini bile vermiyoruz. Peki ya iki gün önce Gaziantep’te hastaneye gelip yeni doğum yapmış karısını bıçaklayan adama ne demeli? Bu sabah abisi tarafından dövülen ve sokak ortasında bıçaklanan genç kız? Elimizde bıçaklanma ânının görüntüleri yok diye sesimizi çıkarmayacak mıyız? Ya da sadece Emine Bulut üzerinden mi şekillendireceğiz sosyal medya mücadelemizi? Onu simge yapıp –tıpkı bir zamanların Özgecan’ı gibi-, bu durumdan kendimize “Bak ben sosyal konularda duyarlıyım.” mesajı mı vereceğiz etrafımıza. Hatta daha da ileriye gidip, bu konuda yazıp çizmeyenlere sataşacak mıyız, onları duyarsızlıkla ve vurdumduymazlıkla mı suçlayacağız? Demek istediğim şey şu, toplum olarak “Bir milyon kişi ölür istatistik olur, bir kişi ölür trajedi olur.” sözünü doğruluyoruz bir bakıma. Bir çeşit kısır döngüdür bu. Yılda bir ya da iki kere toplum uyanır, şöyle bir silkinir, aslında hemen her gün gerçekleşmekte olan bir olaya, sanki diğerlerine vermediği tepkiden intikam alıyormuşçasına orantısız bir tepki verir. Orantısızdır ama haklıdır tepki, dolayısıyla siyasetçilerin ve hukukçuların dikkatini çekmeyi başarır. Birkaç milletvekili ya da bakan konu hakkında “Takipçisi olacağız.” anlamına gelen laflar ederler. Meslek örgütleri, sanatçılar, ticaret odaları sosyal medyada yüzbinlerce defa paylaşılan açıklamalar yaparlar, herkes tek yürek olup mazluma üzülür ve zalimi lanetler. Cani hapse girer, toplum sakinleşir ve bir sonraki infiale kadar eski uykusuna kaldığı yerden devam eder. Bu arada çözüm adına popülist fikirler de ürer. “İdam geri gelsin!”, “Bu adamı da aynı şekilde öldürelim!” gibisinden akla ziyan çözümler dalga dalga yayılır ve zamanla sönüp unutulur. Peki, gerçek anlamda ne yapmalı, toplumu nasıl dönüştürmeliyiz ki bu tip cinayetler tekrar etmesin.

Öncelikle, bu cinayetleri “kadın cinayeti” diye ayrı bir kategoriye koymak toplumda karşı konulmaz bir kutuplaşmaya neden oluyor. Kadın cinayeti, erkek cinayeti, çocuk cinayeti, hayvan cinayeti… Şiddet her yerde ve her şekilde şiddettir. Erkeğin kadına, kadının çocuğa, ev sahibinin evde temizlik yapan hizmetçiye, işverenin işçiye, polisin protestocuya, çocuğun hayvana, insanın ağaca… Ortada güçlünün fiziksel avantajını kullanarak güçsüz üzerinde tahakküm kurma ve onu ezme, sindirme, yok etme çabası vardır. Daha da kötüsü bu çabayı genelde kanıksamış bir toplum, ezilene “Senin elin yok mu, çaksaydın sen de iki tane!” diyen bir kültür var. Yani, “Ben güçlüyüm sen güçsüzsün, o halde ben seni ezerim, kafana vurur ekmeğini alırım, kimse de sesini çıkaramaz.” zihniyetinin toplumun her kesiminde öyle ya da böyle kabul görmüş olması vardır sorunun en temelinde. Bir kediye işkence eden ve bundan zevk alan çocuğun birkaç yıl sonra seviyorum diye kandırdığı kıza aynısını yapmayacağını garanti edebilir miyiz? “Vücudunda iz bırakmayacak kadar olursa kocanın karısını dövmesinde mahzur yoktur.” diyen bir adamın ileride kendisini tutamayıp karısını döve döve öldürmeyeceğini söyleyebilir miyiz? “Kızını dövmeyen dizini döver.” diyen bir ananın ileride öz kızının babası tarafından dövülmesine karşı çıkacağına kefil olabilir miyiz?

Nereden bakarsak bakalım, şiddeti seven, şiddeti kanıksayan ve bu kanıksamayı yeri geldiğinde filmlerimizle, siyasetimizle, spor müsabakalarımızla, günlük konuşmalarda ve sosyal medyada kullandığımız dille alenen gösteren bir toplumuz. Çok çabuk parlıyor, celalleniyor, tahrik oluyor ve iletişim yollarının belki yarısını bile tüketmemişken saldırıya geçiyoruz. Sakin değiliz ve anne-babadan çocuğa geçen irsi bir hastalık gibi taşıyoruz bu şedit halimizi. Onurumuz ve gururumuz var, ona laf edene hemen sokuyoruz sustalıyı. Deliyoruz ciğerini, karşımızdakinin –beş dakika önce muhabbet ettiğimiz dostumuz ya da yıllarca aynı yastığa baş koyduğumuz eşimiz de olabilir bu kişi- ciğeri kanla dolup taşarken bizimkisi soğuyor, rahatlıyor. Asıl utandıran durum ise mahkemede yaşanıyor. “Tahrik indirimi” denen bir şey var. “Beni tahrik etti, anama babama küfretti, bacıma sövdü, dinimle alay etti.” deyince yumuşayıveriyor yargıç. Çabuk tahrik olduğumuz için ve yasalarımızda tahrik indirimi olduğu için bizler de artık tahrik olma hakkımız varmış gibi davranıyoruz, ona göre şekilleniyor sosyal normlar ve etrafındaki davranışlar. Bana kalırsa kimsenin tahrik olma hakkı diye bir şey olmamalı, ilk fiskeyi vuran her zaman için suçludur. Söze sözle karşılık verilir, şiddetle değil. Hiçbir söz şiddeti tecviz edemez, etmemelidir.

Bir de alabildiğine korkağız, başımıza bir şey gelir de kendimizi koruyamayız diye bir şeylere dayanma ihtiyacı duyuyoruz. Cinayetleri işleyenlerin ifadelerini okuyun. “Yanımda her zaman taşıdığım bıçağı çıkardım ve soktum!” diyor adam. Kimse de sormuyor, neden yanında bıçak taşıyorsun? Ben hayatım boyunca hiç bıçak taşımadım mesela, yokluğunu da hissetmedim. Demek ki toplumun bir kesimi bıçağın yokluğunu hissediyor ve belki korkudan belki de alışkanlıktan ötürü sokağa adımını atmıyor o keskin metali beline takmadan. İstatistiklere göre Türkiye’de yaşayan yaklaşık her on yetişkinden birisi silah (tabanca, tüfek) sahibiymiş.  Silah alacak kadar parası olmayanlar da bıçak taşıyorlar yanlarında. Metro girişlerinde, çarşıda pazarda, bildik tüm meydanlarda kimlik kontrolü yapan polisler neden bıçak kontrolü yapmazlar mesela? Neden el koymazlar gereksiz yere taşınan bıçaklara? Şehirde evinden işine giden bir adamın karşısına nasıl bir tehlike çıkabilir ki bıçak taşıyor üzerinde? Neden ve kimden korkuyor? Savunma amacıyla taşıyorsa daha etkili yöntemler vardır sanıyorum. Ne bileyim, saldırganın gözlerini yakarak saldıramaz hale getiren biber gazı mesela! Ya da elektroşok vererek saldırganı kısa süreliğine etkisiz hale getiren küçük tabancalar…

Tabii ki bıçaklar değil sorunun temeli ve bütün bıçakları toplasak bu sefer başka yöntemler bulacaktır psikopat kafalı adamlar. Dün yine haberlerde vardı. Adamın birisi karpuz alıyor. 10 dakika sonra karpuz kelek çıktı deyip, karpuzu kendisine satan seyyar satıcının kardeşini bıçaklıyor. Bıçağı da karpuzcunun tezgâhından alıyor! Çocuk diyor ki “Ben bu adamı ilk defa görüyorum. Önce kelek çıkan karpuz yerine yenisini vereyim dedim, kabul etmedi. Paranızı geri vereyim dedim, siniri yine yatışmadı. Tezgâhtaki bıçağı alıp bana sapladı.” Böyle bir olayı okuyunca ister istemez şu soru geliyor akla: Karşılaştığı her sorunu şiddetle halletmeye alışmış bir insanı biz toplum olarak nasıl yetiştirdik? Ne yaptık da yanında taşıdığı ya da civarda bulduğu bıçağı anlaşamadığı kişiye saplamayı erkeklik sanan beceriksiz erkekleri yetiştirdik? Beceriksiz diyorum çünkü sorunları barışla, karşılıklı iletişimle, özveri ve güvenle çözmek beceri ister, sabır ister, ciddi çaba ister. Şiddet kolaya kaçmak, var olan düğümün üzerine bir düğüm daha atmaktır. Bir insan en basit bir engelle karşılaştığında hemen şiddete başvuruyorsa o insan çocuk ruhlu bir zavallıdan başka bir şey değildir çünkü daha iyisini becerebilecek kapasiteden uzaktır.

Sorunun temeli çok derinlerde olduğu için çözüm de çok derinlerde yatıyor maalesef. İş her zamanki gibi annelerle başlıyor. Çocuklara merhametli olmayı, duygudaşlık geliştirmeyi, iletişim kurmayı öğretmeleri gereken kişiler anneleri ve babalarıdır. Bunu hem etkinliklerle hem de ev içinde örnek davranışlar sergileyerek yapabilirler. Çocukları öyle yetiştirecekler ki değil herhangi başka bir insanı bir böceği, bir karıncayı, bir çiçeği bile incitmeye çekinecek çocuk. Ona göre yaşayacak, ona göre tedbirlerini alacak ve hayatını kimseye zarar vermeme ilkesi üzerinden inşa etmeye çalışacak. Şiddet hiçbir zaman dünyasına girmeyecek. Gerekirse televizyondan, şiddet içerikli filmlerden ve oyunlardan uzak kalacak. Yeri geldiğinde, bir sivrisineği öldürdüğünde bile suçluluk duyacak. Bunun yanında okul öncesi eğitimlerde şiddetin çözümsüzlüğü körüklediğini, duygudaşlığın bir zaaf değil insani bir erdem olduğunu, konuşarak ve anlaşarak kazan-kazan tarzı çözümlere ulaşabileceğimizi Türkiye topraklarında yaşayan her çocuğa öğretmeliyiz. Bunun için tabii ki önce okul öncesi eğitimi zorunlu hale getirip, ülkenin her köşesine yaymak gerekecek. Şiddetin savunma dışında hiçbir şekilde meşrulaştırılamayacağını, bıkmadan usanmadan anlatmalıyız gençlere. Okullarda ahlak derslerini din dersinden ayırıp, uygulamalı hale getirmeliyiz. Matematiği, bilimi öğretmeye çalıştığımız kadar ahlakı da öğretmeye çabalamalı, bu konuda ciddi müfredat çalışmaları yapmalıyız. Şiddetsiz bir toplumu yaratmak için gençlere, sorunlarla sadece ve sadece iletişim yoluyla, aklımızı ve duygularımızı kullanarak baş etmenin yollarını öğretmeliyiz. Kültürün kodlarına sızmış şiddet içeren tüm mekanizmaları yavaş yavaş elimine edip uzun erimde yok etmeliyiz.

Yol uzun, çetrefilli; ciddi çaba ve sabır gerektiriyor. Üç beş yılda sonuç verecek, binlerce yıldır kültürün içinde var olmuş şiddet elementlerini yok edecek bir yöntemin var olduğunu düşünmek saflık olur. Ne idamın gelmesi ne de bu tür olayların sosyal medyada daha çok ses getirmesi sorunun çözümüne fayda sağlayacaktır. Hatta tem tersine, cinayeti işleyen kişiyle hemfikir olanların sayılarının gizli gizli artmasına bile neden olabilir bu tarz infialler. Şiddet, damarlarda atıl halde gezen bir virüs gibi dolanır insanın/toplumun bünyesinde, ortaya çıkıp kendisini ifade edeceği ve çoğaltacağı ânı bekler. Kuduz virüsü gibi, bazen yıllar alır belirtilerin ortaya çıkması. Bir kere belirtiler görünmeye başlayınca da virüsün neden olduğu hastalık durdurulamaz. Bu yüzden çocuklar çok erken yaşlarda aşı olurlar, zararlı virüsler sonradan bedene girince etkin hale gelemesinler diye. Dolayısıyla şiddeti aşısız yenemeyiz. Aşının en iyi tutma yaşı da çocukluktur. Çocuklara merhameti, sevgiyi, huzuru ve iletişimi doğru şekilde öğretir; onları toplumun DNA’sına sızmış şiddet normlarından koruyabilirsek, bu nesli olmasa bile bir sonraki nesli barışçıl bir dünyada ağırlayabiliriz. Buna bir an önce başlamalı, popülist çözümlerden uzak durarak her yönüyle şiddetsiz bir ülkeyi inşa etme yoluna, konunun uzmanlarının (psikologlar, ahlak felsefecileri, suçbilimciler, eğitimciler...) ve karar verici mekanizmaların (siyasetçiler) desteğini de yanımıza alarak girmeliyiz.

Birileri çıkıp da “Sen de amma tatlı su bebesiymişsin. Sevgi pıtırcığı olmakla çözülmez ülkenin sorunları.” diyebilir. Maalesef, bu alaycı tutum her zaman var olmuştur, ileride de var olmaya devam edecektir. Hiçbir sorunu çözemeyen, çözüm üretenlere de köstek olan, kısa erimli çözümlerle günü kurtarmayı marifet sayan güruhlardır bunlar. Sevmeyi ve merhamet duymayı edilgen bir eylem olarak gören bu zihniyete göre hayat mücadeleden ibarettir ve insanlar çocuklarına mücadeleci olmayı, kavga etmeyi, hakkını yedirmemeyi öğretmelidir. Esasen bu tutumum gözden kaçırdığı tek bir nokta vardır. Mücadeleni, kavganı ya da adını ne koyuyorsan koy, eyleme geçirdiğin planını barış ve huzuru hedef alarak yapmıyorsan hayatını, hiç kuşkusuz, hakkın yenilerek geçireceksindir. Çünkü, okyanuslarda ne kadar büyük olursa olsun herhangi bir balıktan daha büyük başka bir balık mutlaka vardır. Zalimi övdüğümüz ya da ona hak verdiğimiz sürece mağlup olmayı da hak ediyoruz demektir bu. Hayat evrimsel anlamda bir mücadele olabilir ama eğer biz insanlar, aklımızı kullanarak barışçıl toplumlar kuramıyor, içinde yaşadığımız şehirleri şiddetten uzak tutamıyor ve sorunlarımıza kansız çözümler üretemiyorsak neden taşıyoruz o beyni kafamızın içinde, neden böbürlenerek geziniyoruz diğer hayvanların arasında zekâmızla övünerek?

AA - 25.08.2019, Changzhou

1 yorum: