İnsanlar zannediyor ki ne kadar fazla sayıda uçarsan içindeki
uçuş korkusunu o kadar yenersin. Sonra istatistikler verirler uçuş korkusunun
ne kadar irrasyonel olduğuna dair. “Bak” derler, hiçbir şeyden korkmadıklarını
ima eden o cesur bakışlarıyla karşısındakini ezerek, “kaldırımda yürürken acemi
bir sürücünün kullandığı bir arabanın altında kalma ya da California sahillerinde
yüzerken köpek balığının dişleri tarafından parçalanma olasılığın çok daha
yüksek. Madem öyle; denize girme, yolda yürüme, evinden bile çıkma. Hatta ne
biliyor musun? Yerfıstığı alerjisinden ölme olasılığın…” Öncelikle şunu kabul
etmek lazım ki bu istatistikler bir birey olarak beni hiç ilgilendirmiyor. Yolda yürüyen milyonlarca insandan birisi
değilim ben, ne California sahilinde yüzmem mümkün ne de bu yaştan sonra
vücudumun yerfıstığına karşı alerji geliştirmesi. İlkokula giden iki çocuğun
annesiyim ben, kocası asılsız bir iftirayla hapse atılmış bir eş, babasını yeni
kaybetmiş bir kız evlat, iki abisi ve bir erkek kardeşi tarafından her işe
koşulmuş ama asla takdir edilmemiş bir kız kardeş, kocasının durumu yüzünden
işinden atılmakla tehdit edilen deneyimli bir reklam şirketi çalışanıyım. Bana
ne milyonlarca insandan! O milyonlarca insan da teker teker, hatta yeri
geldiğinde beşer onar ölüyor zaten, ölmüyorlar mı?
Yoga derslerinde tanıştığım kalite kontrol müdürü Aslı da
benimle aynı fikirdeydi. Ne zaman birisi ona “amma da abarttın, korkulacak bir
şey yok” derse hemen parlar, nereden geldiğini kimsenin anlayamadığı
benzetmelerle muhatabını olduğu yere mıhlardı. Şimdi yanımda olsaydı “Aynı
mantıkla düşünürsek kimsenin piyango bileti almaması gerekirdi canım. Ama bak
dışarıya, Nimet Abla’nın dükkânının önü yaz kış kalabalık. İnsanların gerçeğe
değil umuda ihtiyacı var, sayıların soğuk dünyasına değil sevgi dolu bir
kucağın sıcaklığına ihtiyacı var. Sayıların ve grafiklerin gerçeğin üzerini
örtmek ya da en azından gerçek olanı bükmek için kullanıldığında ne kadar işe
yarar araçlar haline dönüşebileceğini, az buçuk mürekkep yalamış herkes bilir”
derdi. Evet Aslıcığım, yerden göğe kadar haklısın. Herkes bilir ama benim gibi
mesleği insanları kandırmak olan yıllanmış bir reklamcı hayli hayli bilir. Sizin
gerçek dediğiniz şey zaten kendiniz dışındakileri etkiniz altına almak için
uydurduğunuz yalanlar değiller mi? Herkes kendi yalanının en az yalan olduğunu
savunuyor. Gerçeklik dediğiniz şeye sadık kalma konusunda ısrarcı olan herkes,
kendi inandığı değerleri başkalarına dayatmak isteyen bir despota dönüşmüyor mu
kısa bir süre sonra? Kavga da buradan doğuyor zaten. En doğruyu değil de en az
yanlış olanı arıyoruz, en doğruya ulaşacağımız umudunu çoktan yitirmiş
olduğumuz için. Buna rağmen, mütevazı takılıp karşılıklı barış ilan
edeceğimize, istismar edebileceğimiz zayıf noktalar arayarak geçiriyoruz
değerli vaktimizi. Bir delik buluyoruz ve bulduğumuz bu deliği genişletip içine
hayatı yaşanmaz kılan her türlü çöpü dolduruyoruz. Bunun adı da entelektüel
tartışma, hakikati arama ya da aklın rehberliği oluyor. En komik kısmı da ölçüt
olarak da işe yararlığı, hızı, kârı, kendi yarattığımız sınırlar içerisindeki
sözde barışı kullanıyor oluşumuz. Oysa, bu ölçütler de aynı yanlış sistemin
getirisi değiller mi? Hepsi ilerlemeye, özgürlüğe, bilime, paraya, akla ve daha
pek çok gerçek dışı şeye imanın sonucu değiller mi? Ben böyle konuşunca
susturur beni Selim, “Ablam olmasan o postmodern ağzına öyle bir çarpardım ki
bir daha boyunu aşan konularda yorum yapmazdın.” der. Şaka yapar belki ama o
şakanın arkasına saklanmış olan bilim insanı despotluğunu sezerim ben, sezer ve
susarım.
Devamı yayımlanacak romanda... (Bölümler bir hafta boyunca sayfada kalıyor, sonrasında başlangıçtan birkaç paragraf dışındaki kısımlar siliniyor.)
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder