Bu Blogda Ara

10 Ocak 2018

Çin Mektupları 35: Harbin

Havaalanından çıkınca gerçek anlamda kavrayabiliyoruz eksi yirmi derecenin insanın teninde nasıl durduğunu! Ya da durmadığını, rüzgârda tir tir titreyen incecik bir yaprak gibi kımıldadığını, kaçacak yer aradığını, bulamadığı için de kucakta tutulmaya çalışılan vahşi bir hayvanın fırsat buldukça dişini geçirebildiği yerleri ısırması gibi açıkta kalan yerleri anında acıttığını… Şamar gibi çarpan, teneke ağzı gibi kesen, tene yatay bir şekilde girmiş kıymık gibi acıtan bir yanı var soğuğun burada; insana havayla temas eden yerlerini ânında anımsatan saldırganlığı çalıların arkasında gizlenmiş bir kaplan gibi her an tetikte, her an teyakkuzda. Tren istasyonlarında bile taksi durağını üstü kapalı bir yerde kuran Çinli şehir plancıları nedense adı buzla ve soğukla anılan Harbin’de durağı dışarıya, hem de kapının hemen dibine değil de havaalanının bittiği yere koymuşlar. Mecburen yürüyoruz yüzümüze çarpan soğuğun şaşkınlığı ve ürkünçlüğüyle, çok da uzun olmayan bir sıraya giriyoruz.
Üzeri tamamıyla buz tutmuş olan nehir. 
İlk dersimizi, yani Harbin’de yere bakmadan yürümenin tehlikeli olduğunu; bir yandan taksilerle durağı ayıran sopsoğuk metal parmaklıklara dokunmamaya özen gösterip -otların arasında yürürken çıplak bacaklarını ısırgan otlarından sakınan köy yaşamına deneyimsiz kentliler gibi- bir yandan da olduğumuz yerde ördekler gibi yalpalarken öğreniyoruz. Harbin, dışarıda bırakılan her türlü sıvının kısa sürede buza dönüştüğü bir kent. Yerlerde buzlaşmış ve kaskatı olmuş su birikintileri dikkatsiz yayalar için kurgulanmış tuzaklar gibi sinsi.  Çantanıza koyduğunuz içme suyundan, ağzınızdan çıkan buharın ıslattığı maskenin iç çeperine kadar her şey sıcakla teması kesildiği andan itibaren buzlaşma evresine giriyor. Neyse ki taksi bizi pek bekletmiyor. Elimiz ayağımız uyuşmadan atıyoruz kendimizi arabanın ılık sinesine. Yol sandığımızdan daha uzun, hava beklediğimizden daha kapalı ve taksimetre yola çıkmadan önce okuduklarımızdan daha fazla çıkıyor ama kimsenin böyle şeyleri takacak durumu yok. En birincil hedefimiz; önümüzdeki üç günü hastalanmadan, yataklara düşmeden, öksürüp hapşırmadan, düşüp bir yerimizi kırmadan, kazasız belasız bir şekilde atlatmak ve planlandığı gibi Salı günü evimize dönüp Çarşamba günü derslerimize kaldığımız yerden devam edebilmek.
Otel –tıpkı tüm kapalı yerler gibi- sıcacık, hatta o kadar sıcak ki şortla ve tişörtle oturabiliyorum odanın içerisinde. Aynı durum alışveriş merkezleri ve lokantalar için de geçerli. Satıcı kızlar ve garsonlar kısa kollu gömleklerle geziniyorlar ortalıkta. Dışarıya içerisinin bu derece büyük bir farkla (En azından 40 santigrat derece) birbirinden ayrılmış olması hem sevindirici hem de düşündürücü. Çanco’da –Yangtze Nehri’nin güney kenarına yakın tüm kentlerde- bu fark neredeyse gözlemlenemeyecek kadar azdır. Biz ofiste ve sınıfta montumuzu çıkarmayız, evlerimiz bile doğru dürüst ısınmadığı için kat kat elbiseyle dururuz evin içinde. Otel odasının penceresinden sekizinci kattan aşağıya bakayım diyorum ama hevesim kursağımda kalıyor. Camlar iki katlı. Dışarıdaki cam buzla kaplanmış olduğu için dışarıyı göstermiyor. Zayıf, içine siyah kaçmış beyaz bir ışık vuruyor odanın içine, hepsi o kadar. Nesneleri kirli siluetlere dönüştüren, siluetleri eskimiş ve renkleri solmuş eşyalar halinde gözün önüne geri getiren bir özelliği var ışığın. Çekingen, utangaç, eve zorla getirilmiş bir misafir gibi koltuğun kenarında ilişmiş… O da birazdan yok olacak çünkü saat dört olmadan kararıyor burada hava.
Tatlı pateteslerini satan seyyar satıcı. 
İlk günün heyecanıyla sıcağın bedenlerimizi fazlasıyla mayıştırmasına izin vermeden kendimizi dışarı atıyoruz. Kafamda iki şapka, pantolonumun altında iki içlik, ayaklarımda üç kat çorap, çorapların altında “ısı paketi” denilen kimyasal bir ürün, ağzımda maske, ellerimde eldivenler, birbirinin içinde kaybolmuş yünlü giysiler. Homurdanan ve ağzından dumanlar çıkaran dev bir beyaz lahanaya benzemem için yürümeyi bırakıp yuvarlanmaya başlamam yeterli. Bunca önleme rağmen yine de üşüyor bacaklarım ama yürüdükçe ve konuştukça unutuyorum üşüme duygusunu. Caddeler insan kaynıyor, arabalar burada da vızır vızır, e-bisiklet neredeyse hiç yok. Birkaç üçteker görüyorum, kurye şirketlerine ait motorlu araçlar, üzülüyorum adamların haline. Bu soğukta, ekmek parası için katlandıkları sıkıntının onda birini kendimin yaşamıyor oluşu ve buna rağmen eften püften bahanelerle içinde yaşadığım koşullara isyan edişim… Sonra kendime kızıyorum, her durumda kendime haksızlık etmek için kolay bir bahane bulup kavgadan vaz geçmeye bu kadar yatkın oluşuma çemkiriyorum.
Bitiş çizgisini göğüsleyen buzdan bir koşucu. 
Akşam trafiği çirkin yüzünü göstermemiş henüz. Kentin üzerinde boğuk, duman mavisine çalan, kör bir testerenin paslı dişleri gibi parmaklardan ırak tutulası basık bir hava var. Arabalardan çıkan egzoz gazlarının gidecek bir yerinin olmaması, tıpkı bizler gibi sıkışıp kalması duvarlar arasında, kentlerin ve kentleri yuva edinen insanların alınyazısı maalesef. Ağzımızdan çıkan buhar tüm koyuluğuna rağmen arabaların çıkardığı dumanlarla yarışamıyor. Bir de sağda solda beklerken sigara tüttüren adamların ağızlarından çıkan, normalden daha yoğun ve daha güçlü görünen gri dumanlar var havaya karışan. Sisin, dumanın, buharın ve yavaş yavaş geceye dönüşen günün arasında yürüyoruz kaldırımlarda.
Beni en çok etkileyen heykellerden birisi: Koşan atlar.
Sanki daha önce bu kente defalarca gelmişiz gibi bir his var içimde. Gidilecek yerler belli. Sola dönüp düz gidince nehre varıyoruz, nehrin karşı yakasında Güneş Adası Parkı var, parkın yakınlarında teleferik.  Daha ileride, köprünün olduğu yere yakın bir noktada On Dokuzuncu Kar ve Buz Festivali’nin yapıldığı geniş alan var. Yol üzerinde bir alışveriş merkezi, yer altını asırlık bir örümcek ağı gibi sarmış dükkânlar ve kavşak noktasında Ayasofya Kilisesi var. Yoldan karşıya geçip, binaların arkasına dolanırsak da turistler için düzenlenmiş yürüme ve alışveriş yoluna ulaşıyoruz. Binaların eskiliği ve mimarideki Rus etkisi göze ilk çarpan farklılıklardan. Sanki İstanbul’da Bankalar Caddesi’nde yürüyorum, bir tarafımda işlek dükkânlar, diğer tarafımda tarihi binalar. Giriş kapılarının yanlarında binanın hangi yılda, kimler tarafından ve ne amaca hizmet etmek için inşa edildiği yazılı. Bir Musevi Bankası, bir Rus malikânesi, bir postane, bir vergi idaresi…
Şehir içerisindeki parkın girişi. 
Duvar kenarlarına konmuş çöp poşetlerinden sızan sarı-yeşil sular kaldırım boyunca akmış ama yola ulaşamadan donduğu için sırtüstü yatıp bacaklarını dört yana açarak yeşil-mavi karnını güneşte ısıtan dev kertenkelelere dönüşmüşler. Dökülmüş bir yemeğin, merdivene boşaltılmış bir midenin –votka tutkunluğu burada da mı var yoksa?-, yere düştükten sonra üzerine basılmış ve o halde donmuş meyvelerin, turistlerin ceplerinden düşmüş eldiven teklerinin, nereden kopup geldiği bilinmeyen taş sertliğindeki buz parçalarının arasından etrafa; üşümüş kadınların sırf üşümüş oldukları için çekici görünen pembe yüzlerine, bu yüzlerin ortasından ıslak bir kiraz gibi parıldayan kırmızı burunlarına, buz kristallerinden olsa gerek her kırpılmaya ışıldayan kirpiklerine; soğuğa aldırmadan koşuşturan çocukların ikide bir kayıp düşmelerine ve onları yerden kaldırayım derken kendileri de yere yapışan ebeveynlere; yeni gelinen bir kente alışmaya çalışan gezginler gibi şaşkın şaşkın bakarak ulaşıyoruz Ayasofya Kilisesine. Saat beş bile değil ama hava akşamın sekizi gibi karanlık. Meydan insan kaynıyor. Çoğunluğu gençlerden ve genç ailelerden oluşan bu topluluğun arasına karışıp kendimizin ve Rus mimarisinin tartışmasız bir örneği olan kilisenin fotoğrafını çekiyoruz.
Ayasofya Kilisesi - Müzesi 
Bana en çok Moskova’da ya da Petersburg’da gördüğüm kiliseleri anımsatan bu yapı büyük bir olasılıkla zamanın Sovyetler Birliği’ndeki bir kilise örnek alınarak yapılmıştır. Zaten tarihi kaynaklar da Rusya-Japonya savaşında kaybeden Rus askerlerin moralleri düzelsin diye bu kilisenin inşa edildiğini yazıyor. Ayasofya’ya kilise demek doğru değil aslında. Tıpkı batıdaki (İstanbul’daki) örneğinde olduğu gibi kentin simgelerinden birisi olan bu mimari güzellik yönetimdekiler tarafından müzeye çevrilmiş. Giriş bileti 15 RMB (yaklaşık 8 TL) ama akşam olduğu için müze kapalı. Yarın geliriz diyerek kubbeli yapının etrafında dolanıyoruz, turistleri ve seyyar satıcıları gözlemliyoruz.  Sokak lambalarının altında ışıl ışıl parıldayan rengârenk “tanghulu”ları ve şişe geçirilmiş sosisleri önceden de biliyorum ama meydandan yola inen merdivenlerin dibinde yaşlı bir kadının fındık sattığını görünce şaşırıyorum. Fındık değildir diye yakından kontrol ediyorum ama yanılmadığımı anlamak şaşkınlığımı daha da arttırıyor. “Vay anasını!” diyorum içimden, “Ordulu Ali, ne yaptı etti, Çin’de de buldu fındıkları.”
Cennet Tapınağı'nın buzdan bir maketi
Müzenin de içinde bulunduğu meydandan inince cadde boyunca yürüyoruz. Ara ara seyyar satıcılar çıkıyor karşımıza, sağlı sollu dükkânların önlerinde bekleyip içeriye müşteri davet eden teşrifatçılar yok burada, seyyar hoparlörlerle bangır bangır sokağı inleten mağaza çalışanları da. Daha sessiz, daha utangaç, yağan karı izlerken insanın içine yayılan huzura benzer tarifsiz bir dinginlik var kentin sokaklarında. Tatlı patates satıcısının içi köz dolu varilinden, yağmur dolu bir bulut gibi yükselen boz dumanın ve bu dumanın ortasından bir görünüp bir kaybolan siluetin, dev sahnelerde gösteri düzenleyen sihirbazların şovlarını aratmayacak bir kırılganlığı var sanki. Başı kırmızı bir atkıya sarılı satıcı kadın ve kızgın kurşuni varil kaybolacak birazdan, bir tek sıcak patatesler kalacak kaldırımın kırağı tutmuş zemininde, buruşuk mor derilerinin elverdiği kadarıyla somurtacaklar yoldan geçen kalabalığa, ya da gülümseyecekler derilerini gere gere içlerindeki sapsarı tatlılığın da verdiği bir rehavetle. Patates satıcısının durduğu köşe, etrafında konuşlanmış küçük müşteri kalabalığı, hemen oracıkta poşetin içine doğru yumulup avuçları yakan reçel kıvamındaki pelteyi mideye indirmeye çalışan çocuk ve kenarda bekleşip közlenmiş patatesin kokusuyla yetinenler… Tüm bu görüntüler, binalardan ve arabalardan gelen ışıkların soluk bir maviye dönüştürdüğü akşamın alacakaranlığına eklenen itinalı bir sonsöz gibi iyice kazınıyor belleklerimize. Közlenmiş patatesin kokusu yayıldıkça yayılıyor kentin dar sokaklarına, bir lokantaya girip vakit kaybetmek istemeyenleri çekiyor kendisine doğru, belki de nehrin karşı yakasındaki buzdan heykellerin ruhuna karışıyor, o saydam külçelere Harbin’den gerçekçi bir renk üflüyor.
Yolun sonunda Saolin Parkı’nı görüyoruz. İçine girmeyeceğiz ama girişe konmuş buzdan heykeller bile insanı heyecanlandırmaya yetiyor. Yeşil, mavi, sarı ve mor renklerin hâkim olduğu geniş bir spektrumda buzların renkleri sürekli değişiyor, kimi zaman yumuşak bir geçişle dalga boylarının büyüyüp küçülmelerini izliyoruz, kimi zaman da âni sıçramalara tanık oluyoruz. İçeriye giriş fiyatının 150 RMB olduğunu öğrenip –karaborsada 100 RMB- nehre doğru ilerliyoruz. Yollar gittikçe kalabalıklaşıyor, daha çok turist var kaldırımlar boyunca, daha çok çocuk ve genç çift.
İçine kıç üstü oturup yokuş aşağı kaydığımız tüpler. 
Nehrin kenarındaki küçük meydana girmeden önce buzdan yapılmış 12 hayvanlı takvim çarpıyor gözümüze. Bir at kafası, bir yılan gövdesi, şirin bir köpeğin şişman gövdesi… Bana öyle geliyor ki herkes kendi hayvanını bulup onunla fotoğraf çektiriyor burada, kimsenin buzdan yapılmış bu güzel heykellerin üzerindeki inceliklerle, onları yaratan ustanın çektiği sıkıntılarla ilgilendiği yok gibi. Gerçekten de bir buz heykeltıraşı ne hisseder nehrin ortasından getirilmiş kocaman saydam bir küpün içinden narin bir atın kafasını, kızgın bir ejderin dişlerini, inatçı bir koçun boynuzlarını çekip çıkarırken? Yaptığı sanatın birkaç ay sonra eriyip gideceğini, hiç var olmamış gibi hiçliğe karışacağını bilir ve yine de gocunmaz mı? Yoksa, ne de olsa eriyecek deyip baştan salma mı yapar işini! Bizde hep sanat için ölümsüzlük arayışı, insanın ulvi olana olan hasretini gidermesi gibi metafiziğe kaçan ifadeler kullanılır. Oysa buzdan heykeller yapan bir sanatçı için ne daimilik söz konusu ne de ulvi olanla birleşme arzusu. Torunlarına “Bak şu kocaman at heykelini ben yaptım.” diyemeyecekler. Suyun katı halinden yapılan bu müstesna yapıtlar; her şeyin geçici olduğunu, içimizde tuttukça bizi kemiren kinlerimizin, nefretlerimizin, kıskançlıklarımızın bir ömürden daha uzun olamayacaklarını anlatıyorlar adeta. Sadece olumsuzluklar değil ki fani olanlar, olumlu olanlar da kavuşacak hiçliğe kısa bir süre sonra. Aşklarımız, zevklerimiz, uğruna büyük riskler aldığımız şehvetlerimiz, takıntı haline getirdiğimiz alışkanlıklarımız, üzerlerine titrediğimiz sevdiklerimiz… Her şey, her şey o kadar geçici ki insan ister istemez soruyor klişe haline gelmiş meşhur soruyu: Bu kadar kısa bir hayatın içerisinde hep birlikte güzel bir şekilde yaşamak varken yıkıcı olmak, kırıcı olmak, vicdandan ve merhametten yoksun olmak neden? Yanıtı biliyor olsam da hayıflanmadan edemiyorum. Belki diyorum içimden, belki hayatlarımız daha kısa olsaydı değerini daha çok bilirdik ve elimizden geldiğince bencilliği bir kenara bırakıp tüm insanlık için gerekli olan barışçıl bir hayatı birlikte kurmaya çalışırdık.
Aynı atlar, gün ışığıyla. 
Hayvan heykellerinin yanından uzaklaşıp buz tutmuş nehrin kıyısına varıyoruz. Buzdan heykellerin sanatsal anlamı üzerine kurguladığım sorular nehri görünce daha sonra geri gelmek üzere uçup gidiyorlar. Nehir, neredeyse 1 km genişliği olan büyük bir su, tamamıyla buz tutmuş. Üzerinde insanlar, hayvanlar, arabalar, oyun parkları, kızaklar, seyyar satıcılar ve fotoğrafçılar var. Akşam olması dolayısıyla havai fişekler ve içlerindeki sıcak havayla göğe salınan kırmızı fenerler en çok rağbet gören eğlencelikler. Bunun yanında buzun üzerinde paten yapan çocuklar, geyiklerin ya da köpeklerin çektiği kızaklar, topaç kırbaçlayan seyyar satıcılar, arabaların çektiği ve patinaj yaptırdığı altı kaygan plastikle kaplı çoklu oturaklar, özçekim yapmakta zorlanan çiftlerin imdadına koşan yaşlı fotoğrafçılar, karlı ormanlarda buldukları tilki ve kurt gibi vahşi hayvanları yanlarında tutup birlikte fotoğraf çektirmek isteyenlerden para isteyenler teker teker bu curcunanın içinde yerlerini bulmuşlar, günün son kazançlarını yapmaya çalışıyorlardı. Nehrin üzeri o kadar renkli, o kadar keşmekeşti ki bir anda karşıma çıkan deveyi görünce şaşırmamış, gülüp geçmiştim.
Ertesi gün bu nehri gündüz vakti geçerken de pek farklı bir manzarayla karşılaşmıyoruz. Isıtmayan kış güneşinin altında, gözden uzaklaştıkça kırık yakamozlardan ziyade gümüş bir tepsi halini alan nehrin uçsuz bucaksız yüzeyine bakarak geçiyoruz karşı yakaya. Güneş Adası’ndaki buzdan heykeller kar beyazlığında. Koşan bir vahşi at sürüsü, sadece kanatlarını değil diri memelerini de germiş bir melek, Dali’nin gerçeküstücü yapıtlarını andıran saat imgeleri, kardan bir çam ağacı, tek ve çift boynuzlu fantezi edebiyat karakterleri, büyük bir balık tarafından yutulmak üzere olan küçük bir balık, karnını güneşe çevirip sırt üstü uzanmış şişman bir kedi… Onlarca yapıt yan yana dizilmişler. Her birinin bir hikâyesi, her birinin bir geçmişi var elbet. Gerçekten de insanı hayrete düşüren detaylarla bezenmiş bu yapıtları defalarca, bıkmadan usanmadan izliyoruz, inceliyoruz, hatta bazen tartışıyoruz. Bazıları 4-5 katlı bir bina boyunda olan heykellerin bir kişi tarafından değil de bir takım tarafından yapılmış olması ise insanı şaşırtan başka bir ayrıntı. Kolektif bir çalışmanın ürünü olmalarına rağmen tek bir zihinde kurgulanmış ve gerçeklenmiş izlenimi veriyorlar çünkü.
Bir ara ben kalabalıktan kopup, heykellerin ve donmuş gölcüğün arkasına doğru ilerliyorum. Orada, insanların pek uğramadığı, ayak izlerinin kirletmediği geniş bir alanda uzun uzun izliyorum sessizlikle daha bir anlam kazanan kar manzarasını. Dokunsam kırılacak, başkalarına haber versem bozulacak, yaklaşsam bana sırtını dönüp kaçacak bir sevgili gibi utangaç bir yanı var karşımdaki bu eşsiz görüntünün. Güneşin battığı yönde ağaçların tepelerinden ışıldayan kar yığınları, hızla batan güneşin genleşen lastiğin üzerindeki kara lekeler gibi uzattığı gölgelerimiz, insanın eli değmeyince çılgınlıklar peşinde koşmaktan bir an için geri durmayan doğa, maskemi çıkardığımda aldığım her nefesle dişlerimi sızlatan temiz ve soğuk hava, karların ortasında hoplaya zıplaya yürüyen küçük siyah kuşlar, elinde kızağıyla hangi tepeden indiğini çözemediğim ama yolunu kaybetmiş olduğuna emin olduğum kırmızı gocuklu bir çocuk… Bana nedense Çehov’un –ya da Nabokov’un- öykülerinde düello yapılmadan önce betimlenen, üstü karla kaplanmış çayırlık alanları anımsatıyor bu eşsiz beyazlık. Birazdan çıkacak Puşkin ağaçların arasından, çıkacak ve kaçınılmaz sonuyla yüzleşecek…
Her şeyin geçici olduğunu varlığıyla anımsatan "Kar Buda" heykeli. 
Ertesi gün de köprüyü geçip ziyaret ettiğimiz Kar ve Buz Festivali’nde benzer duygularla dolup taşıyorum. Beni en çok heyecanlandıran heykellerden birisi kar gibi beyaz dev Buda heykeli oluyor. İster istemez aklıma geliyor Buda’nın “Hiçbir şey ebedi değildir.” lafı. Bunu buzdan bir Buda heykelinin önünde düşünüyor olmam doğal olarak bir ekleme yapmama vesile oluyor. “Hiçbir şey ebedi değildir, Buda dâhil.” Çünkü o da eriyecek ve yer altı sularına karışacak, oradan nehirlerle, denizlerle birleşecek. Buhar olup bulutlara evrilecek, yağmur olup toprağa karışacak, sonra tekrar nehir, belki buz belki değil… Hermann Hesse’in Siddhartha’sında olduğu gibi dönüşecek hiç durmadan.  Bu sonsuz döngüde mutlaka bir defa daha Buda olacak ama ne zaman, hangi rastlantının iddiasız eliyle? Ne kendisi bilecek bu sorunun yanıtını ne de bizler. Evrenin devasa boyuttaki döngüleri içerisinde küçücük bir yeri olan ve onu bile anlamakta zorlanan –çoğunlukla yanlış anlayan- insan için zor bir çıkmazdır bu. Buda olmadan, yani değişimden ve dönüşümden bağımsız bir ruhunun var olduğunu inkâr etmeden varılamayacak bir bilgidir. Buzdan yapılmış Buda heykeli de aslında heybetiyle ve büyüklüğüyle değil, birkaç ay sonra baharın çiçekleriyle eriyecek olmasıyla anlatmakta bu acı gerçeği bizlere. Belki de tüm bu geçiciliklerin onulmaz çekiciliğinden gerekli ders alıp “Evet; insanım, kendimi bilmekle malulüm ve tedavi olmak istemiyorum.” diyebilmektedir hüner.
Dev dev buzdan yapıtlar. İnsanlar ne kadar da küçük görünüyorlar. 
İçi ışıklı buzlardan ya da sert kardan yapılmış heykellerin dışında başka eğlenceler de vardı Harbin’de.  Rus malları satan küçük marketlerden çikolata ya da matruşka almak, yer altındaki uzun ve girift alışveriş merkezlerine kentin bir yerinden dalıp bambaşka bir köşesinden çıkmak, yeni yıl akşamı geri sayım için gidilen barda Belçika birasıyla Çek birasının arasında fark olmadığı üzerine komik iddialara girmek, yürüme caddesi üzerinde alınan buz tutmuş tanghulu’ya diş geçiremeyince yedi muşmuladan beşini çöpe atmak, Saolin Parkı’ndaki buzdan tapınağa tırmanıp kayarak buzdan duvarlarla örülü labirentin içinde kaybolan çocuklara yön göstermek –ya da tam tersine onları kandırıp, ikide bir çıkmaz sokaklarda kıvranmalarını sağlamak- , vejetaryen yemek bulmak için caddeler boyu yürüyüp en sonunda bir Rus lokantasında domates soslu makarnayla karın doyurmak, soğuktan elleri üşüyen çiftlerin sıcak su dolu kâğıt bardakları aynı anda avuçlayıp birbirlerinin parmaklarına yalancıktan dokunarak romantik komedi filmi taklidi yapmalarını izlemek, kırık kızakların parçalarının çöp kutularının arkasında yığılışına şahit olmak, lastik tüplerinden yapılmış kızakların ortasına kıç üstü oturup virajlı ve tümsekli tepelerden aşağıya hoplaya zıplaya kaymak, donmuş göletin üzerinde arkası lastik tekerli önü kızaklı bisikletlere –toplamda iki tekeri var ne de olsa!- binmek, teleferiğe binip buz tutmuş nehri düşsek de bir şey olmaz şakaları yaparak geçmek, içine zencefil katılmış sıcak koka kola içmek, donmaması için içindeki su kocaman makinelerle sürekli çalkalanan özel bir havuza eksi yirmi beş derecede atlayan yüzücüleri izlemek,  Halkın Kurtuluş Ordusu karargâhı şeklinde tasarlanmış ve eski süsü verilmiş bir dinlenme yerinde Mao fotoğraflarına ve kırmızı kitaplara bakarak haşlanmış mısır ve donmuş cennet hurması yemek, seyyar dondurmacıların mallarını kaldırıma sermelerini–ne de olsa erimeyecekler!- ve bu şekilde buzdolabı maliyetinden muaf olmalarını görmek, Ayasofya müzesinin içinin de en az dışı kadar kalabalık ve meşgul olduğuna üzülerek tanık olmak ve kedilerin eksi yirmi derecede bile sokaklarda sıvı halde yaşayabiliyor –mutlaka sığındıkları sıcak bir yer vardır geceleri- oluşlarına sevinmek…
Donmuş gölcüğün üzerinde kayanlar ve arka planda dev bir buz şato. 
Harbin pek çok yönüyle bambaşka bir Çin deneyimi sunuyor kendisini görmeye gelenlere, kışın uzun ve soğuk akşamlarını birlikte eğlenceli hale getirmek isteyip yolunu bu sınır kentine düşürenlere. Gördüğüm kadarıyla da, vakur ve ciddi duruşunun arkasında, ince eleyip sık dokuyarak besleyip büyüttüğü ve nihayetinde arzuladığı kıvama getirmeyi başardığı şamatacı kimliğinin yardımıyla istediğini fazlasıyla elde ediyor.
Ali Rıza Arıcan – 7 Ocak 2018, Çanco

Bu yazı ilk olarak http://www.cinhh.com/buzun-konustugu-kent-harbin/ sayfasında yayımlanmıştır.

Diğer fotoğraflar:

Bangkok'taki tapınakların birisinin maketi. 

Çin'in meşhur biralarından Snow. Buzlu bira değil, buzdan bira :) 

Bu fotoğrafta görülen her şeyin buzdan yapılmış olduğunu bilmek bile yetiyor insanın içini ürpertmeye. 

Cennet Tapınağı'na başka bir açıdan bakış. 

Yazıda sözü edilen kanatlı melek / mitolojik karakter. 

Tatlı patatesin iştah açan dumanı

Kardan bir ev...

Bir yüz, yapılma aşamasında. 

Donmuş göl üzerinde gün batmaya hazırlanan güneş. 

Kayarak içine düşülen labirent. Sevdiğim fotoğraflardan. 

Aynı melek / kanatlı karakter. Gece ışıklandırmasında. 

Buzdan bir dragon. Ağzından ateş çıkarıyor mu acaba?  

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder