Kötü Edebiyatın
Sarsılmaz İlkeleri
2019-2020 yazı sezonumu böylesi sert bir eleştiriyle açmam iyi
olmadı belki, ama ne yapayım! Bir roman okudum ve okuduğum her sayfada romandan
nefret ettim. Hem kendi adıma hem de Türkçe edebiyat okuru adına üzüldüm. Romanın
vermek istediği çevreci-özgürlükçü mesajla hemfikir olmam bile dindirmedi
içimdeki bu üzüntüyü. Buyurunuz efendim, bir oturuşta yazılmış ve kötü
edebiyatı kötü edebiyat yapan ilkelerin bazılarını sıraladığım kısa bir
denemeyi bir de siz okuyun.
1. İyiler ve kötüler keskin çizgilerle
birbirlerinden ayrılırlar. Okur ne iyinin neden iyi olduğunu ne de kötünün
neden kötü olduğunu anlar, bu konuda düşünmesine ya da fikir yürütmesine izin
verilmez. Yazar, kendi yarattığı ahlaki normlara göre şekillendirdiği
karakterlere iyi ve kötü elbiselerini giydirir. Roman boyunca da bu ahlaki
normlar okura dikte ettirilir; tek doğruymuş gibi okurun, yazarın seçmiş olduğu
iyinin tarafında olması talep edilir. Eğer bir çocuk romanı ya da çizgi roman
yazıyorsanız böylesi bir seçim anlaşılabilir ama modern roman dediğimiz ve
bireyin özgürleşmesiyle başlayan edebi sanat böyle yazılmaz. Bu yüzden
Raskolnikov kendisine o cinayetleri işleten sosyal yapının içerisinde takdim
edilir okura. Pek çok okur Raskolnikov’a sempati besleyebilir. Madam Bovary
genç kızken okuduğu romantik romanların onda yarattığı beklentilerle birlikte
verilir ki okur, kocasını aldatan bu kadının nasıl bu hale geldiğini ve
nihayetinde nasıl kendi sonunu hazırladığını kendi hayal dünyasında
gözlemleyebilsin. Emma saf kocasını aldatan kötü bir kadındır belki ama mutlaka dünyanın bir yerinde Flaubert'in çizdiği çerçeveden yola çıkarak ona hak veren naif okurlar vardır. Kötünün daima kötü, iyinin daima iyi olduğu romanlar okura
belli bir ahlaki normu dikte ettiği için, okuru aptal yerine koyduğu için ve en
çok da karakterlere haksızlık ettiği için “ahlaksız” kategorisine alınmalıdır.
2. Bol bol klişe ifadeler, tatsız ve aşırı
benzetmeler, yanlış yerde kullanılan kelimeler ve deyimler, sürekli tekrar eden
sahneler ve imgeler, düşük ya da bozuk cümleler, gereksiz ayrıntılar içerirler.
Bir lise öğrencinin yapacağı türden hatalardır bunlar. Sınırları
bilememekten, ne yaptığının tam olarak farkına varamamış olmaktan, sahneleri
zihinde tahayyül etmemekten, ayrıntılara yeteri kadar önem vermemekten, yazılan cümlelere özen göstermemekten kaynaklanır. Son Ada romanından birkaç örnek vereyim:
Akşam güzel, hava yumuşak,
denizden esip yüzümüzü yalayan serinletici ve minik su zerrecikleri getiren
rüzgâr pek hoştu. (Yüzümüzü yalayan şey su zerrecikleri mi yoksa rüzgâr mı?
Şöyle yazılabilirdi: Akşam güzel, hava yumuşak, denizden eserek gelen ve
serinletici minik su zerreleriyle yüzümüzü hafifçe yalayan rüzgâr pek hoştu.)
Bir keresinde, zırhlı otomobilinin geçtiği yolda patlatılan bir C4 bombasından… (Bombanın türünün okura ya da hikâyeye kattığı hiçbir şey yok. Zaten “C4” ifadesi sadece bir kere geçiyor roman boyunca.)
… resimlerinden
(fotoğraflarından) tanıdığımız iradeli yüzüyle bize doğru … (iradeli yüz nasıl belli
oluyor?)
Beyaz giysileri içinde son derece
yakışıklı, tertemiz, disiplinli ve kibar görünüyordu (disiplinli görünmek ne
demek?)
Kimse birbirine itiraf etmese de
adadaki gerginlik her geçen gün daha elle tutulur bir hal alıyor ve özellikle
tepesi tıraş edilince, ırzına geçilen bir bakire gibi güneşin altına sere serpe
uzanıveren yol, hepimizde müthiş bir huzursuzluk duygusu uyandırıyordu.
(Öncelikle gerginlik asla elle tutulur bir hal alamaz. Zihinleri meşgul eder,
insanların hareketlerine yansır, günlük davranışlarda anlık akıldışılıklara
neden olur… Ayrıca “ırzına geçilen bir bakire” benzetmesi çok ama çok kötü bir
benzetme. Bir benzetmede amaç insan muhayyilesine sığan bir imgeyle durumu
anlatmak, okura daha önce hissetmediği bir tadı tattırmaktır. Örneğin, “kedi
adımlarıyla indi merdivenlerden” ya da “gökyüzü yaramaz öğrencilerine kızmış
bir öğretmen gibi kükredi defalarca”. Sonuç olarak hepimiz kedilerin nasıl
sessizce ve hızlı adımlarla merdivenlerden aşağıya indiğini gözlerimizin önüne
getirebiliriz. Kızmış bir öğretmenin sınıfında bulunmayanımız yoktur.
Muhayyilemiz bu benzetmeleri algılarken ne ajite olur ne de zorlanır. Peki, “ırzına
geçilen bakire” deyince ne geliyor aklınıza? Hem çirkin, hem ilgisiz hem de
benzetme yapmanın temel gerekçesine ters.)
Kocası karışık işler yapan… (Karışık
işler? Yasa dışı? Kumar? Kaçakçılık?)
Onu, yıllar önce başkentte bir
kafeteryada garson olarak çalışırken keşfetmiştim. (Gazinoya assolist
buluyorsan sorun yok ama burada anlatıcı sevgilisiyle nasıl tanıştığını
anlatıyor.)
Beyaz pantolon ve tiril tiril
gömlekler (Bu ifade sanırım üç ya da dört defa geçiyor 169 sayfalık roman
boyunca.)
Yazar’ı bir türlü geçmişi
hakkında konuşturmayı başaramıyorduk. (Yazar’ı geçmişi hakkında konuşturmayı
bir türlü başaramıyorduk.)
… hummalı ateşler içinde
sayıklayarak, çaresiz doktorun kolları arasında öldü. (Günlerce hasta yatmış
bir kadın neden doktorun kollarında ölsün? Ayrıca çaresiz olan doktor mu hasta mı?)
Gölgeli ağaçlarımızın altında … (Sık
yapraklı ağaçların gölgesinde…)
Köküne kibrit suyu ekecekti
(Köküne kibrit suyu dökecekti)
Parası olmayan halk çocuklarının
çoğu gibi ücretsiz askeri okula yazdırılmıştı. (Askeri okullar zaten ücretsiz
olurlar, dolayısıyla “ücretsiz” kelimesi hem gereksiz hem de yanlış bir algı
yarattığı için hatalı. Ayrıca eğer normalde paralı olan bir yere burslu olarak
yazılacaksa cümle “Parası olmayan halk çocuklarının çoğu gibi askeri okula
ücretsiz yazdırılmıştı.” şeklinde olmalı.)
Günlerce ateşler içinde yattı,
işin en kötüsü de çok uzun bir süre gitar çalamayacak olmasıydı. (Ölüm
döşeğindeki bir insan için en kötü şey gitar çalamaması olamaz. Belki kendi
dünyasında, çok sevdiği gitarından uzak kalmak onu çok yıpratacaktır, bunu
bilemeyiz ama anlatıcının hasta yatağında ateşler içinde yatan bir müzisyen
için böyle bir cümle kullanması hem saçma hem de mantıksız.)
Ormanın bir kıyısında, uzaktan
bile alevlerini ve dumanını gördüğümüz bir yangın çıkarıldı. Yangın ilerledikçe
tilkiler, diğer bütün canlılarla (hayvanlarla!) birlikte ormandan çıkıyor,
yıldırım gibi kaçıyordu. … Lara evde, kulaklarını elleriyle kapatmış titriyor,
ne olduğunu anlamadığım bir şeyler söylüyordu. Sanırım bir sinir krizi
geçiriyordu. (Sanır mısın? Romanın başından beri ne kadar çok sevdiğini anlata
anlata bitiremediğin sevgilin sinir krizi geçiriyor ve sen “sanmakla”
yetiniyorsun. Git bir bardak su getir, sakinleştirici hap ver, doktoru çağır.
Hiç olmazsa sarıl kadına, elini tut, öp yanağından.)
Bir paragraf sonra da şu cümleler
geliyor: Bu arada burnumuza bir is kokusu
geldi. Sanki çok yakında odun yakılıyordu. Aradan çok geçmeden de bahçeye
dumanların dolmaya başladığını gördük… (Anlatıcı karakterin tam bir geri zekâlı
olduğunu gösteriyor bu cümle. Küçücük bir adadaki tek orman cayır cayır
yanıyor, hayvanlar kaçışıyor, avcılar kaçan hayvanları vuruyor ve bizim
anlatıcı bahçeye dolan is kokusundan yola çıkarak yakınlarda bir yerde odun
yakıldığı sonucunu çıkarıyor. Bu nasıl bir iş? Nasıl bir neden-sonuç ilişkisi?
Nasıl bir yazılan sahnenin yazarın zihninde şekillenmemiş oluşu…)
Örnekler çoğaltılabilir. Hemen
her sayfada en az bir tane bunlara benzer örnek bulmak mümkün bu romanda.
3. Yaratıcı imgeden mahrum olmak. Bir edebiyat yapıtını edebiyat yapan şey okura
verdiği zevktir. Yazdığınız şey ne olursa olsun, ister şiir, ister öykü ya da
roman, okurun yazardan beklediği en önemli şey yaratıcı imgelerle süslenmiş bir
hikâye ya da anlatıdır. Yaratıcı imgeler olmadan ortaya çıkan şey bir gazete
haberinden ya da bitirme tezinden farklı olmayacaktır. Çoğu roman zaten birkaç
paragrafta özetlenebilecek niteliktedir. Yani olayların akışı, karakterlerin tanıtımı
ve hikâyenin sonlanışı zaten ayaküstü bir sohbette aktarılabilecek kadar
kısadır. Önemli olan detaylardır, üslup ile içeriğin uyumudur, daha önce
kimsenin aklına gelmemiş yaratıcı imgeler bulmak ve bunları uygun yerlere yerleştirmektir.
Kısacası, iyi edebiyat okuru elit lokantalarda yemek yiyen tatbilirlere
(gurmelere) benzetilebilir. Doymak için değil, lezzet için okur. Bir şekilde
doyacaksın zaten, en azından zevkini çıkararak ye.
4. Hikâyenin basit, daha önce başka bir konumlandırmada
anlatılmış ve sonunun tahmin edilebilir olması. Zaten iyiler ve kötülerin kesin çizgilerle
birbirlerinden ayrıldığı bir hikâyede okura çok bir seçenek bırakılmamaktadır.
Roman boyunca iyinin kazanacağı ânı bekler okur ve nihayetinde beklediği
gerçekleşir. Maksadı ahlaki bir ders vermek ya da siyasi bir manifesto ortaya
koymak olduğu için yazar da işin bu kısmına pek kafayı takmaz. Hedef yeni bir
şey söylemek, insanların ufuklarında yeni pencereler aralamak değildir. Daha
çok, siyasi bir bilinç oluşturmak ya da var olan bilinci pekiştirmektir. Bu
yüzden pek çok temel soru ihmal edilir. Örneğin, “Son Ada” romanında
başlangıçta huzur içinde yaşayan ada halkının neden ve nasıl huzur içinde
yaşadığı irdelenmez. Kırk haneden oluşan bu adada çöpleri kim toplar, sokakları
kim süpürür; bozulan ev aletlerini, kırılan kiremitleri, çöken yolları kim
tamir eder? Bu insanlar varsa adada bir ekonomi var demektir. Ekonominin olduğu
yerde de huzur değil, sınıf çatışması olur. Cennet gibi tasvirlerle
geçiştirilen bu tür mekânlar bile ekonomik ilişkilerden muaf değildir. Bu durumda adadaki herkes mi mutludur?
Kiremitleri onaran ve hak ettiğinden az para aldığını düşünen işçi de mutlu
mudur mesela? Kırılan camın yerine yenisini takan usta aldığı paradan ya da
gördüğü muameleden dolayı memnun mudur? Son Ada romanında, bildik bir cennetten
kovulma hikâyesini okuyoruz ama cennetin kuramsal olarak bu dünya koşullarında
(Aslına bakılırsa öteki dünya koşullarında bile! Huriler ve gılmanlar sosyal
sınıfın en altında yer alıyorlar sonuçta!) var olamayacağını ve şiddet
olaylarının her zaman için ezenler tarafından başlatıldığını (Ezilenler zaten
şiddete maruz kaldıkları için ezilmişlerdir!) göz ardı ediyoruz. Dolayısıyla,
hikâyenin en baştan sorunlu olduğunu (Sınıfsız toplum hayaliyle başlaması ama
bu sınıfsız toplumun gelir kaynağının belirsiz olması. Tabii ki bu belirsizlik
akıllı okuyucunun “demek ki zamanında bunlar da diğerlerini sömürmüş.” demesine
engel olamıyor.), bu sorun üzerine inşa edildiği için de asla gerçekçi bir
noktaya parmak basamayacağını iddia edebiliriz. Yine romanın bir yerinde,
anlatıcı ve sevgilisi adadan ayrılmayı düşündüklerinde şu cümlelerle
karşılaşıyoruz: Lara bir garsonluk (işi) bulabileceğini, olmazsa evlere temizlik
işlerine (temizliğe) gidebileceğini söylüyordu. Benim gönlüm bir türlü razı
gelmiyordu bunlara. Adada geçen onca huzurlu yılın ardından, o vahşi, acımasız,
korkunç dünyaya geri dönme düşüncesi ürpertiyordu beni. (Bu cümlelerde iki ana sorun var. Baş
anlatıcının sevgilisinin çalışma isteğini olumsuz karşılaması. Kadın çalışmak
istiyorsa adamın gönlü buna neden razı gelmiyor? Sonrasında gelen cümle ise
daha bir elitist. Siz adada huzur içinde yaşıyorsunuz da ülkenin kalanında
yaşayan, ter döken, emek harcayan, yolsuzluklara ve adaletsizliklere rağmen
evine ekmek götüren insanlar ne yapacak? Adanızın huzurundan başka düşünecek
bir şeyiniz yok mu? Sizler sabah sporuyla güne başlayıp, akşama kadar yan gelip
yatıp, akşamları da gün batımını izleyip, sevgililerinizin kollarında
yatağınıza giderken ülkenin kalanında insanlar acı çekiyormuş, zindanlarda
çürüyormuş, enflasyon canavarının pençeleriyle parçalanıyormuş, çocuklarının
karnını doyuramıyormuş; umurunuzda mı? Kısacası, kitap boyunca öyle plansız,
öyle rastgele sarf edilmiş cümleler var ki hikâyenin vermek istediği mesajın
tersi rahatlıkla çıkarsanabiliyor bu cümlelerden.)
5. Karakterlerin hiçbir derinliğe sahip
olmamaları, tek boyutlu ve tek sesli olmaları. Bu durum hikâyenin
basitliğiyle de yakinen ilgili. İyi edebiyatta karakterler çok yönlüdürler.
Yazar onlara verdiği iç seslerle bize karakterin yaşadığı çelişkileri,
kafasında yaşanan hafakanları anlatır. Bazen iç sese bile gerek kalmaz,
karakterin eylemlerinden anlaşılır kafasının karışıklığı, zihninde meydana
gelen fırtınalar. Hemen hepimiz böyle olduğumuz için bu tarz bir yazım bize
insanı anlama yolunda önemli bir mesafe kat ettirir. Kötü edebiyatta ise durum
tam tersidir. Karakterler ya mutlak iyi (mazlum, nazik, âşık, kırılgan…) ya da
mutlak kötü (zalim, bencil, küstah, katı…) oldukları için yazarın onların
iç dünyalarına girebilme olanağı yoktur. Bunun en büyük nedeni bu tip
karakterlerin bir iç dünyasının olmamasıdır. Adeta birer robot gibi sanki her
şeye çok önceden karar vermişler gibi, büyük bir özgüvenle gerçekleştirirler
eylemlerini. Karşı tarafı anlamaya çalışmak, değişmek, değişmenin sancısını
yaşamak mümkün değildir. Sesleri ve tuttukları taraf hikâye boyunca hiç
değişmez. Son Ada romanındaki anlatıcının ve sevgilisinin masum, “Yazar” adlı
karakterin bilgili ve Başkan’ın ise zalim olması bu duruma güzel bir örnektir.
Roman boyunca bu özellikler hiç değişmez, bu karakterlerin neden bu halde
oldukları sorgulanmaz.
6. Göstermek yerine anlatmak, okurun gözüne
sokmak, hiçbir şeyi gizlemeksizin tüm ayrıntılarıyla her şeyi izah etmek. Çehov’un
çok sevdiği bir laftır bu. “Anlatma, göster.” Kendisi de tüm öykülerine uygular
bu tavsiyeyi. “Ay ışığı evin içini bile aydınlatıyor.” demek yerine “Pencereden
giren ayın ışığı cam bardakların saydam yüzeylerinde kırılıp bin parçaya bölünüyor
ve odanın duvarlarını loş bir aydınlıkla süslüyordu.” der. (Bunu Çehov demiyor,
ben şimdi yazdım ama Çehov’da benzerlerini görmek mümkün.) Şimdilerde moda
oldu, beceriksizliğe de sanat diyorlar, hatta daha da kötüsü bunu yapana halk
sanatçısı (Oysa halk sanatçısı halkın değerlerini nitelikli yöntemlerle ve
yoğun uğraşıyla evrensele dönüştüren kişidir.) diyorlar. Adam betimleme yapamıyor,
doğru dürüst cümle kuramıyor, kullandığı kelimelerin anlamlarını bilmiyor,
siyasi manifestodan ileriye gitmeyecek eserlere edebiyat nazarıyla bakıyor ama
yine de “Halkın seviyesine inmiş olmak için basit bir dil kullandım.” diyerek zaaflarını
kapatabiliyor. Zaten en kötüsü de bu. Roman boyunca yazarın “Ben bilerek böyle
basit bir dil kullandım.” diyerek okurun sempatisini kazanmaya çalışması. Oysa
iyi bir sanatçının asıl hedefi halkın seviyesine inmekten ziyade halkı kendi
seviyesine çıkarmak olmalıdır. Bu konuda benim tavrım biraz serttir. Edebi eser
veriyorum diyorsan hakkını vereceksin, hata yapmayacaksın, yapmışsan en kısa
sürede hatanı düzelteceksin, gece gündüz çalışıp okura hak ettiği eseri
okutacaksın. 144 baskı yapıp hâlâ kötü cümlelerle okurun karşısına çıkıyorsan
ya okura hiç saygın yoktur ya da edebiyata. Yanlış anlaşılmak istemem; “Ölümsüz
Aşk”, “Git Kendini Sevdirmeden”, “Kırmızı Güller de Solar” gibi zihni 15
yaşında kalmış kişilerin yazdıkları edebiyat-dışı romanlara bir sözüm yok.
Onların alıcısı bellidir ve doğal olarak tarih boyunca her zaman bu tür edebiyat-dışı
(eğlendirici, karın doyurucu) romanlar var olmuştur. Benim derdim büyük
iddialarla ortaya çıkan, toplumun gözünde yer eden ama aslen hem içeriği hem de
üslubu bakımından edebiyata hiçbir katkıda bulunmayan eserlerle. Ucuz edebiyat
ya da “kitch” denilen, kolay yoldan duygusallık, siyasi görüş veya felsefi
bakış açısı pazarlayan, popülerliği sanatla karıştıran ve daha önce yazılmış olan kült eserlerin kötü birer taklidinden öteye gidemeyen bu eserler aslında
edebiyata ve onunla ilgilenen gençlere en büyük zararı veriyorlar. Bana kalırsa
15 yaşından büyüklere bu tarz romanlar yasaklamalıyız ki gerçek edebiyatla
tanışabilsinler, düşüncenin ve sanatın kolay yoldan elde edilemeyeceğini çok
geçmeden kavrayabilsinler.
Yazı uzatılabilir, pek çok şey eklenebilir.
Ben bu yazıyı Zülfü Livaneli’nin “Son Ada” adlı romanını okuduktan sonra
yazdım. Romanı dün akşam bitirdim ama bitirene kadar akla karayı seçtim. Şanghay Edebiyat Günleri grubunun kararı olmasaydı birinci bölümden sonra bırakırdım kitabı elimden.
Yukarıda belirttiğim altı özelliğin altısı da var bu romanda, her yönüyle başarısız
bir eser. Peki ben bu yazıyı neden yazdım? Kıskançlık mı? Hayır! Nefret mi? O da değil! İnternete
baktım, bu roman hakkında yazılmış eleştirileri aradım. Bir tane samimi
eleştiri bulamadım. Herkes romanı övüyor, yere göğe sığdıramıyor. 144 baskı
yapmış bir romandan bahsediyoruz bu arada, yazıyla ifade edeyim “Yüz kırk dört”
baskı. İçim doğal olarak tarifsiz bir acıyla doldu. Pek çok güzel romana, pek
çok güzel edebiyatçıya haksızlık yapıldığını düşünmeye başladım. Sonuçta insanların bir okuma kapasitesi vardır ve bir kitap çok okunuyorsa diğerleri daha az okunuyordur ya da o çok okunan kitap başka kitapların okunma zamanlarını çalıyordur. Ayrıca, eğer Livaneli’nin
yazdığı şey iyi roman oluyorsa onların yazdıkları ve benim gözümde çok daha nitelikli olan eserler ne olacaktı? Sanırım yazarı ünlü
bir müzisyen ve sol cenahın tanıdık bir yüzü olunca eserin roman olup olmaması
da önemini yitiriyor. Livaneli iyi bir müzisyen, cumhuriyetin değerlerine sahip
çıkan çok değerli bir aydın olabilir. Bu konularda kendisine sonsuz saygım var. Bu demek değil ki aynı Livaneli iyi bir
edebiyatçıdır, usta bir romancıdır. Değildir, olmadığını göstermek için de bu
yazıyı yazdım. Umarım birileri okur, bana hak verir. Hak vermese bile cevap verir,
karşılıklı atışırız. Ne demiş eskiler, “Barika-i hakikat, müsademe-i efkârdan
çıkar.” Hadi hayırlısı!
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder