Ağzımın içindeki, o ana kadar varlığından haberdar bile
olmadığım kaygan bir boşluğa doğru hızlıca girdi dilimin ucu. Biraz daha
zorlayınca, damağın o yumuşak dokusunun eğimsiz çukurundaki minik oyukta; ortası
sert, kenarları keskin, dışı hafiften tortulu, kökü çok da derinlerde
olmadığından olsa gerek her dokunmada kurşun kalemin tepesindeki silgi gibi sallanan
bir dişe rastladım. Bastırırsam daha da dibe saplanır diye endişelendiğim için,
dilimin ucunu o pürtüklü sertliğin kenarına soktum, kilitli bir kapıyı açmak
için kasayı kanırtan demir bir levye gibi zorladım iki dişin arasında kalmış
damağın çeperini. Dişin jilet keskinliğindeki kenarlarının dilimin ucunda
bıraktığı tuzlu acılara aldırmayarak devam ettim bu umarsız çabaya. Öyle ki, ağzımın
içinin iğrenç bir çürük kokusuyla –ıslak bırakılmış soğanların ya da kapının
menteşesinde ezilerek ölmüş minicik bir farenin hafızalardan sittin sene
çıkmayan kokusu- dolmasına aldırmadım.
Ne pahasına olursa olsun sökmeliydim o oynak dişi saklandığı mağaradan, çıkarıp
atmalıydım ağzımdan, kurtulmalıydım onun ruhuma her daim enjekte ettiği bu melun
ve apağır sıkıntıdan…
İyi ama daha önce neden rahatsız etmedi bu diş beni de
şimdi, aldığım her solukta birileri tarafından izleniyormuşum hissinin
ciğerlerimi gere gere şişirdiği zifiri karanlık bir zaman diliminde başıma bela
oldu? Bu soru bir kenarda duracak olsa diğerleri sırayla üzerime
çullanacaklardı, farkındaydım durumun. İnsan kötü bir niyeti olmadığı halde
neden kötü bir niyeti varmış gibi algılanmaktan endişe duyar? Ya da bu
endişenin insanın içine ilmek ilmek işlenmesi o insanı ezmenin ilk adımı mıdır?
Belki de kötü niyet, tüm o saklanma çabalarına rağmen tam anlamıyla
saklanamadığı için kızıl ateşini değil de belli belirsiz dumanını salıyordu
zihnin sonsuz genişlikteki ormanına. Beyin ve bilinç arasındaki o bulutsu ayrım
olmasaydı, yani kandırmaktan hoşlanan beyinle kandırılmaktan hoşlanan bilinç
milyonlarca yıllık evrimsel süreçte birbirleriyle kardeşçe geçinmeyi öğrenmemiş
olsaydı; din gibi, millet gibi ve hatta sanat gibi kurgusal aynalar var olabilir
miydi? Havaalanındaki şüpheci polis memurunun çizgi gibi gözleri, telefonumu
karıştıran görevlinin müstehzi bakışlarını gizlemek için kurguladığı muhtelif gülümsemeler,
yanı başıma dikilen omzu tüfekli askerin çocuksu yüzüne yakışmayan ciddiyet, valizimi
alırken geç kaldığımı iddia edip arkamdan çemkiren şişman görevli,
sabırsızlıkla beni bekleyen iki arkadaşımın yüzlerinden okunan çengeli uzun
soru işaretleri... Bütün bunlar silinecek mi hafızamdan eğer dilim, toprağı
yarıp ağacı kökleriyle birlikte söken bir kepçe makinesi gibi o meşum dişi
yerinden sökebilirse? Ya da?..
Dilimin ucunun kızardığını, aşırı derecede hassas hale
geldiğini ve kızgın demire dokunan su damlası gibi patlayarak geri çekildiğini
biliyordum. Vazgeçmeye ramak kalmışken alt damağımla dilim arasında sert bir
şeyin yuvarlandığını hissettim. Bir tavla zarı ya da küçük bir misket gibi
dolanıp duruyordu ağzımın pürtüklü boşluğunda, ne dudaklarıma yanaşıyordu ne de
boğazıma, ne de duruyordu olduğu yerde. Kendisine yeni bir yörünge bulmuş
bilinçsiz bir gök cismi gibi tavaf ediyordu meçhul bir merkezi. Belki de tam
tersine, yeni bir merkez arıyordu başıboş kalmış kırık dökük bedenine. En
sonunda ben de dayanamadım, soktum parmağımı ağzıma. Başparmağımla
işaretparmağım arasına sıkıştırıp aldım miadını çoktan doldurmuş bu çürük dişi.
Ağzımın içindeki o koku, bulduğu oluktan fışkıran su gibi çıkıp gitti
bedenimden. Bu sırada güneş damlalarının konik huzmeler halinde pencereden
üzerime yağdığını fark ettim, kirpiklerim gölge olup gözlerime değiyorlardı.
Neredeydim ben, ne yapıyordum burada, saat kaçtı, Kate neredeydi, Cem’in
öksürüğü geçmiş miydi? Avcumda tuttuğum dişi iyice sıkıp derimi acıtana kadar sessizce
bekledim. Pencereye yanaştım, sol elimin yardımıyla küskün bir çocuk gibi
kendine doğru büzülmüş olan sağ elimi açtım. Oradaydı evet, simsiyah bir elmas
gibi parlıyordu avcumun ortasındaki diş. Güneş ışığının rengi değişmiş, beyaz tayflar
kömür karalığındaki kemik parçasının köşelerini daha belirgin, ucu kanlı kökünü
ise daha görünmez hale getirmişti. Isınan oda, etimden boğazıma doğru akan
kanın ılık tadı, havaya karışan metalik koku, gittikçe daha hızlı kalkıp inen
göğüs kafesim…
Devamı yayımlanacak romanda... (Bölümler bir hafta boyunca sayfada kalıyor, sonrasında başlangıçtan birkaç paragraf dışındaki kısımlar siliniyor.)
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder