Bu Blogda Ara
19 Eylül 2018
2. Bölüm: Leb-i Derya
04 Eylül 2018
1. Bölüm: Akl-ı Selim
Ağzımın içindeki kaygan boşluğa doğru hızlıca
giriverdi dilimin ucu. Biraz daha zorlayınca, damağın yumuşak dokusuyla
özdeşleşmiş minik oyukta; ortası sert, kenarları keskin, dışı hafiften tortulu,
kökü çok da derinlerde olmadığından olsa gerek her dokunmada kurşun kalemin
tepesindeki silgi gibi sallanan bir dişe rastladım. Bastırırsam daha da dibe
saplanır diye -İnsan bu, kaygı nesnelerini kendisi seçmiyor ya! Bilakis, kaygı
nesneleri ne yapıp edip onu buluyor. Yalan mı?- endişelendiğim için, dilimin
ucunu o pürtüklü sertliğin kenarına usulca sürttüm. Kilitli bir kapıyı açmak
için kasayı kanırtan demir bir levye gibi zorladım iki dişin arasında kalmış
damağın çeperini. Dişin jilet keskinliğindeki kenarlarının dilimin ucunda
bıraktığı tuzlu acılara aldırmayarak devam ettim bu umarsız girişime. Öyle ki,
ağzımın içinin iğrenç bir çürük kokusuyla –ıslak bırakılmış soğanların ya da
kapının menteşesinde ezilerek ölmüş bir kertenkele yavrusunun hafızalardan onlarca
sene silinmeyen kokusu- dolmasına aldırmadım. Ne pahasına olursa olsun
sökmeliydim o oynak dişi saplandığı bataklıktan, çıkarıp atmalıydım ağzımdan.
İyi ama daha önce neden rahatsız etmedi bu diş beni de
şimdi, aldığım her solukta birileri tarafından izleniyormuşum hissinin
ciğerlerimi gere gere şişirdiği zifiri karanlık bir zaman diliminde başıma bela
oldu bu meşum şey? Bu soru bir kenarda duracak
olsa diğerleri -ihmal etmekten ahmaklık derecesinde zevk aldığım ve zevk
aldıkça akademik bilincimden hicap ettiğim- sırayla üzerime çullanacaklardı,
farkındaydım durumun vahametinin. İnsan kötü bir niyeti olmadığı halde neden
kötü bir niyeti varmış gibi algılanmaktan endişe duyar? Ya da bu endişenin
insanın içine ilmek ilmek işlenmesi o insanı ezmenin, onu ürkek bir tavşan
haline getirmenin ilk adımı mıdır? En ıssız tekbaşınalıklarında işlemiş olduğu
tüy sıklet suçların bile bir gün yüzüne vurulacağını düşünüp, bu
gerçekleştiğinde “İyi ama yeryüzü denen bu müşevveş cehennemde kim masum ki ben
masum olayım!” diyeceği ânın provasını kırık aynaların karşısında saatlerce
yapar. Belki de kötü niyet, tüm o saklanma çabalarına rağmen tam anlamıyla
saklanamadığı için kızıl ateşini değil de belli belirsiz dumanını salıyordu
zihnin sonsuz genişlikteki ormanına. Beyin ve bilinç arasındaki o bulutsu ayrım
olmasaydı, yani kandırmaktan hoşlanan beyinle kandırılmaktan hoşlanan bilinç
milyonlarca yıllık evrimsel süreçte birbirleriyle kardeşçe geçinmeyi öğrenmemiş
olsaydı; din gibi, millet gibi ve hatta sanat gibi masalsı diyarlar var
olabilir miydi? Ah insan, dokunduğu her şeyi aynaya çeviren o kurnaz bencillik
abidesi! Havaalanındaki şüpheci polis memurunun çizgi gibi gözleri, telefonumu
karıştıran görevlinin müstehzi bakışlarını gizlemek için kurguladığı muhtelif tebessümler,
yanı başıma dikilen omzu tüfekli askerin çocuksu yüzüne yakışmayan ciddiyet,
valizimi alırken geç kaldığımı iddia edip arkamdan çemkiren tıknaz güvenlikçi,
sabırsızlıkla beni bekleyen iki arkadaşımın yüzlerinden okunan çengeli uzun
soru işaretleri... Bütün bunlar silinecek mi hafızamdan eğer dilim, toprağı
yarıp ağacı kökleriyle birlikte söken bir kepçe makinesi gibi o uğursuz dişi
yerinden sökebilirse? Ya da?..
Dilimin ucunun kızardığını, aşırı derecede hassas hale
geldiğini ve kızgın demire dokunan su damlası gibi patlayarak geri sıçradığını
hissedebiliyordum. Vazgeçmeye ramak kalmışken alt damağımla dilim arasında sert
bir şeyin yuvarlandığını fark ediyorum. Bir tavla zarı ya da küçük bir misket
gibi dolanıp duruyordu ağzımın ılık boşluğunda, ne dudaklarıma yanaşıyordu ne
de boğazıma, ne de sıradan bir diş gibi davranıp duruyordu olduğu yerde.
Kendisine yeni bir yörünge bulmuş bilinçsiz bir gök cismi gibi tavaf ediyordu
meçhul bir merkezi. Belki de tam tersine, yeni bir merkez arıyordu başıboş
kalmış yörüngesine. En sonunda ben de dayanamadım, soktum parmağımı ağzıma.
Başparmağımla işaretparmağım arasına sıkıştırıp çekerek aldım miadını çoktan
doldurmuş olan bu çürük dişi. Kenarları keskin, kökü kırmızı, geri kalanı
kararmıştı, bir taş parçasından çok zifte bandırılmış bir kurşun eriyiğine
benziyordu. Avcumun ortasına alıp sıktım onu, bana bunca acıyı yaşatan ufacık
varlığın basit bir el hareketiyle gözden kaybolabiliyor oluşu kolay yoldan
memnun etti beleşe tatmin olmak isteyen ruhumu. Ağzımın içini dolduran o
müstekreh kokunun, bulduğu oluktan fışkıran tazyikli su gibi çıkıp bedenimden çıkıp
gittiğini de o anda hissettim. Öyle rahatlamıştım ki bedenime yayılan
gevşemeyle güneş damlalarının pencereden sızıp konik huzmeler halinde üzerime
yağdığını yeni fark edebilmiştim. Kirpiklerim gölge olup esir askerler gibi
gözlerime seriliyorlardı ve ben bu cümbüşü çok gerilerden, kraliyet ailesine
ayrılmış olan arkadaki hususi balkondan izlemekle müşerref edilmiştim. Aman
efendim ne büyük bir onur bu, ne muazzam bir tertip! İyi ama neredeydim ben, ne
yapıyordum burada, saat kaçtı, Kate neredeydi, Cem, peki ya Cem!?? Cem’in
öksürüğü geçmiş miydi? Yumruk halindeki elimin bağ parmağıyla Kate’in sırtını
aradım, bulamadım. Bulabilseydim kalçasına inecektim, sonra komşunun bahçesine
dadanan çocuklar gibi üzerinden atlayacak, gecenin sıcağıyla hamur gibi
yumuşamış karnını okşayacaktım. Olmadı bunların hiçbirisi, çünkü Kate yoktu
yanımda. Avcumda tuttuğum dişi iyice sıkıp derimi acıtana kadar sessizce
bekledim. Pencereye yanaştım, sol elimin yardımıyla küskün bir çocuk gibi
kendine doğru büzülmüş olan sağ elimi açtım. Oradaydı evet, simsiyah bir elmas
gibi parlıyordu avcumun ortasındaki diş. Güneş ışığının rengi değişmiş, beyaz
tayflar kömür karalığındaki kemik parçasının köşelerini daha belirgin, ucu
kanlı kökünü ise daha görünmez hale getirmişti. Isınan oda, etimden boğazıma
doğru akan kanın ılık tadı, havaya karışan metalik koku, gittikçe daha hızlı
kalkıp inen göğüs kafesim…
İnleyerek açtım gözlerimi, terden sırılsıklam olmuş
bedenimi yazlık pikenin altından çıkarıp batan gemiden sağ kurtulduğuna
şükreden bir kazazede gibi yatağın ortasında oturdum. Nefesim hâlâ hırıltılı,
kalbim gürültülüydü. Dilim damağıma yapışmış, ağzımın içi deniz suyu yutmuşum
gibi kurumuş, boğazım soğukta koşmuşum gibi tahriş olmuş, alnımdan inen ter
damlaları gözlerimi acıtır hale gelmişti.
Kafamı yukarı çevirip, yastığa doğru sıcak hava üfleyen klimaya beni
arkadan bıçaklamış bir dosta bakar gibi baktım. “Lanet olası şey!” dedim sesli
bir şekilde. Akşam yatarken bir şeylerin ters gideceğini, tuhaf sesler çıkaran
bu aletin gecenin bir vaktinde beni uyandıracağını tahmin etmiştim zaten. Bu
otelde yüzlerce oda vardır, vere vere bana bunu mu vermişler. Havaalanında
başlayan talihsizlik, otel odasında devam ediyordu gudubet çehresini
göstermeye. Yataktan doğruldum, sol yanımı boydan boya kaplayan pencereden
Şanghay’ın rengârenk silueti yansıyordu içeriye. Odanın beyaz tavanında
kıpraşan mavi yeşil ışıklar ihtirasla sevişen genç bir çifti andırıyordu
adeta. Yüksek binalar, binaların
tepelerinde okuyamadığım Çince karakterler, aşağıdan yukarıya doğru tutulan ve
gökyüzünün lacivertinde sessiz sedasız kaybolan sarı ışık demetleri, yolun
ortasında bekleyen bir arabanın açık unutulmuş sinyal lambası, sisli havanın
şehrin ışıklarından nasiplenemediği yerlerde bir görünüp bir kaybolan hayalet
yapıların ürkütücülüğü… Çalışma masasının üzerindeki lambanın düğmesine tam basacaktım
ki son anda vazgeçtim. Zaten yeteri kadar ışık vardı içeride, şehir ayaklarımın
altında bir pilli bebek gibi çırpınıyor, gözlerini kırpıştırarak ağlıyordu.
Terden ağırlaşmış atletimi çıkarıp, birkaç defa silktikten sonra tekli koltuğun
üzerine yaydım, faydadan çok zarar veren klimayı kapattım. Pencereyi açmak için
bir mandal aradım ama bulamayınca çok da inat etmedim. Otuz dördüncü kattaki bu
odanın pencerelerinin müşteriler tarafından açılmaması için gerekli önlemler
çok büyük bir olasılıkla alınmıştır. Ahh bu binlerce yıllık bilgelik, ahh her
yanımızı saran koruyucu bakışlar, ahh telefonumu bana düşman eden teknolojileri
peşime salan kurtboğanlar…
Masanın köşesindeki dosyayı aldım, yarın yapacağım
sunumun notlarının sayfalarını çevirmeye başladım. Kapaktaki “Asya ve Avrupa’da
Uygulanan Dikey Kentleşmenin En Güzel Örnekleri” başlığı zor da olsa
okunabiliyordu dışarıdan gelen ışıkla. İlk sayfayı çevirip, powerpoint
yansılarının karelere bölünmüş içeriğine göz diktiğimde aklıma az önce gördüğüm
rüya geldi. Türkiye’de olsaydım ve bu rüyayı ablama anlatsaydım ne yapardı
acaba ablam? Herhalde dehşete kapılır, ardından da dehşete kapılmışlığını
perdelemek için söylenebilecek en kolay ifadeyi sarf ederek konuyu kapatırdı:
Hayırdır inşallah. Üç yıl önce ölmüş olan annem ise aynı durumda olsaydı,
hiçbir duygusunu saklama ihtiyacı duymaksızın hemen dualara başlar, bunun
kötüye işaret olduğunu ima eden örneklerle rüyayı baştan sona tabir etmeye
kalkardı. Ona rüyaların geleceğin habercisi değil geçmişin birer tortusu olduğu
gerçeğini izah edemezdim. İzah etsem anlamayacağından değil, aynı basitlikte
alternatif bir inancı ortaya koyamayacağım için! “Hayır anne, modern
nörolojinin rüyalara bakışı seninkisine benzemiyor, Freud’un psikanaliz
kuramının bu konuda alacağı tavır şöyle farklı olur anne.” gibi sözler söyleyip
hem kendimi hem de onu gereksiz yere yoramazdım. Annem kendi kendisine konuşur,
aklına gelen sureleri ve duaları mırıldanarak okur, ettiği dualardan sonra
havaya ya da yüzüme üfürür, endişeli gözlerle benim vurdumduymazlığımı izler ve
bu gidişle sonumun hayırlı olmayacağını ima eden yarı tehditkâr yarı azarlayıcı
laflar ederdi. İlerleyen günlerde de başımıza gelen ilk kötü olayı –bir
akrabanın ölümü, aileden birisinin akla hayale gelmez bir kazada yaralanması,
babamın ya da abilerimden birisinin işlerinin kötü gitmesi- benim rüyama
bağlar, yapmış olduğu yorumun tutarlılığına ve geçerliliğine bir kat daha
inanır, bir yandan imanı tazelenmiş bir şekilde gündelik yaşantısına devam
ederken bir yandan da rüyayı ve neticesini girdiği her ortamda anlatırdı. Ben
de tüm bu gelişmeleri derin bir pişmanlıkla izler, yüzyıllardır üstesinden
gelemediğimiz batıl inanç bağımlılığımızın nasıl olup da yirmi birinci yüzyılda
hâlâ insanların hayatında bu derece önemli yer tuttuğunu kendime sorar, küpüne
zarar vermekten zevk alan kızgın sirke gibi öfkeme yenilir ve içine düştüğüm bu
öfke-zevk sarmalından çakma aydınlara yakışan türden ikircikli bir gurur
duyardım.
Dosyayı masaya bırakıp elime telefonu alıyorum. Sunumu
bir şekilde yaparız, dinleyicilerin çok da meraklı olacaklarını sanmıyorum
benimkisi gibi genel bir konuya. Zaten yazmış olduğum makale katılımcıların
erişiminde olacak. İsterlerse alır okurlar, sorularını da e-postayla
gönderirler. Bu şekilde gerçek anlamda konuyla ilgilenenleri de tanımış olurum.
Ben şahsen bu tip akademik konferansların bilgi alışverişi adına bana bugüne
kadar bir faydası olduğunu görmedim. Fayda denilebilirse eğer, adlarını makalelerden
duyduğum araştırmacılarla yüz yüze gelmek ve kısa da olsa bir dostluk kurmak
her iki taraf için de iyi oluyor. İleride birlikte çalışma ya da ortak
araştırma alanları açmak gibi konularda ilk adımı atmayı kolaylaştırıyor bu
kısa dostluklar. Bir de tabii gidilen şehri görmenin, gezmenin güzelliği var.
Daha önce New York’tan Viyana’ya, Kahire’den Moskova’ya pek çok dünya şehrini
bu konferanslar sayesinde gezebildim. Yoksa akademisyen maaşıyla, İngiltere’de
yaşıyor olsan bile, insan neye para yetiştirebilir ki! Çin’e ilk gelişim bu,
dolayısıyla Şanghay’a da! Tüm o şatafata ve renk cümbüşüne rağmen benim için
çok hoş bir başlangıç olmadı. Havaalanındaki gereksiz sorgulama aklıma her
geldiğinde sinirleniyorum, elim ayağım birbirine karışıyor, göğüs kafesime
kocaman bir yaralı hayvan tıkılmış gibi nefesim daralıyor. Düşünmemeye, kafamı
başka konulara verip düşüncelerimi dağıtmak istiyorum ama yaşadığım o yarım
saatlik küçük düşürülme bir şekilde buluyor beni, buluyor ve esir alıyor
zihnimin tüm işlevlerini.
-
Telefonunuzu alabilir miyim?
Böyle demişti camekânın arkasındaki memur, değil mi?
Ben üzerinde Türkiye Cumhuriyeti yazan kırmızı kaplı pasaportumu kadın memura
verince hemen yanında bir başka polis memuru belirmişti. Pasaportun kapağını
kaldırmamıştı bile kadın memur, hemen yanında beliren diğer memura bir şeyler
mırıldanmıştı. Kısa boylu, orta yaşlı, omuzları yıldızlı olan bu memur
diğerlerinin amiri olmalıydı. Sanki bekliyorlardı benim varmamı, uçaktaki
yolcuların adlarını tek tek kontrol edip, beraber yolculuk ettiğim diğer iki
akademisyen arkadaşın arasından beni çekip çıkarmışlardı. “İşte beklediğimiz
yolcu geldi amirim, şimdi ne yapacağız?” diye soran tavırlarla, gözlerini
benden kaçırarak konuşuyordu. Ben ise durumun ciddiyetini henüz anlamamıştım
tam olarak. Benden önce geçip giden iki arkadaşımın bagaj bandının kenarında mı
yoksa yolcu karşılama bölgesinde mi beni bekleyeceklerini merak ediyordum.
-
Beni takip edin lütfen.
Pasaportum onun elinde, kontrol noktasından geçip arka
taraftaki, etrafı camekânla çevrili geniş kabine gitmiştik. Pasaportumu
içerideki memura uzatıp uzaktan izlemeye başladı bu amir. İçerideki memur
sormuştu bu soruyu. “Telefonunuzu alabilir miyim?” Anlamamıştım, acaba uçuş
kartını ya da vizemi mi sormuştu? Her ikisinin de pasaportun içinde olduğunu
söyledim. Soruyu tekrar etmişti sonrasında, gülen gözlerle beni baştan aşağıya
süzerek. “Neden?” dedim kısık bir sesle. “Ben bir akademisyenim ve beş günlük bir
ziyaret için buradayım. Telefonumla ne işiniz olabilir?” Sandığımın aksine aynı
güler yüzle yanıtladı beni. “Standart bir prosedür bu. Rastgele seçiyoruz
yolcuları, telefonlarında yasa dışı bir şey var mı diye kontrol ediyoruz. Endişelenmenize
gerek yok.” Elini aramızdaki kemer şeklindeki camsız aralığın içine sokmuş,
talepkâr bir işaretle telefonu beklediğini ifade ediyordu. Yüzündeki gülümseme
bir nebze silinmiş, yerini zorla oraya yerleştirilmiş resmi bir ciddiyete
bırakmıştı. “Endişelenmiyorum zaten” dedim sesimi hafiften yükselterek,
“telefonumda yasa dışı bir şey olmadığına eminim ama en az bunun kadar kendime
ve aileme ait özel fotoğrafların, videoların ve dosyaların olduğundan da
eminim. Ya onları kopyalarsanız, ya özel hayatımın gizliliğini ihlal ederseniz?
Hem ortada benim hakkımda kuşku uyandıracak en ufak bir kanıt bile yokken neden
telefonuma bakmak istiyorsunuz?”
Camekânın öteki tarafındaki memurun yüzündeki, “Yerim
senin özel hayatını!” anlamına geldiği apaçık olan gülümseme geri gelmişti.
Sanki beni endişelendiren şeylerin gereksiz olduğuna gönülden inanmış ve “siz
yabancılar da amma nazlı oluyorsunuz, kim ne yapsın sizin özel hayatınızı”
diyen bir iç sesle kendi kendisini eğlendirme yoluna girmişti. Bir yandan da
amirine Çince bir şeyler söylüyordu. Ben ise bu sırada telefonumu cebimden
çıkarmış, elimde tutuyordum.
-
Telefonunuzu vermezseniz ülkeye giriş için
gereken mührü pasaportunuza işleyemeyiz.
En son söylemesi gereken şeyi daha konuşmanın
başındayken söylediğine göre, o neşeli yüzün altında, devletin gücünü arkasına
almış mağrur bir memurla karşı karşıya olduğum kaçınılmaz bir gerçekti.
İsteksizce telefonumu uzattım. Camekânın arkasındaki görevli telefonumu alır
almaz bir kabloyla benim telefonumu masasının üzerindeki siyah bir kutuya
bağladı. Bir yandan işini yapıyor bir yandan da kıs kıs gülerek kendi kendine
konuşuyordu.
-
Çok sürmez, biraz sabırlı olun lütfen.
-
Çok süreceğinden değil, özel hayatıma ait
bilgileri benden alıp benim asla izin vermeyeceğim amaçlar için
kullanacağınızdan endişe ediyorum.
Söylediklerimi anlamamış gibi baktı yüzüme. Önemli bir
şey söyleyecekmiş gibi derin bir nefes aldı ama tek bir kelime etmeden siyah
kutunun üzerindeki tuşlara basmaya kaldığı yerden devam etti. Sonra başını
tekrar kaldırdı.
-
Dilerseniz arkanızdaki sandalyelerden birisine
oturabilirsiniz.
Arkama döndüm. Duvar kenarına konmuş üçlü metal
sandalyelerden birisine oturdum. Oturur oturmaz da yanımda beliren omzu tüfekli
genç askeri fark ettim. İçimden “Oha!!!” diyordum ama dışımdan hiçbir şeyi
belli etmemeye, hatta onu görmezden gelmeye çalışıyordum. Aklım en son
söylediklerime takılmıştı. Ben de pek inanmamıştım telefonumun içeriğinin
ilgisiz işler için kullanılabileceğine ama yine de elimde kalan son bahane
olarak bu lafları sarf etmem gerekiyordu. Telefondaki fotoğrafların hemen hepsi
aile, iş ve gündelik hayatla ilgiliydi. Kim ne yapsındı Leicester
Üniversitesi’nin kasvetli kampüsündeki dev ağaçların, Cem’in pudralı poposunun
ya da Kate’in geçenlerde bana aldırdığı gece lambasının fotoğrafını? Kitaplar
ve e-postalar desen hepsi yine ya aileyle ya da akademik çalışmalarla
ilgiliydi. En son ne zaman şehir ve çevre planlaması dışında bir kitap
okuduğumu hatırlamıyorum bile! Ne tek bir uygunsuz içerik vardı ne de özel
statüsünün için doldurabilecek nitelikte kişisel bir şey. Zaten itiraz ettiğim
nokta içeriğin ele geçirilmesi değildi, maruz kaldığım mesnetsiz ve haksız
muameleydi. Rastgele seçilmediğimi, pasaportun kapağındaki ay yıldızdan dolayı
potansiyel terörist kategorisine düştüğümü anlamam için dahi olmam
gerekmiyordu. Alışageldiğim kültürde bir insanın telefonunun içeriğine bakmak,
o insanın özel hayatına tecavüz etmek anlamına geliyordu ve tanıdığım herkes bu
duruma en az benim verdiğim kadar tepki verirdi. Hakkında en ufak bir suçlama
olmayan bir insana, geçmişinde hiçbir suça karışmamış bir akademisyene
yapılacak şey miydi bu?
-
İşleminiz bitti, buyurun telefonunuzu.
Telefonu bana, pasaportumu amirine uzatmıştı. Amir,
camekânın arkasındaki görevliye Çince bir şeyler söyledikten sonra bana
kendisini takip etmemi söyledi. Oturduğum yerden kalktım ve telefonumu alıp
arka cebime koydum. Amirin peşinden Çin maceramın başladığı noktaya,
pasaportumu uzattığım kadın memurun önüne geldik. Kadın memur, hiçbir şey
olmamış gibi pasaportumu aldı, önündeki bilgisayarda tarattı ve çok kısa bir
sürede mührü vurup bana geri verdi. Ben önümde açılan turnikeden geçip
–karnımın hizasına gelen müşteri memnuniyeti anket düğmelerinin en düşük
numarasına en az beş defa bastıktan sonra- yürüyen merdivenlere doğru
ilerlerken, içimde biriken bol köpüklü dev dalgalar kıyıyı dövmek için uygun
zamanı bekliyorlardı. Bir ara geriye dönüp kavga çıkarmayı, bağırıp çağırmayı,
şahsıma ve şahsımın üzerinden pasaportumdaki ay yıldıza yapılan bu hakaretin
hesabını sormayı düşündüm ama içimdeki akl-ı selim beni yoluma devam etmeye,
hiçbir şey olmamış gibi önümdeki beş günlük zamanı elimden geldiğince güzel bir
şekilde geçirmeye ikna etti. Hem mutlaka benden önce başkaları da benzeri, hatta
daha kötü muamelelere maruz kalmışlardır sınır kapılarında. Haksızlığa uğrayan
tek kişi ben değildim ya, kim bilir dünyanın diğer sınır kapılarında kimlere ne
sıkıntılar yaşatılıyordur! ABD’nin Türkleri özel odalara çekip, saatlerce,
hatta bazen günlerce beklettiğini duymuştum New York’a gitmeden önce. Tek
şeritli yolda ağır ağır ilerleyen bir tırın arkasında kalmış gıcır gıcır
Ferrari’nin havalı şoförü gibi sızlanmamın bencillikten başka bir açıklaması
olamazdı, değil mi? İşte bu ikna
olmuşluğum, yani bir yanımı kesip gururumu ayaklar altına alışım ya da tam
anlamıyla sükûnetin verdiği güvenceye kendimi bırakamayışım gecenin bir
yarısında benden intikam alıyordu. Yıldız gibi parlayan beyaz gözlerini
gözlerime dikip “Sen istediğin kadar teskin et kendini, istediğin kadar inandır
her şeyin yolunda olduğuna. Zelzeleye neden olan kayalar yerin kilometrelerce
altında yatarlar ve hareket etmeye bir başladılar mı hiçbir güç onları
durduramaz. Sallanan, yerinden çıkmak
isteyen, kenarları bıçak gibi keskin, içi çürük yumurta gibi kokuşmuş bir dişin
uykunu delik deşik etmesinin nedenini şimdi anlıyor musun?..
Telefonu masanın üzerine geri bıraktım. Zaten bir işe
yaramıyor, ne Google çalışıyor ne de Whatsapp! Bedavaya indirdiğim VPN servisi
de bir türlü bağlanamadı, tepedeki ok kuyruğunu kovalayan yavru kedi gibi dönüp
duruyor olduğu yerde. Keşke bölüm başkanını dinleyip kısa süreli bir VPN satın
alsaydım. Böylesi çok zor oluyormuş! Alışmış olduğum uygulamalara erişememek
kötü ama daha da kötüsü bu uygulamalardan bazılarının yarım yamalak çalışması.
Örneğin Whatsapp! Oteldeki kablosuz internete bağlandığımdan beri telefonun sol
üst köşesinde bildirim var, tıklayınca Whatsapp’in yeşil logosunun yanında
“Yeni bir mesajınız olabilir.” yazısı çıkıyor. Onun üzerine tıklayınca
açılmıyor mesaj, bekliyor bekliyor bekliyor ve duruyor. En üstte Kate’in ben
Londra’dan uçağa binerken gönderdiği “İyi uçuşlar.” mesajı var. Sonrasında ne
gelen var ne giden. Bagaj bandının kenarında beni bekleyen akademisyen
arkadaşlarımdan birisinin dedikleri geliyor aklıma. “Bence onlar senin
telefonundan bir şey almamışlardır, tam tersine telefonuna bir şey
eklemişlerdir. Böylece Çin’deyken attığın her adımı, yazdığın her mesajı,
girdiğin her sayfayı, izlediğin her videoyu, iletişime geçtiğin her kişiyi
görebilecekler.” Gülüp geçmiştim –hem konuyu uzatmamak hem de çabucak bu
deneyimi unutmak için- ama şimdi düşününce pek de uçarı gelmiyor dedikleri.
Belki de bu yüzden gülüyorlardı benim ağzımdan çıkan özel hayatın gizliliği
saçmalıklarıma. Adamlar geçmişimle değil, geleceğimle ilgileniyorlar. Bugüne
kadar yaptıklarımla değil, bugünden sonra, özellikle de Çin toprakları
içindeyken yapacaklarımla alakalılar.
Oturduğum yerden kalkıyorum. Terden ıslanmış kolum ve
sola yasladığım karnım koltuğun plastik kaplı köşesine yapışmış, belim uzun
süredir farkında olmadan yüklenmemden dolayı hafiften tutulmuş. Odanın
içerisinde dolanıyorum, ablamın böyle zamanlarda kullandığı benzetmeyle, adeta
kabız bir eşek gibi… Odanın kapısını açsam otuz saniyeye kalmaz alarm ötmeye
başlar, resepsiyonu arasam derdimi anlatana kadar bir yığın sıkıntı çekeceğim.
En iyisi geçici bir çözüm bulup sabahı etmek. Şunun şurasında iki saat sonra
güneş doğacak, ben de duş alıp kahvaltıya inerim. Masanın altındaki ufak
buzdolabının kapağını açıyorum. Diğer zamanlarda farkına bile varmadığım soğuk
hava yüzüme ve göğsüme çarpıyor. Tamam diyorum içimden, işte bu!
Buzdolabının önüne oturuyorum. Kapağın kapanmasıyla
itilip içerinin ışığını söndüren düğmeye elimle basıp, kenarına ufak bir kâğıt
parçası sıkıştırıyorum. Böylece buzdolabı, kapağının açık kaldığını fark
edemeyecek, alarmını çalmayacak. Ne kadar da kolay makineleri kandırmak!
Sırtımı masanın bacağına dayıyorum, yüzümü ve göğsümü hafiften de olsa
buzdolabına doğru çevirip ayaklarımı yatağa doğru uzatıyorum. Bu şekilde
uyuyamayacağımı bilsem de canlı canlı fırına verilmiş tavuk olma kâbusundan
kurtulduğum için sevinçliyim. Gözlerimi kapatıyorum, taksiyle otele gelirken
Antropoloji bölümünden John ile yaptığımız konuşmalar düşüyor kelime kelime
aklıma.
-İstersen elçiliği ara, şikâyet et.
- Kimi?.. Yani kimi şikâyet edeyim?
- Havaalanındaki memurları. Maruz kaldığın muamele
yasal değil bence. Belki elçilik bir şey yapar, keyfi uygulamaların
sorumlularını üst mercilere bildirir. Ne bileyim işte; uyarır, vatandaşlarımıza
bunu yapmanıza hakkınız yok der, suça dair en ufak bir kanıtınız yokken bir
vatandaşımızın telefonuna bakamazsınız der.
Normal olmayan bir şey var senin durumunda, bunu inkâr edemezsin.
- Ha ha, dalga mı geçiyorsun sen? Neyin normal neyin
normal olmadığını sen ben değil, ülkenin sahipleri belirler, öyle değil mi?
Ayrıca elçiliğin bu tip sorunlarla ilgileneceğini hiç sanmıyorum. Diyecekleri
en olumlu şey, “Geçmiş olsun Selim Bey. Yapabileceğimiz bir şey yok maalesef.
İstemezlerse sizi ülkeye hiç almayabilirlerdi. Kendinizi şanslı görün. Vizesi
olduğu halde kapıdan çevrilen vatandaşlarımız oluyor bazen.”
- Oluyor mu gerçekten?
-Bilmem, olmasa bile elçilik bana oluyor der büyük bir
olasılıkla. Bana kendimi daha iyi hissettirmek için. Kaybedecekleri ne var ki?
Hem, beni çırılçıplak soyduktan sonra, kadın polislerin de olduğu bir odada
yüzümü duvara çevirtip kendilerine doğru domaltmadılar ya!
- Ne? Bu da nereden çıktı? Ne çırılçıplağı, ne
domaltması?
- 1960lı yıllarda Almanya’ya göç eden Türk işçilere
yapmışlar, hastalıkları var mı diye kontrol etmek için adamları havaalanlarının
karantina odalarına götürüp çırılçıplak halde incelemişler. Şimdiki durumla
ilgisi yok ama yine de...
- Gerçekten de ilgisi yokmuş.
- Boş verelim bence, seyahatin tadını çıkarmak
istiyorsak bu tip ufak pürüzleri kafaya takmamayı öğrenmemiz gerekir. Öyle
değil mi Kevin? Sen hak veriyorsun bana değil mi?
Kevin ön koltukta, hafif sızmış, başı göğsünde,
sakallı çenesi emniyet kemerine sürtüyor araba sallandıkça. Ne hakkında
konuştuğumuzdan bile habersiz. Beni duyunca gözünü bir karıncanın içine
sızabileceği kadar aralıyor ve belli belirsiz bir sesle mırıldanıyor.
- Telefonundaki o saçma sapan müzikleri keşfederlerse
oteli basıp seni sağır olana kadar dövebilirler. O durumda seni tanımadığımı
iddia edebilirim.
John gürültülü bir kahkaha atıyor Kevin’in alaycı
laflarına. Ben de gülmek istiyorum ama ortasına taş konmuş bir çarşafın
gerginliği derecesinde her an yırtılmaya hazır bir halde olduğum için kendimi
frenliyorum. John gülmesi geçtikten sonra kaldığı yerden devam ediyor.
- Böyle bırakacaksın yani, telefonuna casus bir
program yüklemiş olabilirler. Bence o telefonu ya hiç kullanma ya da en kısa
zamanda format attır.
Artık iyice sıkılmıştım. John’un bu derece ısrarcı
olması haksızlığa uğradığım ve yardıma muhtaç olduğum sanısını güçlendirmekten
başka bir işe yaramıyordu. Oysa ben, başıma gelen şeyin ne olduğuna tam
anlamıyla bir ad bile verememiştim. Boğazımı temizleyip, sesime yalancı bir
resmiyet kazandırarak söylemiştim son cümlemi.
- Unutmak istiyorum tüm bu olanları, Dr. McCooper.
Anlamıyor musun? Ne olduysa oldu, abartmamak lazım. Sonuç olarak sınırı geçtim
ve Çin topraklarındayım. Tadını çıkarmalıyım. Topu topu beş günümüz var
Şanghay’da. İlk iki gün üniversitede geçecek. Kalan üç günde de gezeceğiz.
Böylesi saçma bir muameleden dolayı mahvetmek istemiyorum programımı. Ne
olduysa oldu, suçlu değilim ki kaygılanayım. Kapatalım bu konuyu bence,
üzerinde durulacak bir şey değil. Kapatalım ve bir daha açmayalım. Tamam mı?
Ben bile inanmamıştım bu son söylediklerime ama
kendimden saklamak istediğim şeylerin başkalarının diline dolanması, onların
sorunu haline gelmesi ve onların çözüm konusunda en az benim kadar kafa
yormaları hiç de istemeyeceğim şeylerdi. Yüzümü cama çevirip caddeleri ve
insanları izlemiştim, bir yandan camda belirip kaybolan yüzümün yansımalarına
aldırış etmemeye çalışarak. Gömleğini göbek kısmından kaldırıp şişman karnını
göstere göstere yürüyen orta yaşlı adamları, motosikletinin üzerine boylu
boyunca uzanıp uyuyan yaşlı bir amcayı, bir dükkânın önünde atılan havai
fişeklerin ve çatapatların neden olduğu yoğun dumanı, iki eliyle tuttuğu
torununu kaldırımdaki çöp kutusuna işeten nineyi, parklarda toplanıp dans eden
uzun etekli kadınları hem büyük bir ilgiyle hem de derinlerde gizlediğim bir
endişeyle izledim. Sanki Şanghay’ın ilk bakışta ilginç gelen bu görüntüleri ben
göreyim ve hayran kalayım diye serilmişti gözlerimin önüne. Sanki bu renkli
film, sadece ve sadece benim seyircisi olduğum bir sinemada gösteriliyordu. Her
şey, şimdi aklıma gelmeyen diğer tuhaflıklarla beraber, gizemli bir unutturma
ve üzerini kapatma kumpasının bir parçasıydı. İşe de yaradı, en azından sabahın
üçünde gördüğüm o rüyayla uyanana kadar gayet güzeldi her şey.
Buzdolabının soğuğundan ayaklarım da nasiplensin diye
bacaklarımı dizimin altından büküp gövdeme doğru çekiyorum. Eğer sabaha kadar
Kate’den bir haber alamazsam paraya kıyıp normal telefonla arayacağım onu.
Oğlumdan ayrı kalmanın bu kadar zor olacağını hiç düşünmemiştim. Beş gün ayrı
kalmak zaten yeteri kadar üzerken beni bir de üzerine bu hastalık. Nohut
tanesinin üzerine yüz kat ipek çarşaf serilmiş de ben bu çarşafların üzerinde
uykusuz kalmışım gibi bir şey bu! O nohut orada durdukça ne ipeğin ne de yüz
kat çarşafın benim için bir anlamı var. Şimdi telefon etsem mi diye bir soru
hızlıca geçiyor aklımdan. Leicester’da saat akşam sekiz civarı olmalı. Yemek
yemişlerdir, anne oğul salondaki üçlü kanepede oturmuş oyun oynuyorlardır.
Tabii Cem’in öksürüğü daha da azmamışsa.
Yerimden kalkıp yatağın başına oturuyorum. Sırtımın
arkasına bir yastık koyup, yanımdaki lambayı açıyorum. Bir süre bakışıyoruz
aletin üzerindeki tuşlarla. Olduğum yerde dönüp otel dışındaki bir yeri aramam
için gerekenleri okuyorum, telefonun yanına konmuş PVC kaplı kâğıttan.
Çevireceğim numaralardan emin olduktan sonra telefonu elime alıp kucağıma
koyuyorum. Elimi telefonun ahizesine değdirir değdirmez, sanki benim niyetimi
anlamış gibi çalmaya başlıyor alet. İçimde evirip çevirdiğim, şekilden şekle
sokup tanınmaz hale getirdiğim tereddütler bir anda şaşkınlığa dönüşüyorlar.
Kim olabilir bu saatte? Herhalde “Klimanız bozulmuştur, gelip tamir etmemizi
ister misiniz?” diye sormak için resepsiyondan aramıyorlardır. Belki de
havaalanındaki polisler telefonumda benim bile varlığını hatırlamadığım yasa
dışı bir şey buldular. Yola çıkmadan bir gün önce cep telefonuma 20. Yüzyıl Çin
Tarihi’nin anlatan İngiliz bir tarihçinin kitabını indirmiştim. Bu yüzden sorun
çıkarırlar mı bana? Kitabı okumadım bile, önsözü okurken sızmıştım uçakta. Yok,
kitap olamaz bu durum. Öyle olsaydı odayı aramazlar, kapıyı çalarlardı. Belki
de Cem’in durumu kötüleşti, Kate dayanamadı…
Merakla, ama daha çok korkuyla açıyorum telefonu dördüncü çalışında.
- Alo
Tuhaf bir sessizlik, sonrasında anlamsız bir hışırtı
duyuyorum. Sanki birileri zımpara kâğıdıyla karşı tarafın telefonunu ovuyor.
- Alo, kiminle görüşüyorum?
- Selim, sensin değil mi?
Ses gittikçe güçleniyor. Konuşmak istemediği halde
zorla konuşturulan, fidye için kaçırılmış ve kafasına silah dayanmış bir genç
kadının ürkmüş sesi dolduruyor kulağımı. Sesi de sahibini de çok iyi tanıyor
olmam sırtımdan aşağıya soğuk damlalar yürütüyor.
- Kate?
- Evet benim. Nihayet ulaşabildim sana. Yarım saattir
uğraşıyorum resepsiyonla. Ne onlar beni anlayabiliyorlar ne de ben onl… İki
defa da yanlış odalara bağladılar.
- Ne oldu Kate? Neden aradın beni? Yoksa Cem’e bir şey
mi oldu?
- Hayır, hayır, Cem iyi. Öksürüğü kesildi, az önce
uyuttum. Başka bir şey var. Çok önemli bir haber.
- Ne oldu? Anlatsana hemen. Kötü bir haber mi yoksa?
Yine o anlamsız sessizlikle başbaşa kalıyorum. Her
yöne çekilebilecek, sonsuza kadar uzayıp kısalabilecek o çıldırtıcı sessizlik.
Aralarda hıçkırığı andıran bir ses geliyor ama bunun doğal bir hıçkırık mı
yoksa Kate’in ağlarken çıkardığı kesik kesik inlemeler mi olduğunu
çıkarsayamıyorum.
- Odanda mısın? Oteldeki odanda, otelde yani. Saat
kaç? Orada saat sabaha yakın olmalı.
- Evet, oteli aradığına göre!
- Ha evet, aklım başka...
- Dörde geliyor saat. Bırak şimdi saati. Ne oldu?
- Tahmin etmiştim. Çabuk uyandın, normalde uykun
ağırdır senin.
- Niye aradığını söyleyecek misin?
Kate’in ağladığından eminim artık. Ağzından çıkan
kelimeler sonbahar rüzgârıyla birbirine sürten çıplak dalların takırtısıyla
birlikte ulaşıyor kulağıma. Burnunu çekişi uzaklardan geçen bir trenin uğultusu
gibi derin, gözyaşları binlerce kilometrelik mesafeyi aşıp benim yanağımı
ıslatacak kadar gerçek.
- Sö, söy, söyleyeceğim, söyleyeceğim tabii de… Ablan
aradı.
- Ablam? Benim ablam? Neden?
- Evet, senin ablan. Whatsapp’ten aramış konuşmak için
ulaşamamış. Telefonunu aramış, o da kapalıymış. En sonunda bana yazmış.
Görüntülü konuştuk.
- Eeee, ne diyormuş?
Burnunu çektiğini, incelen sesini düzeltmek için ikide
bir yutkununca boğazında beliren anlık yumruyu, beyaz bir pamuk yumağına
dönüşmüş kâğıt mendille yanaklarını sildiğini; çıplak bacaklarımın altında
ışıldayan beyaz çarşafın kırışık yüzeyinde, tıpkı bir sinema perdesinde
izliyormuşum gibi net bir şekilde izliyorum.
- Baban hakkındaymış.
- Babam mı?
Bir anda değişiyor kafamdaki tüm felaket senaryoları.
Babamla ilgili ne olabilir ki? Yoksa ablamla aralarında yine bir şeyler mi
geçti? Olamaz ama, yılın bu vaktinde ablam ya İstanbul’dadır ya da çocuklarıyla
güneyde bir yerlerde, iş arkadaşlarından birisinin yazlığında. Babam ise yılın
bu vaktinde köyde olmalı. Annemin vefatından sonra köye gitmeyi bırakır
demiştik ama bırakmadı, hatta tam tersine elinde olsa kışları da köyde
geçirecek. Bacayı yaptırttı, evin altına sağlamlaştırıcı kirişler ekletti, ahırının
girişini bizim bahçenin girişinin yanına kaydıran komşuyla yüzyıllar sürecek
gereksiz bir kavgayı başlattı… Hem babamın başına kötü bir şey gelmiş olsa buna
ne kadar üzülebilirim ki ben? Kate işin bu kısmını bilmiyor tabii ki. Her
babayı kendi babası gibi zannediyor; sevecen, şefkatli, diğerkâm. Ona iyi
davandı sonuçta, tüm gelinlerine iyi davrandı. Benim çocukluğumdan ve çocukken
yaşadıklarımdan bîhaber. Herkesten sakladığımı ondan da sakladım sonuçta.
Bilmesin istedim, bende gördüğü zaafları kişisel tarihime bağlamasın istedim.
Böylesi bir mağduriyet edebiyatına sığınmaktan hep imtina ettim.
- Evet, bu sabah köydeki evin çatısını onarmaya
çıkmışmış. İnerken ayağı kaymış ve düşmüş.
- Ne diyorsun sen, Kate?
- Ablanın dediklerini aktarıyorum. Dinle sonuna kadar.
Düşünce kafasını duvarın dibindeki büyük taşların birisine çarpmış ve bayılmış.
Hemen hastaneye götürmüşler ama ilçeye varamadan, yolda vefat etmiş.
- Kate? Kim götürmüş, neyle götürmüş?
- Bilmiyorum, ne bileyim ben. Onu mu sordum!
Artık sessizlik sırası bendeydi. Oda üzerime kapanmış,
beni içine katıp esiri yapmıştı. Ne diyeceğimi bilemediğim için, kelimelerin
yan yana gelerek anlam yarattıklarına dair inancımı yitirdiğim için; ama en çok
da kelimelerin; içimden havalanan, gagaları kana bulanmış akbabaları yakalama
çabasının hiçbir işe yaramayacaklarını bildiğim için susma sıramın geldiğine
karar vermiştim.
- Çok üzgünüm Selim.
- Emin misin, Kate? Ablamın dediklerini doğru
anladığını emin misin? Onun İngilizcesi pek…
- Gerçekten çok üzgünüm, Selim.
- Tamam, ben en kısa sürede ablamı arayacağım. İlk
uçakla da Türkiye’ye gideceğim.
- Benim de gelmeme gerek var mı? Cenazeye yani, çok
bilmem adetlerinizi ama sonuçta kayınpederimdi.
- Onu sonra konuşuruz. Önce bir ablamı arayayım…
-Tamam, iyi bak kendine. Haberdar et beni.
Uzun süre sessiz kaldıktan sonra telefonu kapatmaya
karar verdim. Dilim ağzımın içinde sahibini arayan bir köpek gibi dolanmaya
başlamıştı. İçimde sessiz bir deprem olmuş, sahile vuran dev dalgalar sadece
bedenimi değil dilimi ele geçirmişti anlaşılan. Oturduğum yerde hafiften sola
dönüp yastıklardan birisine sırtımı vermeye çalışırken söylenmeden edemedim.
“Öldün demek haaa! Seni yaşlı çakal, yaptıklarının hiçbirinin hesabını vermeden
basıp gittin bu dünyadan… Sevinsin şimdi ablam!” Tam bu anda dilimin sivri ucu yıllar
önce çekilmiş bir dişin bıraktığı boşluğa doğru usulca sokuldu, uzun süre orada
kaldı, çıkmak istemedi...