Ne zaman bir kadına, bir çocuğa ya da bir hayvana uygulanan
şiddet kameralara alınıp, görüntüler sosyal medya aracılığıyla toplumun her
kesimine hızlıca yayılsa; toplum bir anda diğer zamanlarda yüzünü çevirip pek bakmadığı
o ezilen ve hor görülen kesim için birleşmeye karar veriyor. Emine Bulut
cinayeti, tıpkı kendisinden önceki yüzlerce diğerleri gibi canice ve haince
işlenmiş bir cinayettir. Bir çocuğun annesinin yanında yalvarıp yakarması, annesinin
yavrusunun yüzüne bakarak “Ölmek istemiyorum.” deyişi, etrafı kana bulayan
kocanın elini kolunu sallayarak çıkıp gitmesi… Yürekleri dağlayan, insanı
insanlığından utandıran sahneler bunlar ve maalesef, pek çoğumuz artık
kanıksadığımız bu tip cinayetler karşısında sadece olay aşırı dramatize edilmiş
bir halde karşımıza çıkarsa sesimizi çıkarıyor, bir şey yapmış olma adına
sosyal medyada tepkimizi dile getiriyoruz. Oysa Emine Bulut cinayetinden birkaç
gün sonra, Samsun’da yaşayan Hasan Beykoz, apartman dairesinde tartıştığı
karısını ve kızını kurşun yağmuruna tutup öldürdüğünde yukarıda bahsettiğim
tepkinin onda birini bile vermiyoruz. Peki ya iki gün önce Gaziantep’te
hastaneye gelip yeni doğum yapmış karısını bıçaklayan adama ne demeli? Bu sabah
abisi tarafından dövülen ve sokak ortasında bıçaklanan genç kız? Elimizde
bıçaklanma ânının görüntüleri yok diye sesimizi çıkarmayacak mıyız? Ya da
sadece Emine Bulut üzerinden mi şekillendireceğiz sosyal medya mücadelemizi? Onu
simge yapıp –tıpkı bir zamanların Özgecan’ı gibi-, bu durumdan kendimize “Bak
ben sosyal konularda duyarlıyım.” mesajı mı vereceğiz etrafımıza. Hatta daha da
ileriye gidip, bu konuda yazıp çizmeyenlere sataşacak mıyız, onları
duyarsızlıkla ve vurdumduymazlıkla mı suçlayacağız? Demek istediğim şey şu,
toplum olarak “Bir milyon kişi ölür istatistik olur, bir kişi ölür trajedi
olur.” sözünü doğruluyoruz bir bakıma. Bir çeşit kısır döngüdür bu. Yılda bir
ya da iki kere toplum uyanır, şöyle bir silkinir, aslında hemen her gün gerçekleşmekte
olan bir olaya, sanki diğerlerine vermediği tepkiden intikam alıyormuşçasına
orantısız bir tepki verir. Orantısızdır ama haklıdır tepki, dolayısıyla siyasetçilerin
ve hukukçuların dikkatini çekmeyi başarır. Birkaç milletvekili ya da bakan konu
hakkında “Takipçisi olacağız.” anlamına gelen laflar ederler. Meslek örgütleri,
sanatçılar, ticaret odaları sosyal medyada yüzbinlerce defa paylaşılan
açıklamalar yaparlar, herkes tek yürek olup mazluma üzülür ve zalimi lanetler. Cani
hapse girer, toplum sakinleşir ve bir sonraki infiale kadar eski uykusuna kaldığı
yerden devam eder. Bu arada çözüm adına popülist fikirler de ürer. “İdam geri
gelsin!”, “Bu adamı da aynı şekilde öldürelim!” gibisinden akla ziyan çözümler dalga
dalga yayılır ve zamanla sönüp unutulur. Peki, gerçek anlamda ne yapmalı,
toplumu nasıl dönüştürmeliyiz ki bu tip cinayetler tekrar etmesin.
Öncelikle, bu cinayetleri “kadın cinayeti” diye ayrı bir
kategoriye koymak toplumda karşı konulmaz bir kutuplaşmaya neden oluyor. Kadın
cinayeti, erkek cinayeti, çocuk cinayeti, hayvan cinayeti… Şiddet her yerde ve
her şekilde şiddettir. Erkeğin kadına, kadının çocuğa, ev sahibinin evde
temizlik yapan hizmetçiye, işverenin işçiye, polisin protestocuya, çocuğun
hayvana, insanın ağaca… Ortada güçlünün fiziksel avantajını kullanarak güçsüz
üzerinde tahakküm kurma ve onu ezme, sindirme, yok etme çabası vardır. Daha da
kötüsü bu çabayı genelde kanıksamış bir toplum, ezilene “Senin elin yok mu,
çaksaydın sen de iki tane!” diyen bir kültür var. Yani, “Ben güçlüyüm sen güçsüzsün,
o halde ben seni ezerim, kafana vurur ekmeğini alırım, kimse de sesini
çıkaramaz.” zihniyetinin toplumun her kesiminde öyle ya da böyle kabul görmüş
olması vardır sorunun en temelinde. Bir kediye işkence eden ve bundan zevk alan
çocuğun birkaç yıl sonra seviyorum diye kandırdığı kıza aynısını yapmayacağını
garanti edebilir miyiz? “Vücudunda iz bırakmayacak kadar olursa kocanın
karısını dövmesinde mahzur yoktur.” diyen bir adamın ileride kendisini
tutamayıp karısını döve döve öldürmeyeceğini söyleyebilir miyiz? “Kızını
dövmeyen dizini döver.” diyen bir ananın ileride öz kızının babası tarafından
dövülmesine karşı çıkacağına kefil olabilir miyiz?
Nereden bakarsak bakalım, şiddeti seven, şiddeti kanıksayan
ve bu kanıksamayı yeri geldiğinde filmlerimizle, siyasetimizle, spor müsabakalarımızla,
günlük konuşmalarda ve sosyal medyada kullandığımız dille alenen gösteren bir
toplumuz. Çok çabuk parlıyor, celalleniyor, tahrik oluyor ve iletişim
yollarının belki yarısını bile tüketmemişken saldırıya geçiyoruz. Sakin değiliz
ve anne-babadan çocuğa geçen irsi bir hastalık gibi taşıyoruz bu şedit
halimizi. Onurumuz ve gururumuz var, ona laf edene hemen sokuyoruz sustalıyı.
Deliyoruz ciğerini, karşımızdakinin –beş dakika önce muhabbet ettiğimiz
dostumuz ya da yıllarca aynı yastığa baş koyduğumuz eşimiz de olabilir bu kişi-
ciğeri kanla dolup taşarken bizimkisi soğuyor, rahatlıyor. Asıl utandıran durum
ise mahkemede yaşanıyor. “Tahrik indirimi” denen bir şey var. “Beni tahrik
etti, anama babama küfretti, bacıma sövdü, dinimle alay etti.” deyince yumuşayıveriyor
yargıç. Çabuk tahrik olduğumuz için ve yasalarımızda tahrik indirimi olduğu
için bizler de artık tahrik olma hakkımız varmış gibi davranıyoruz, ona göre
şekilleniyor sosyal normlar ve etrafındaki davranışlar. Bana kalırsa kimsenin
tahrik olma hakkı diye bir şey olmamalı, ilk fiskeyi vuran her zaman için suçludur.
Söze sözle karşılık verilir, şiddetle değil. Hiçbir söz şiddeti tecviz edemez,
etmemelidir.
Bir de alabildiğine korkağız, başımıza bir şey gelir de
kendimizi koruyamayız diye bir şeylere dayanma ihtiyacı duyuyoruz. Cinayetleri işleyenlerin ifadelerini okuyun. “Yanımda
her zaman taşıdığım bıçağı çıkardım ve soktum!” diyor adam. Kimse de sormuyor,
neden yanında bıçak taşıyorsun? Ben hayatım boyunca hiç bıçak taşımadım mesela,
yokluğunu da hissetmedim. Demek ki toplumun bir kesimi bıçağın yokluğunu
hissediyor ve belki korkudan belki de alışkanlıktan ötürü sokağa adımını
atmıyor o keskin metali beline takmadan. İstatistiklere göre Türkiye’de yaşayan
yaklaşık her on yetişkinden birisi silah (tabanca, tüfek) sahibiymiş. Silah alacak kadar parası olmayanlar da bıçak
taşıyorlar yanlarında. Metro girişlerinde, çarşıda pazarda, bildik tüm
meydanlarda kimlik kontrolü yapan polisler neden bıçak kontrolü yapmazlar mesela?
Neden el koymazlar gereksiz yere taşınan bıçaklara? Şehirde evinden işine giden
bir adamın karşısına nasıl bir tehlike çıkabilir ki bıçak taşıyor üzerinde? Neden
ve kimden korkuyor? Savunma amacıyla taşıyorsa daha etkili yöntemler vardır
sanıyorum. Ne bileyim, saldırganın gözlerini yakarak saldıramaz hale getiren
biber gazı mesela! Ya da elektroşok vererek saldırganı kısa süreliğine etkisiz
hale getiren küçük tabancalar…
Tabii ki bıçaklar değil sorunun temeli ve bütün bıçakları
toplasak bu sefer başka yöntemler bulacaktır psikopat kafalı adamlar. Dün yine
haberlerde vardı. Adamın birisi karpuz alıyor. 10 dakika sonra karpuz kelek
çıktı deyip, karpuzu kendisine satan seyyar satıcının kardeşini bıçaklıyor.
Bıçağı da karpuzcunun tezgâhından alıyor! Çocuk diyor ki “Ben bu adamı ilk defa
görüyorum. Önce kelek çıkan karpuz yerine yenisini vereyim dedim, kabul etmedi.
Paranızı geri vereyim dedim, siniri yine yatışmadı. Tezgâhtaki bıçağı alıp bana
sapladı.” Böyle bir olayı okuyunca ister istemez şu soru geliyor akla:
Karşılaştığı her sorunu şiddetle halletmeye alışmış bir insanı biz toplum
olarak nasıl yetiştirdik? Ne yaptık da yanında taşıdığı ya da civarda bulduğu
bıçağı anlaşamadığı kişiye saplamayı erkeklik sanan beceriksiz erkekleri
yetiştirdik? Beceriksiz diyorum çünkü sorunları barışla, karşılıklı iletişimle,
özveri ve güvenle çözmek beceri ister, sabır ister, ciddi çaba ister. Şiddet
kolaya kaçmak, var olan düğümün üzerine bir düğüm daha atmaktır. Bir insan en
basit bir engelle karşılaştığında hemen şiddete başvuruyorsa o insan çocuk
ruhlu bir zavallıdan başka bir şey değildir çünkü daha iyisini becerebilecek
kapasiteden uzaktır.
Sorunun temeli çok
derinlerde olduğu için çözüm de çok derinlerde yatıyor maalesef. İş her zamanki
gibi annelerle başlıyor. Çocuklara merhametli olmayı, duygudaşlık geliştirmeyi,
iletişim kurmayı öğretmeleri gereken kişiler anneleri ve babalarıdır. Bunu hem
etkinliklerle hem de ev içinde örnek davranışlar sergileyerek yapabilirler. Çocukları
öyle yetiştirecekler ki değil herhangi başka bir insanı bir böceği, bir
karıncayı, bir çiçeği bile incitmeye çekinecek çocuk. Ona göre yaşayacak, ona
göre tedbirlerini alacak ve hayatını kimseye zarar vermeme ilkesi üzerinden
inşa etmeye çalışacak. Şiddet hiçbir zaman dünyasına girmeyecek. Gerekirse
televizyondan, şiddet içerikli filmlerden ve oyunlardan uzak kalacak. Yeri
geldiğinde, bir sivrisineği öldürdüğünde bile suçluluk duyacak. Bunun yanında
okul öncesi eğitimlerde şiddetin çözümsüzlüğü körüklediğini, duygudaşlığın bir
zaaf değil insani bir erdem olduğunu, konuşarak ve anlaşarak kazan-kazan tarzı
çözümlere ulaşabileceğimizi Türkiye topraklarında yaşayan her çocuğa
öğretmeliyiz. Bunun için tabii ki önce okul öncesi eğitimi zorunlu hale
getirip, ülkenin her köşesine yaymak gerekecek. Şiddetin savunma dışında hiçbir
şekilde meşrulaştırılamayacağını, bıkmadan usanmadan anlatmalıyız gençlere. Okullarda
ahlak derslerini din dersinden ayırıp, uygulamalı hale getirmeliyiz.
Matematiği, bilimi öğretmeye çalıştığımız kadar ahlakı da öğretmeye çabalamalı,
bu konuda ciddi müfredat çalışmaları yapmalıyız. Şiddetsiz bir toplumu yaratmak
için gençlere, sorunlarla sadece ve sadece iletişim yoluyla, aklımızı ve
duygularımızı kullanarak baş etmenin yollarını öğretmeliyiz. Kültürün kodlarına
sızmış şiddet içeren tüm mekanizmaları yavaş yavaş elimine edip uzun erimde yok
etmeliyiz.
Yol uzun, çetrefilli; ciddi çaba ve sabır gerektiriyor. Üç
beş yılda sonuç verecek, binlerce yıldır kültürün içinde var olmuş şiddet
elementlerini yok edecek bir yöntemin var olduğunu düşünmek saflık olur. Ne
idamın gelmesi ne de bu tür olayların sosyal medyada daha çok ses getirmesi sorunun
çözümüne fayda sağlayacaktır. Hatta tem tersine, cinayeti işleyen kişiyle
hemfikir olanların sayılarının gizli gizli artmasına bile neden olabilir bu
tarz infialler. Şiddet, damarlarda atıl halde gezen bir virüs gibi dolanır
insanın/toplumun bünyesinde, ortaya çıkıp kendisini ifade edeceği ve çoğaltacağı
ânı bekler. Kuduz virüsü gibi, bazen yıllar alır belirtilerin ortaya çıkması.
Bir kere belirtiler görünmeye başlayınca da virüsün neden olduğu hastalık
durdurulamaz. Bu yüzden çocuklar çok erken yaşlarda aşı olurlar, zararlı virüsler
sonradan bedene girince etkin hale gelemesinler diye. Dolayısıyla şiddeti
aşısız yenemeyiz. Aşının en iyi tutma yaşı da çocukluktur. Çocuklara merhameti,
sevgiyi, huzuru ve iletişimi doğru şekilde öğretir; onları toplumun DNA’sına
sızmış şiddet normlarından koruyabilirsek, bu nesli olmasa bile bir sonraki
nesli barışçıl bir dünyada ağırlayabiliriz. Buna bir an önce başlamalı,
popülist çözümlerden uzak durarak her yönüyle şiddetsiz bir ülkeyi inşa etme
yoluna, konunun uzmanlarının (psikologlar, ahlak felsefecileri, suçbilimciler, eğitimciler...) ve karar verici mekanizmaların (siyasetçiler) desteğini de
yanımıza alarak girmeliyiz.
Birileri çıkıp da “Sen de amma tatlı su bebesiymişsin. Sevgi
pıtırcığı olmakla çözülmez ülkenin sorunları.” diyebilir. Maalesef, bu alaycı tutum
her zaman var olmuştur, ileride de var olmaya devam edecektir. Hiçbir sorunu
çözemeyen, çözüm üretenlere de köstek olan, kısa erimli çözümlerle günü
kurtarmayı marifet sayan güruhlardır bunlar. Sevmeyi ve merhamet duymayı
edilgen bir eylem olarak gören bu zihniyete göre hayat mücadeleden ibarettir ve
insanlar çocuklarına mücadeleci olmayı, kavga etmeyi, hakkını yedirmemeyi öğretmelidir.
Esasen bu tutumum gözden kaçırdığı tek bir nokta vardır. Mücadeleni, kavganı ya
da adını ne koyuyorsan koy, eyleme geçirdiğin planını barış ve huzuru hedef
alarak yapmıyorsan hayatını, hiç kuşkusuz, hakkın yenilerek geçireceksindir.
Çünkü, okyanuslarda ne kadar büyük olursa olsun herhangi bir balıktan daha
büyük başka bir balık mutlaka vardır. Zalimi övdüğümüz ya da ona hak verdiğimiz sürece mağlup olmayı da
hak ediyoruz demektir bu. Hayat evrimsel anlamda bir mücadele olabilir ama eğer
biz insanlar, aklımızı kullanarak barışçıl toplumlar kuramıyor, içinde
yaşadığımız şehirleri şiddetten uzak tutamıyor ve sorunlarımıza kansız çözümler
üretemiyorsak neden taşıyoruz o beyni kafamızın içinde, neden böbürlenerek geziniyoruz
diğer hayvanların arasında zekâmızla övünerek?
AA - 25.08.2019, Changzhou
Göze göz dişe diş.
YanıtlaSil