Yedinci Aforizma: Dünyayla sorunları olmayan insan yazmamalı
bence. Moda oldu şimdi. İki cümle yazıp, sosyal medyada beğeni kazanan herkes
yazar, şair oluyor… O gazla hemen gidiyorlar, meşhur bir yazarın verdiği
yaratıcı yazarlık kursuna. Zannediyorlar ki çıkınca hepsi Zola ya da Tolstoy olacaklar.
Olmadığını, olmayacağını anlamanız için kaç yüz kişinin daha bu kurslarda heba
olması gerekiyor? Geçen kış Beyoğlu’nda gezerken bir afişe rastlamıştım. Ünlü
isimler, bir haftalık yaratıcı yazarlık semineri verecekmiş. Sırf merakımdan
telefon ettim, fiyatı sordum. 2.000 TL gibi bir şey söylediler. Ucuz da değil
yani, kolay mı? Bitince Dostoyevski olacaksın! Bir yıl sonra kitapların Orhan
Pamuk’un kitaplarının yanında satılacak. Hatta Haldun Taner ve Sait Faik
ödüllerini beğenmeyip doğrudan Nobel’e uzanacaksın. Bakınız, tüm samimiyetimle
yazıyorum bunları. Sapla samanı ayırmak ve naif ruhlara bir iyilikte bulunmak
için yapıyorum yani. Yaratıcı Yazarlık kurslarına gitmeyiniz, gidenleri
uyarınız, gücünüz yetiyorsa engelleyiniz. İlla gidecekseniz, bir ya da iki
kitap yayınladıktan sonra, yani yazar olduğunuzu kendinize kanıtladıktan sonra,
tekniğinizi geliştirmek ya da başkalarının düşüncelerini öğrenmek için gidiniz.
Neden mi? İzah edeyim. En başta, bu kurslarda iki önemli konu birbirine
karıştırılıyor. Yaratıcılık ve yazarlık. Yaratıcılık öğretilir, öğretiliyor da
zaten. Bunca güzel sanatlar fakültesi, bunca edebiyat bölümü neden var? Binlerce
öğrenci her yıl öğrenmiyor mu resim yapmayı, müzik bestelemeyi, deneme / öykü /
şiir yazmayı? Ver herhangi bir lise mezununa beş farklı karakter, bir mekân ve
bir çatışma; sana öykünün en güzelini yazar. Dahi olmaya gerek yok roman yazmak
için. Bakın televizyon dizilerinin çoğuna, sizce o dizileri yazanlar çok mu
zekiler, çok mu yaratıcılar? İçlerinde mutlaka istisna güzellikte yapıtlar
vardır ama genel olarak TV dizileri pespayelikten, klişeden geçilmez. Yazılan
kitaplara da bakın. Liseli öğrenciler bile roman yazar oldu artık. Yazamazlar
demiyorum, tam tersine yazarlar ve bunda abartılacak bir şey yok diyorum. Mesele
de burada başlıyor zaten. Sorun bir
şeyler yaratmak değil ki; sorun yazmak, sorun güzel yazmak, sorun okuyucunun
aklına değil yüreğine girmek, sorun yazarak bir şeyleri değiştirebileceğine
inanmak ve bu uğurda dünyaya meydan okumak. Yani yazar olmak için dünyayla bir
sorununuz olmalı, yumruklarınız hep sıkılı olmalı, mutlu olabilirsiniz ama aynı
zamanda eksik hissetmelisiniz kendinizi. Huzursuz olmalısınız, içinizde atlar
tepiniyor olmalı. Bir şeylerin değişebileceğine, dünyanın daha güzel bir yer
olabileceğine, insanların huzura kavuşacağına inanmalısınız ve bu uğurda çaba
sarf etmenin ulvi bir görev olduğunu düşünmelisiniz. Evrensel normlarınız
olmalı; insan sevgisi, doğaya hayranlık, bilime saygı, güzel olan karşısında
donup kalma, zayıfın yanında olma, haklıyı savunma, zalime meydan okuma, ne
olursa olsun insanın yanında olma… Bunlar yoksa neyi yazacaksınız, söyler
misiniz bana? Beni rahatsız eden şey dünyaya söyleyecek tek bir kelimesi
olmayan insanların yüz bin kelimelik roman yazmaya çalışması ve parayı bastırıp
kitabı yayımladıktan sonra ortalıkta yazarım diye fink atması… Değilsin
kardeşim, yaratmışsın bir hikâye. En iyimser ifadeyle romancısın. Yaratıcılık
kolay iş, asıl zor olan yazarlık kısmı. Yazar olmak için bir ideolojin olmalı;
bir duruşun, bir bakış açın, sarsılmaz bir değerler dünyan, sürekli genişleyen
bir ufkun, zengin bir dilin, kıvrak bir hayal gücün (kurgu için değil, güzel
yazmak için) olmalı. Bunları da sekiz haftalık yaratıcı yazarlık kurslarında
kazanamazsın. Değil sekiz hafta, sekiz ay bile yetmez. Sabır lazım, dirayet
lazım, inat lazım, az da olsa her gün yazman lazım. Yazamadığın günlerde içinde
bir sıkıntı oluşması lazım, öyle ki gece yastığa başını koyduğunda kendini
suçlu hissetmen lazım, “Ben ne kadar tembelim, 24 saat geçti tek bir cümle
yazmadım.” diyebilmen lazım. Bu sancılı düzeye gelene kadar da çok yazman, çok
hata yapman, çok saçmalaman, çok kendine kızman lazım. Kolay mı bir Nabokov
olmak, bir Orwell olmak, bir Yaşar Kemal olmak. Öyle cümleler kurmalısın ki
okuyucunun başı dönmeli, ayakları yerden kesilmeli, o güne kadar seni
tanımadığı için geçmişine küfretmeli. Bu noktaya gelmen için de çok okumalı,
çok gözlem yapmalı, çok not almalı, çok düşünmeli ve çok pratik yapmalısın. Aylardan
değil, yıllardan bahsediyorum. Çantanda mutlaka iki tane defterin olmalı, biri
büyük biri küçük. Acil durumlarda küçük olanı –yürürken bile-, zamanın bol
olduğu zamanlarda büyük olanı kullanmalısın. Yazarken internetten uzak
durmalısın, internetin olmadığı mekânlara gidip yazıya yoğunlaşmayı
denemelisin. Sürekli insanları gözlemlemelisin. Hareketlerini, mimiklerini,
sözlerini, kaçamaklarını, mırıldanmalarını, yüzlerinin kızarışını,
kahkahalarını, ağlamalarını, gözlerini kaçırışlarını, kaşlarını oynatışlarını,
yanaklarını içe çekişlerini, dudaklarını büzüşlerini, saçlarıyla oynamalarını…
Bunları yaparsan zaten kursa falan gerek kalmaz. Birkaç yıl sonra güzel
metinler yazmaya başlarsın. Güven bana, yazarsın! Bir davan varsa, dünyanın
daha güzel olacağına dair bir umudun varsa mutlaka yazarsın. Yaratıcı yazarlık
kurslarından alacağın sertifikayla açılmayacak demir kapılar, azimle ve inatla
açılır önüne. İlla bir sertifikayı hak etmek istiyorsan kendine şöyle bir test
yap. Sağlığın sıhhatin yerindeyken,
herhangi bir olağanüstü yoğunluğun yokken ve kimseden bu konuda bir baskı
görmüyorken; şöyle bir iki hafta kendini yazıdan uzak tutmayı dene, zorla
kendini. Yazmamaya ant iç ya da bilgisayarını / yazı malzemelerini kasaya
kilitle ve anahtarı güvendiğin birisine var. Bak bakalım huzursuz oluyor musun?
Bak bakalım uykuların kaçıyor mu? Bak bakalım hayatın anlamını yitiriyor mu?
Yazmayı bırakmayı deneyip bırakabiliyorsan sen zaten hiç yazar olmamışsındır.
(Yaşlanıp emekliye ayrılan ustaları tenzih ederim) Yok, yazmayı bırakmayı
beceremiyorsan sen zaten yazar olmuşsundur. Hiç öyle kursa falan gitmene gerek
yok. Yazmaya devam et. Bugün değerini bilmezler, beş sene sonra bilirler, on
sene sonra bilirler, sen öldükten sonra bilirler. Sen yaz, ama her gün yaz.
Düzenli yaz, disiplinli yaz, bir gün yazıp iki ay ara verme. Okumaları da ihmal
etme, iyi yazarları elinde kalemle oku, altını çize çize, not ala ala… Gerisi
zaten gelecektir. Yetenek diye bir şey yoktur. Çalışmayla, azimle, yıllarını
vermekle oluyor güzel şeyler. O güzellik eninde sonunda seni de bulacaktır. Bu
da tüm genç yazarlara benden bir ders olsun. Şimdilik bu kadar…
Sekizinci Aforizma: İnsan kötü edebiyatı gençliğinde
okumalı. Yaşı ilerledikçe tahammül eşiği yükseliyor çünkü (tahammülsüzlük eşiği
alçalıyor da denilebilir); iyi yazılmamış cümlelere karşı alerjik bir tepki
veriyor zihni, süslü püslü ama içerikten ve derinlikten yoksun betimlemelere
ister istemez burun kıvırıyor, en kötüsü de hem bu tür ürünleri ortaya
koyanlardan hem de kendisini yalnızlığa sürükleyen entelektüel züppelikten
tiksinmeye (bırakamasa bile) hakkı olduğunu düşünüyor. Evet, lise ve üniversite
çağlarında okunmalı popüler yazarlar ve şairler. Çünkü o yaşlarda henüz farkına
varamıyor insan, kötü edebiyatı kötü yapan öğelerin aslında çok da uzağımızda
olmadığının. Hem vakit de bol, hata yapma payı geniş. Her şey okunabilir, hatta
her şey okunmalıdır. Genç yaşta ucuz edebiyatla tanışan insan zamanla
sıkılacaktır okuduklarından çünkü sadece gerçek edebiyat sıkmaz insanı, içine
çeker ve sarıp sarmalar, her daim yeni şeyler öğretir, yeni ufukların
açılmasını sağlar. Nitelikli edebiyat insan denilen muammayı hazır bir formül
olarak ele almadığı için ve insanın sürekli değişen varoluşunu tüm
değişkenleriyle birlikte incelediği için sıkmaz, bunaltmaz. Ucuz edebiyat ise
bayat olandır, içinde yenilik barındırmadığı gibi gerçeklik de barındırmaz. Gerçekliğin
bir boyutunu barındırır sadece, tünelin içindeki karanlığı ve o karanlığın
meydana getirdiği keşmekeşi değil sonundaki aydınlığı anlatır hep. Karakterle
genellikle tek boyutludur, hikâyeler yazarın duruşu hakkında bir bilgi vermez. Aynı şeyleri tekrar etmekten bıkmaz, okuyucuyu
aptal yerine koymaya bayılır, en kötüsü de okuyucuyu soru sormaya ve keşfetmeye
değil de hazır yanıtlara götürür. Gençlerin, yani yolun başında olanların bu
tarz aldatmalara kanmalarını anlayışla karşılayabiliriz. Okumaya devam
ettikleri sürece er ya da geç nitelikli edebiyata kavuşacaklardır. Çeviri
metinler için de aynı şeyi söyleyebiliriz. Her çeviri bir yeniden yazma
sürecidir ve dolayısıyla yazarın orijinal metninden bir sapmadır. Çeviri
sırasında yazarın üslubunun korunması için çevirmenin de bir üslup ustası, yani
az çok bir yazar olması gerekir. Hem çevirdiği dilin (örneğin İngilizce)
kültürünü çok iyi bilmelidir, hem de çevrilecek dilde (örneğin Türkçe) bir yazı
ustası olmalıdır. Sırf dil biliyor diye, kültürü ve edebiyatı özümsememiş
birisine çevrilmesi için verilen yapıt, tüyleri yolunmuş tavuğa dönüşür. Tavuk
tavuk olma özelliğini korumaktadır: gıdaklar, yemini yer, yumurtlar, kuluçkaya
yatar… Ama tüyleri olmadığı için güzelliğini, estetik cazibesini yitirmiştir.
Kimse bakmaz yüzüne, kimse de onu tavuk diye çağırmaz. Bu yüzden gençlere
tavsiyem lise ve üniversite yıllarında okuyabildikleri kadar dünya edebiyatı
okumalarıdır. Eğer kitapları seven, edebiyata aşk derecesinde bağlı olan
birisiyseniz belli bir yaştan sonra çeviri metinlerde de tuhaf bir iticilik
bulacaksınız. Burada tabii ki edebi olma amacı gütmeyen yapıtları hariç tutmak
şart. Örneğin, bir felsefe ya da sosyoloji kitabının çevirisindeki üslup
kaygısı, bir romanın ya da öykünün çevirisindeki üslup kaygısından çok daha
azdır. Çünkü edebi eserde üslup ve içerik etle kemik gibi birbirine bağlıdır.
Biri diğerinden ayrı çözümlenemez, ayrı düşünülemez. O kadar ki romandan
öyküye, öyküde şiire doğru ilerledikçe içerik önemini yitirir, üslup ise daha
bir önem kazanır. Bu da çevirmenin işini bir hayli zorlaştırır. Çeviri
metinlerde yazarın üslubunu yakalamak imkânsız olmamakla birlikte kolay
değildir. Bazı hassas okurlar bu konuda taviz vermezler ve her türlü çeviriyi
reddederler. Ben son yıllarda, Türkçe yazılmış bir kitapla Türkçeye çevrilmiş
bir kitap arasında tereddütte kaldığımda her zaman için Türkçe yazılmış kitabı
tercih ediyorum. Türkçeye çevrilmiş bir kitabın İngilizce aslı varsa, onu
bulmaya çalışıyorum. Bu şekilde okuduğum onlarca roman olmuştur. Kitap bildiğim
iki dilin dışında bir dilde yazılmışsa, bazen İngilizce çeviriyi Türkçe
çeviriye tercih ediyorum. Hayır, İngilizce çeviri daha iyi olduğu için değil,
İngilizce çeviriden beklentilerim daha az olduğu için. Daha doğrusu İngilizce
çeviride üslup, ton, cümle arayışım olmuyor pek. Deplasmandayım sonuçta,
beraberlik bile kârdır diye düşünüyorum.
Dokuzuncu Aforizma: Hep düşünmüşümdür. Neden
elektromanyetizma ya da Doppler Etkisi gibi konuların tartışıldığı programlara
değil de sadece evrim kuramının tartışıldığı programlara din adamları ya da
dindarlığı kanıtlanmış felsefeciler davet edilir? Yani, hangi yetkinlik ve yetkiyle
bu imam / dindar felsefeci böyle bir programa katılabiliyor? Ya da insanlar
nasıl bir beklentiyle evrimi bir din adamından veya evrim kuramını reddeden bir
sosyal bilimciden dinlemeye gidiyorlar? Ramazan ayının bereketiyle ilgili bir
programa moleküler biyologları davet ediyorlar mı ki konu evrim olunca üniversitede
Kelam, Hadis, Fıkıh, Epistemoloji, Etik, Ontoloji okumuş insanlar söz sahibi
olabiliyorlar? Daha da ilginç olan şu; din adamları kendilerine dokunmayan
bilimle ilgili en ufak bir yorum yapmazlar. Ne bileyim; hiçbir imamın ya da
papazın çıkıp da “Hayır efendim, kütleler arası çekimin hızı ışık hızından daha
düşüktür.” dediğini duymayız. Çünkü böyle bir iddianın doğruluğu veya
yanlışlığı onların otoritesine doğrudan bir saldırı oluşturmayacaktır. Bilim
umurlarında bile değildir. Ne bilimsel bilginin doğruluğuyla ilgilenirler ne de
bilimsel bilginin yaygınlaşmasının topluma vereceği ahlaki olgunlukla.
Seslerinin bu kadar çıkmasının nedeni korkularıdır, güçlerini kaybedecekleri
endişesidir. Buradan da şu sonuç çıkar. Din adamları sadece otoriteleri sarsılmaya
başladığında bilimle ilgilenirler (ilgileniyormuş gibi yaparlar) ve bilimle
ilgili yorumlarını halka sunarlar (halkın böyle bir talebi olmasa bile). Bunu
yaparken de izlenilmesi gereken yolu izlemezler, kolaya kaçarlar. Madem evrim
kuramını öğrenmek itiyorsun git bir kütüphaneye, önce evrim kuramı neymiş ne
değilmiş onu öğren, git konunun uzmanlarıyla konuş, git herhangi bir öğrenci
gibi ders çalış, oku, ezberle, işin mekanizmasını çöz. Ondan sonra itiraz
edeceksen yine et ama bilimsel argümanların sınırları içerisinde yap bu
itirazı. Otoriten sarsılacağı için ya da senin cami / kilise kürsüsünden
anlatacağın hikâyelere kimse inanmayacak kaygısıyla yapma. Maalesef ülkemizdeki
din adamları, hakkında hiçbir fikirleri olmadıkları halde fırsat buldukça
evrime saldırmaya devam ediyorlar. Adnan Hoca diye bilinen adamın evrim
hakkında çok pahalı kuşe kâğıtlara basılı kitaplarının olduğunu bilmeyen
yoktur. Dawkins’e bile göndermiş bir nüsha. Düşünsenize! Adam hayatında tek bir
biyoloji dersi bile geçmemiş ama biyoloji alanında doktora yapmış birisine kafa
tutuyor, “Ben senden daha iyi biliyorum. Sen yanılıyorsun.” diyor. Dawkins de
haklı olarak kıçıyla gülüyor bu duruma, ne yapsın adam başka! Pek bilinmez ama Fethullah
Gülen de 70’li yıllarda Evrim Kuramı üzerine bir konferans vermiştir. Üç dört
saatlik bu konferansta FG; kendisinin “tekamül nazariyesi” adını verdiği evrim
kuramını yerden yere vurur, safsata olduğunu iddia eder. Batıdaki Akıllı
Tasarımcıların (Intelligent Design) temcit pilavı gibi ısıtıp ısıtıp bilim
insanlarının önüne sunduğu zırvalıkları FG bir kere daha tekrar eder. Evrimin
ne olduğunu ve nasıl bir mekanizmayla çalıştığını az çok anlamış birisi FG’nin
baştan sona saçmaladığını çabucak anlayacaktır ama o konferansa gidenlerin ya
da konferansı sonradan dinleyenlerin böyle bir amacı yoktur, asla da olmamıştır.
Böyle bir amaçları olmadıkları için evrimin ne olduğunu öğrenemedikleri gibi
hayatları böyle bir imamın peşinde dolanmakla geçer. Öncelikle konferansın adı
“Evrim kuramı nasıl çürütülür.” olmalıdır çünkü konuşmacının evrim kuramını
öğretmek gibi bir niyeti yoktur. Ayrıca, evrim kuramını anlamamış olduğu için
böyle bir yetkinliği de yoktur. Sorulması gereken soru da budur zaten;
camilerde imamlık yapması gereken, insanları güzel ahlaka ve iyiliğe davet
etmesi gereken bu şahıs neden kafayı evrimle bozmuştur? Yanıt yukarıdakiyle
aynı, bilimin her geçen gün artan nüfuzunun dinin alanına girmesinden
korkmaları. Kendi nüfuzları azalırsa; nasıl kandırırlar insanları, nasıl
himmetlerine el koyarlar fakirin fukaranın, nasıl milyonlarca insanı hipnotize
olmuş gibi peşlerinden sürüklerler! Evrim kuramını akılları sıra çürütmeleri bu
yüzdendir. Dedikleri şeyin gülünç olduğunu düşünmeden ve düşündürmeden yaparlar
bunu. Çünkü evrim kuramı karşıtlarına göre evrim kuramını savunanlar bunu
kasıtlı olarak yapmaktadırlar. Binlerce bilim insanı yalan söylediklerini bile
bile bu safsataya destek vermektedirler. Yani; uzaya uydu gönderirken, bulaşıcı
hastalıklardan korunmak için ilaç geliştirirken, 10.000 km uzaktaki akrabanla
telefondan görüntülü iletişimi sağlayan aletleri yaparken, nanoteknolojiyle
asla ıslanmayan ve yanmayan kumaşı geliştirirken aldatmayan bilim insanı iş
evrim kuramına gelince düzenbazın, üçkâğıtçının, dolandırıcının önde gideni
oluyor! Oh ne güzel! Onlar istedikleri kadar çırpınsınlar; bilim yine bildiğini
okuyor. Din ise her geçen gün biraz daha köşeye sıkışıyor, Tanrı hipotezinin
dolduracağı boşluklar her geçen gün biraz daha azalıyor. Zaten samimi bir bilim
insanının evrim kuramıyla ciddi bir problemi olamaz. Duygusal yaklaşmak gibi
bir lüksleri yoktur bilim insanlarının. Eldeki bulgular değerlendirilir, kurama
uyuyorsa devam edilir, uymuyorsa kuramda değişikliklere gidilir. Eğer öyle bir
zamana ulaşılır da yapılan değişikliklerden dolayı evrim kuramı tanınmaz hale
gelirse, yeni bir kurama geçilir. Fizik bilimi nasıl Newton’dan (mutlak uzay ve
zaman) Einstein’a (göreceli uzay ve zaman) geçiş yaptıysa biyoloji bilimi de
benzerini gerçekleştirebilir. Bilim bir gün evrimi reddetse, bu durum din
adamlarını yine mutlu etmeyecektir (ayrı bir yazının konusu bu) çünkü yerine
konacak olan kuram da hiçbir şekilde bir yaratıcıdan söz etmeyecektir. Bu yeni
kuram evrim kuramının yanıtlayamadığı soruları da yanıtlayacaktır, daha
kapsamlı olacaktır, daha ufuk açıcı olacaktır, din adamlarının daha fazla
nefretini kazanacaktır. Türkiye’de dini cemaatler evrim konusunda bilimsel
kurumlardan daha etkinler maalesef. FG gitti ama onun yerini dolduracak yığınla
isim var. Cüppeli var, AKP’nin her yerde mantar gibi biten eğitim vakıfları
var… Bu yüzden halkın büyük bir çoğunluğu evrimi bir safsata olarak görüyor. Bu konuda Avrupa ülkeleri ve ABD’nin dâhil
olduğu 32 ülkelik bir grup içinde %75’le birinciyiz (yani %25le sonuncuyuz!). Danimarka’da
evrim kuramının geçerli olduğunu düşünenlerin oranı %81. Bizden sonra gelen
ülke ise ABD. Akıllı Tasarımcıların en büyük kalesidir ABD, bu yüzden şaşılacak
bir durum yok. Orada da cemaatler, tarikatlar deli gibi çalışıyorlar. Biz
ABD’ye değil de seküler Avrupa’ya bakalım. En azından ABD’deki Hristiyanların
silahlanıp köktendinci bir akım oluşturma, devleti devirme, İsa’nın
liderliğinde bir HABD kurmak gibi bir idealleri şimdilik yok. Türkiye’de ise
cemaatler her zaman için siyaset üstü oynayan kurumlar olmuşlardır. Kısacası, övünülecek
değil, ağlanılacak bir durumumuz var. Ve bu durumun en büyük sorumlusu Türkiye’deki
dini cemaatlerin bu konuda yürüttükleri, büyük miktarda paralarla
destekledikleri kampanyalardır. Oysa; üniversiteler, bağımsız akademiler ve
yayın kuruluşları bu konuda ayrı bir çaba sarf etmeliler. Toplumun
aydınlatılması için, bilimin bilim yapan insanlar tarafından öğretilmesi için
önayak olmalılar. Türkçede evrim kuramı konusunda çok kaynak yok ama literatür
yavaş yavaş çoğalıyor. ODTÜlü öğrencilerin başlattığı Evrim Ağacı projesi hem
içerik açısından hem de nitelik açısından gençler için güzel bir kaynak. Ben de
sürekli takip ediyorum. Sadece evrim kuramını değil, bilimin tüm konularını ele
alan geniş bir sayfa. Facebook’tan takip edebilirsiniz. Lise veya üniversite
çağında çocuklarınız / yeğenleriniz / arkadaşlarınız varsa onlara da tavsiye edin.
Günümüzün gençlerinin en fazla ihtiyacı olan şey siyasi tartışmalar ya da
futbol değil, doğru ve güvenilir kaynaklardan beslenen bilimsel bilgidir. Biz
yetişkinlerin en önemli görevi de gençleri yönlendirmek, onların zihnini
elimizdeki en nesnel doğrularla doldurmaktır. Unutulmaması gereken şey şudur: Sadece
aydınlanmak değil aydınlatmak da ahlaki bir sorumluluktur. (Bu da ayrı bir
yazının konusu)
Aforizmalar 10: Yazarlık kontrollü deliliktir (controlled
madness). Kim demiş bu lafı anımsamıyorum şimdi. Benzeri bir cümleyi yaratıcılık
gerektiren tüm işler için söyleyebiliriz. Sanatçıların / yazarların biraz deli
olmaya hakları varmış gibi düşünülür genelde. Sanatçıdır onlar çünkü,
yaratmaları için sınırları zorlamaları gerekir. Ehh, ara sıra sınırları
aşarlarsa da hoş görebiliriz, sesimizi çıkarmayız. Aslına bakılırsa sanat da
tüm diğer insan ürünleri gibi zekâ, disiplin, azim ve çok çalışma gerektirir.
Gerisi, yani yetenek ve deha züğürt tesellisinden başka bir şey değildir. Tamam;
herkes maraton koşamaz ama ciddi bir sağlık sorununuz yoksa ve disiplinli bir
şekilde hazırlanırsanız koşarsınız. İnsanüstü bir yeteneğiniz olması gerekmez.
Yazarları, sanatçıları, düşünürleri delilerle aynı kategoriye koyarak aslında
onları şımartmaktan başka bir şey yapmış olmuyoruz. “Sanatçıdır, ne yaparsa
yeridir.” gibi bir noktaya getiriyoruz. Kendim yazmayla ilgilendiğim için ondan
örnek vereyim. Bir kere yazma dediğimiz yaratı büyük bir oranda fiziksel bir
uğraştır. Herkes zanneder ki yazarlar çok düşünüyor, çok kafa yoruyor, çok
tasarlıyor… Hayır efendim, öyle düşünmeyle, tasarlamayla, hayal kurmayla
yazılmıyor öyküler / romanlar. Disiplinle, işe yoğunlaşmayla, azimle ve inatla
oluyor. Yani fiziksel olarak bedenini yattığın yerden kaldıracaksın,
bilgisayarın başına oturacaksın, interneti keseceksin, odanın kapısını
kapatacaksın ve günlük hedefini bitirene kadar durmaksızın yazacaksın. Bu
ritüel kişiden kişiye değişir ama işin fiziksel oluşu pek değişmez. Bunu her
gün, her hafta, her ay yapacaksın. Bıkmadan, usanmadan, yılmadan… Ve inanın
bana tıpkı koşmak gibi, yazmak da asla kolaylaşmıyor. İster ilk öykünüzü yazın,
ister yirminci; bir öyküye başlamak hep zordur. Çünkü seni zorlayan yok, tutup
yakandan masaya oturtan yok, “beş yüz kelime bitmeden sabah kahvaltısı sana haram.”
diyen mazbut bir patron yok… Kendi kendinin patronu ve işçisisin. Çıkaracağın
işin çok kötü olma ihtimali de var, kimse beğenmeyebilir, hatta sen bile!
Olsun, sen yine de yazacaksın. Kimsenin senin yazdıklarını okumamasını kafaya takmadan,
tek bir olumlu eleştiri almamış olmayı önemsemeden, on beş yıl boyunca yazdığın
halde yazıdan tek kuruş kazanmamış olmayı düşünmeden… Yaratıcılığın hiç de öyle
dillere destan bir yanı yok. Ne deli olmak gerekiyor ne de dahi. Sadece
fiziksel olarak kendini işe vermen gerekiyor. Hiç bir roman güle oynaya
yazılmaz. Sancısız doğum olmaz! Daha önce üç çocuk doğurmuş bir kadın dördüncüyü
doğururken daha az sancı çekmez. Yazarlık da öyle bir şey işte! Aksini iddia
etmek sanatçıların doğaüstü bir kaynaktan beslendikleri gibi hem yanlış hem de
tehlikeli bir pencere açar yazmayanların düşünce dünyasında. Sanatçıları
putlaştırmak onlara yapılacak en büyük kötülüktür. Yazarların / sanatçıların beslendiği
kaynaklar hayatın içindekilerdir. Hepimiz hayatın içinde olduğumuza göre başka
nereden gelebilir ki ilham? Amerikalı bir öykücü vardı. Adını anımsamıyorum.
Adam berber. Sabahtan akşama kadar müşterileriyle sohbet ediyor. Düşünsenize,
ne büyük bir malzeme! Her bir müşteri o gün ne tuhaflıklarla karşılaştığını,
çocuğunun okuldaki sorunlarını, karısıyla sabah yaşadığı tatsızlığı, kaybolan
kedisinin iki hafta sonra hiçbir şey olmamış gibi geri dönüşünü anlatıyor. Bu
berber de geceleri, tek başına kaldığı zamanlarda dinlediklerinden yola çıkarak
öyküler yazıyor. Yazmayabilirdi de. O zaman öykücü olmazdı. Şimdi biz bu örneğe
bakarak yazar olmak için berber olmak gerekir diyebilir miyiz? Ya da bu yazarı
ilham kaynağından dolayı kıskanabilir miyiz? Öykücülerin babası konumundaki Çekhov’u
düşünelim. Adam doktor, sürekli uzak köylerde gezinmiş. Köylülerin
bilgisizliklerini, pasaklılıklarını, fırsatçılıklarını gözlemlerken bir yandan
da iyi yürekli, gösterişsiz ve yardımsever olduklarını fark etmiş. Bu fark
edişten yola çıkarak kendi içindeki çatışmayı (şehirli okumuş bir doktorun
köylülere yukarıdan bakışı), utanmadan sıkılmadan öykülerine işlemiş. Bakınız
Çekhov’un öykülerine, aydın-köylü çatışması sıklıkla karşınıza çıkar. Bu
örnekten yola çıkarak iyi yazar olmak için köy doktoru olmak gerekir diyebilir
miyiz? Tikel örnekler çoğaltılabilir ama yanıt değişmez. Yazar (sanatçı) olmak
için gerekli olan bir meslek yoktur. Edebiyat hayatın aynasıysa, herkes iyi bir
gözlemle ve sıkı bir çalışmayla yazar olabilir. İşin zor kısmı konu bulmak
değildir, zor kısım yazma eyleminin kendisidir. Hatta; yazar olmaya yardımcı
olan bir meslek bile yoktur diyebilirim. Edebiyat tarihine şöyle bir
bakarsanız, pamuk toplayıcısından makine mühendisine; aristokrat bir ailenin el
bebek gül bebek yetiştirdiği evladından, yoksulluktan üç gün ağzına tek lokma
girmemiş zavallılara kadar çok geniş bir yelpazenin edebiyat sahasında ürünler
verdiğini görürsünüz. Hayatın yelpazesi kadar geniş ve özgürdür edebiyatın
yelpazesi. Bundan daha teşvik edici bir güç olabilir mi? Ama sen illa “İlham
kaynağım yok? Bende yaratıcı zekâ yok.” diye tembelliğine bahane ararsan o
başka iş. İlham her yerdedir. Bunu sen
de biliyorsun ama salt ilham olarak değersiz olduklarının farkına varmak işine
gelmiyor. Bir ayakkabı tamircisi bile eğer yazmayı kafaya takmışsa, sabahtan
akşama kadar tamir ettiği ayakkabılara bakarak o ayakkabıların sahipleri
hakkında çok güzel öyküler yazabilir. Önemli olan ilham kaynağın değil, ilhamı
nasıl değerlendirdiğindir. Yoksa “Hayatım roman.” diyenlerin hepsi haklıdır. Evet,
herkesin hayatı romandır ama yazılmadığı için bu potansiyel romanlar bir işe
yaramamaktadır. Bir yazılsa, güzel bir dille ifade edilse, detaylar tüm
çarpıcılığıyla gözler önüne serilse, o çetrefilli ilişkiler tek tek okuyucunun
zihnine işlense herkesin hayatı “best-seller” olur. Senin; bıktığın, oflayıp
pufladığın, içindeyken hep dışarıdaki olası mutlulukları hayal ettiğin monoton
hayatın bile… [Not: Aforizmalar kendime yazdığım notlardır. Sen diye hitap
ettiğim kişi yine kendimdir. Kimseyi hedef almıyorum. Alınmayın sakına J]