“Bir cismin neden
olduğu gölge sayısı o cismin yakınlarındaki ışık kaynaklarının sayısıyla doğru
orantılıdır. Eğer bir kalemin arkasına iki tane mum koyarsan kalemin iki tane
gölgesi olur. Şaşıracak bir şey yok bunda, endişelenecek bir şey de yok.”
Bunu söyleyen okuldaki fizik öğretmenimizdi. Öyle otoriter bir sesi vardı ki sahile gidip
balıkları adlarıyla çağırsa olta falan kullanmadan kovasını doldururdu. Benekli
yüzünün ortasındaki ince bıyığı, güldüğünde kıpır kıpır oynayan şişman göbeği
ve yer yer kır düşmüş saçlarıyla öğrencilerin hem sevip hem de saydığı nadir
öğretmenlerden birisiydi kendisi.
“İyi ama hocam, biz sahildeydik, güneş de batıyordu. Bir
tane güneş vardı… Etrafta başka bir ışık kaynağı da yoktu. Hem ne olacak, ayın
gölgesi mi vurdu? Hem neden sadece bana?”
Oturduğu yerden kaykılarak doğruldu. Kilolu olduğu için
masayı tutmuştu bir eliyle, gözlerini ise benden bir anlığına bile ayırmamıştı.
“Vardır oğlum, vardır. Sen fark etmemişsindir.”
“Yoktu hocam. Adım gibi eminim.“
Gözleri büyüdü, yanakları şişti. Kafasının içinde başka bir
şeylerin döndüğünü anladım o anda. Sinsice gülümsedi, hocam değil de
arkadaşımdı birkaç saniyeliğine.
“İşte bak! Adının Emin olduğunu iddia ettiğin kesinlikte tek
bir ışık kaynağı vardı diyorsan… Demek ki vardı.”
“Ya hocam ya! Benim ilkokula giden kardeşim de yapıyor böyle
esprileri. Çocuğa ayıp olmasın diye gülüyorum çoğunlukla. Bari siz yapmayın.
Hem ben sokak lambasının altında durup…”
Kesti sözümü, arka sırada şaklabanlık yaparken suçüstü
yakaladığı bir öğrencinin üzerine çökmeye hazırlanıyormuş gibi kabardı göğsü.
Safsataya ayıracak daha fazla vakti yoktu.
“Tamam, deney yapalım o zaman. Ben Fizik hocasıyım. Gözlem
yapmadan, deneyle sınamadan hiçbir şeye inanmam. Gel laboratuvara, yapalım
kontrollü bir deney, sonrasında konuşuruz. Optik deneylerini yaptığımız odaya
gel ama. Büyük laboratuvar görmez işimizi. “
“Tamam hocam, ne zaman?”
“Hemen şimdi. Bilim beklemez! Dersler iptal zaten. Öğrenci
de yok, ne dersi yapacağız.”
Sınavdan sonra iyice seyrekleşen sınıfların, seslerin
yankılarının duyulduğu uzun koridorların, açık camlardan içeriye dalan rüzgârla
mendil gibi sallanan perdelerin, açık kapıların gizli saklı bir şey
bırakmadıkları idareci odalarının yanlarından geçip karanlık laboratuvara
vardık. Buraya en son dönem başındaki Young deneyi için girmiştik. Penceresiz
odanın tüm duvarları zifiri siyaha boyanmıştı. Odanın bir kenarında yine baştan
aşağı siyah bir muşambayla kaplanmış bir masa, üzerinde ıvır zıvır bir ton deney
malzemesi, etrafta dağınık bir hâlde duran sandalyeler. Karşı duvarın dibinde
hafif bir yükselti vardı, duvarda da beyaz yazı tahtası.
“Tamam, şimdi al eline şu kitabı ve havada tut. Ben ışık
kaynağını açacağım ve sen kitabın kaç gölgesi olacağını sayacaksın.“
“Peki hocam.”
“Bir iki üç, hazır mısın?”
“Evet hocam.”
“Açtım. Kaç gölge sayıyorsun?”
“Bir hocam.”
“Şimdi bir kitap daha al köşedeki raftan. İkisini
birbirinden uzak tut ve gölgeleri say.”
“Yaptım hocam. İki gölge var.“
“Tamam, çok güzel. Demek ki bir kitabın bir gölgesi, iki
kitabın iki gölgesi oluyor. Bu durumda bir insanın da bir gölgesi olması
gerektiğini çıkarsayabiliriz. İnsan bedeni de bir cisimdir sonuçta, yanılıyor
muyum?”
“Yanılmıyorsunuz hocam. Aslında ruhumuz da var ama o farklı
bir şey galiba.”
“Ne ruhu Ziya? Ruh madde mi ki gölgesi olsun. Ruhlar giremez
benim Fizik laboratuvarıma, tıpkı hayaletlerin giremediği gibi. Hatırlamıyor
musun hayalet kuvvet hakkında söylediklerimi?“
“Haklısınız hocam. Bir anda aklıma geldi, söyledim.”
“Tamam, neyse. Bırakalım lafazanlığı. Dikil bakalım az
ileride. Tahta platformun üzerine çık. Işığı tüm gövdene tutacağım. Yüzünü
duvara dön ki beyaz tahtanın üzerine düşen gölgeni rahat bir şekilde
görebilesin.”
“Tamam hocam. Işığı açabilirsiniz.”
“Bir iki üç. Açtım. Kaç gölge sayıyorsun?”
“Bir”
“Eminsin değil mi?”
“Değilim hocam! Adım Ziya.”
“Bırak zevzekliği. Bilimsel deney yapıyoruz burada. Normal
koşullarda kayda geçer söylediğin her şey.”
“Eminim hocam. Bir tane gölgem var.”
“Yarı gölge var mı?”
“Yok hocam.”
“Tekrar et.”
“Yarı gölge yok hocam.”
“Tamam. Bu durumda senin de tek bir gölgen olduğunu
kanıtlamış olduk. Deney bitmiştir. Sonuçlar beklendiği gibi gerçekleşti. Kayda
değer bir tuhaflık ya da sapmaya rastlanılmadı. “
Laboratuvardan çıkarken gülüyordum. Fizik hocamın beni
ciddiye almasına, iddiamı deneyle çürütmesine, salim kafayla düşününce bana
bile saçma gelen bu iddiayı benim son ana kadar sürdürmüş olmama ve belki de en
çok deneyin sonucuna.
“İki gölgen değil de sıfır gölgen olsaydı daha ilginç olurdu
biliyor musun?”
“Neden hocam? Sıfır gölge nasıl olacak ki?”
“Düşünsene, arkandan ışık vuruyor ama önüne hiç gölge
düşmüyor. Bu ne demek? Işık içinden geçiyor, hiçbir engelle karşılaşmamış gibi
deliyor seni.”
“Yok olmak gibi bir şey, herhâlde. Değil mi hocam?”
“Öyle olmak zorunda değil. Var olup da ışığı geçirebiliyorsundur.
Cam gibi mesela, ya da hava gibi. Belki de ışığa bile söz geçirebilecek kadar
güçlü bir otoriten olduğu içindir ona boyun eğdirmen. Fotonlar senden
çekindikleri için sana çarpmayıp, etrafından dolanıyor ve sonrasında tekrar
hiçbir şey olmamış gibi yollarına devam ediyorlar.”
“Cam gibi insan. Fena fikir değil aslında hocam. İçi dışı
bir! Baktığınız zaman saklayacak hiçbir şeyi olmadığı için her şeyini bir anda
çözebileceğiniz birisi.”
“Ha ha, Ziya! Genç ve toy olduğun nasıl da anlaşılıyor
laflarından. İnsansa saklamanın bir yolunu bulur merak etme. Sırlar da acılar
gibidir, içinde tutmayı biliyorsan olgunlaştırır seni.”
Şanslıydım evet. Dili de kafası gibi çalışan, zeki ve
sevecen bir Fizik hocasına sahip olduğum için, benimle alay etmeyen ve
söylediklerimi ciddiye alan –bilimsel yöntemi öğretmek için tabii ki, yoksa
başka bir açıklaması olamazdı bu deneyin- bir arkadaşım olduğu için. Hatta o kadar
şanslıydım ki geleceğimi bile büyük oranda bu şans belirlemişti. Üniversitede
dört yıl Fizik okuyup, bir de üzerine Bilim Tarihi konusunda yüksek lisans
yapmamı ona borçluydum. O gün okuldan ayrılırken Fizik hocamın söylediği sözler
uzun süre çınladı kafamın iç çeperlerinde. Laboratuvarda sınanıp çürütülen
ikinci gölgem belli ki oyun oynamıştı benimle o gün. Duyduğu ve gördüğü her
şeyi deney süzgecinden geçiren bir bilim insanının karşısında utanmış, sadece
sevdiceğinin önünde çıplak kalabilen bir eş gibi çıkmamıştı ortalığa.
Oysa aynı günün akşamında evin sahanlığına varıp, kapının
üstündeki sarı lambaya sırtımı döndüğümde, en ufak bir kuşkuya yer bırakmaksızın
ikinci gölgemin varlığını görmüştüm. Birincisiyle, yani olması gereken yerde
olanla doksan derecelik açı yapan bu alıngan karartı yaprak gibi titriyordu
ayaklarımın dibinde. Hareket etsem kaçıp gidecek, mahallenin korkak kedisi
Ödlek gibi çalıların içinde kaybolacaktı. Hiç kıpırdamadan baktım evin
yakınlarındaki ıssızlığa. Ağustos böceklerinin vızıltısına karışan tek tük kuş
cıvıltılarını ve çok uzaklarda görünen uzak bir semtin küskün lambalarını
saymazsak ışık ve ses çölünün ortasında gibiydik. Evimin etrafında başka ev
olmadığı ve yakınlarda başka bir ışık kaynağı olmadığına göre –sol tarafımda
annemin zevk için soğan ve lahana yetiştirdiği minik bahçesi kapkara bir
yalnızlık abidesi olarak korkutuyordu beni-, bu gördüğüm ikinci gölgem, yani
kafamın içindeki ikinci ben olmalıydı. İleride edineceğim sevgililer dışında
kimseye itiraf edemeyeceğim varlığıyla bana kendimi etrafımdakilerden farklı
hissettirecek, kafamdaki bulutların sıklığıyla doğru orantılı olarak uzayıp
kısalacak, mutlu olduğum zamanlarda yok olup kasvetli olduğum zamanlarda sadece
asıl gölgemi değil, bedenimi bile yutacak derinlikte derin bir kuyuya dönüşecek
olan ve benimle birlikte olgunlaşacak sırrımdı.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder