Bu Blogda Ara

23 Ocak 2016

Aforizmalar 1-6

Aşağıya, ara sıra facebook'a yazdığım aforizmik düşünce kırıntılarını ekliyorum. Yazdıkça da bu şekilde altışar altışar eklerim. 

1

"Müslüman Noel kutlamaz." diye ortalığı velveleye verenleri anlayamıyorum. Ya kardeşim, kutlar diyen mi oldu? Neyin tantanası bu? Yani solcu bir gazeteci ya da inançsız bir bilim insanı kameraların önüne geçip "Müslümanlar da Noel kutlamalılar." mı dedi? Hristiyanların bayramı işte, sana ne oluyor. Yurt dışında yaşadığım için buradaki arkadaşlar bana "Mutlu Noeller" mesajları gönderiyor. Ne yapayım? Herkesle oturup, uzun uzun "Bak kardeşim. Ben Türküm. Maide Suresinin bilmem kaçıncı ayetinde Allah şöyle buyurmuştur..." diyerek açıklama mı yapayım? İşiniz gücünüz yok mu ya sizin? Ben "Teşekkür ederim. Sizinki de!" deyip geçiyorum. En basit insanlık hali bu kardeşim. Güler yüzlü ol, sev insanları, sevil. Bu kadar kasmaya değmez. Kalk birkaç km koş, git evine karınla/kocanla seviş, al çocuğunu parka götür ve oynamasını izle, bir sokak kedisine ekmek ver, başını okşa. "Müslüman Noel Kutlamaz" diye kime/neyi protesto ettiğinizi bile bilmiyorsunuz daha. Komik oluyorsunuz. Hayır, bir de ülkenin doğusunda iç savaş var, millet evinden çıkamıyor, çocuklar evlerinin önünde katlediliyor. Bizim müslümanlar zulmü protesto edeceklerine, masumlar için bir araya geleceklerine kafayı Noel Babaya takmış durumdalar. Ölenler Kürt olunca müslüman olmuyorlar mı? Hadi onu geçtik, insan olmuyorlar mı? Yazık, çok yazık.

2

Türkiye'deki camilerin ve mescitlerin hepsi (Büyük tarihi camiler hariç) siyasi amaçlara hizmet etmek için bir takım grupların sığınağı haline gelmiş, cemaatlerin ya da siyasi İslamcıların cirit attığı yerlerdir. Şu cami Sülaymancılarındır, bu cami Fethullahçıların, beriki Cübbelinin... Bu durum bir yandan "Din aslen siyasi bir oluşumdur." önermesini doğrularken bir yandan da ülkede "secde etmek için" yapılmış mekanların sayıca ne kadar az olduğunu gözler önüne serer. Nihayetinde; siyaset bir güç edinme savaşıdır ve din, sahip olduğu "koşulsuzca motive olmuş" insan nüfusuyla rahatlıkla siyasetin elinde oyuncak olmaya hazırdır. Bu çarpık durumun tek çözümü mutlak laiklikten başka bir şey değildir. Dini kurumlar devletin sıkı bir şekilde kontrol ettiği ve görev tanımının dışına çıkmasına izin vermediği yerler olmak zorundadır. Devlet tüm dinlere eşit uzaklıkta olmalı ve kendi kurumlarında dini ilkelerin nüfuzunu en aza indirmelidir. Bence Çin bu konuda, batılı devletlerin tüm itirazlarına rağmen, en doğrusunu yapmaktadır. Dinin, devletin otoritesini gölgede bırakacak bir güce kavuşmasını engelleyerek hem inananların siyasi emellere alet edilmesini durdurmaktadır hem de camilerin/mescitlerin birer ibadethane olarak kalmasını garanti altına almaktadır. Sonuç olarak dini kurumların görevi bireyin Tanrı ile olan münasebetini tanzim etmekten ibarettir. Duvarlarına siyasi mesajlar yazılmış, içerisinde siyasi / toplumsal / bilimsel konularda sohbetlerin yapıldığı bir mescite ne kadar mescit diyebiliriz? Bu tip sohbetler başka mekanlarda da yapılabilir. Hem zaten din eğitimi almış ve bu eğitim üzerine hayatını şekillendirmiş bir insanın toplumsal ve bilimsel konulara bakış açısı ne kadar tarafsız olabilir? Türkiye'de evrim kuramı hakkında tüm bildikleri Adnan Oktar'ın kuşe kağıda basılı renkli kitaplarıyla veya Fethullah Gülen'in Tekamül Nazariyesi Konferansıyla sınırlı yüzbinlerce üniversite mezunu vardır. Ne Adnan Oktar ne de Fethullah Gülen biyoloji çalışmış, laboratuvarda deney yapmış, bilimsel yöntemi anlamış kişilerdir. Bırakın da bilimi bilim insanları anlatsın, bırakın da toplumsal konularda toplumu çözümleme yöntemlerini çalışmış akademisyenler konuşsun. Ayrıca, insani yardım toplamak dini kurumların görevi değil, devletin izin verdiği ve sıkı bir şekilde hesaplarını kontrol ettiği vakıfların ve yardım kuruluşlarının görevidir. Zaten camilerde ya da cemaatlerin düzenledikleri himmet toplantılarında toplanan paraların nereye gittiği çoğunlukla bilinmez. Bu paralarla yeri geldiğinde şirket de kurarlar, devletin içini de oyarlar, teröristlere silah yardımı da yaparlar. Kısacası, Türkiye'deki müslümanların zannettiklerinin aksine laiklik onların dinlerini korumanın ve bir din olarak kalmasını sağlamanın yegane yoludur. Aksi halde gündelik kavgaların, siyasi emellerin elinde sağa sola savrulurlar. Uzun erimde hem kendilerine hem de mensubu oldukları dine zarar verirler.

3

Yirminci yüzyılda güzelliğin meta haline getirildiği sıklıkla konuşulur da zekanın da aynı zulme maruz kaldığı pek konuşulmaz. Günümüzde ebeveynlerin en büyük korkusu ortalama ve ortalama altı zekilikte bir çocuğa sahip olmaktır. Bu yüzden oyuncak firmalarından bebek maması satan şirketlere kadar milyarlarca dolarlık bir sektör çocukları olduklarından daha zeki yapma adına ürünlerle doldururlar vitrinlerini. Oysa zeka dediğimiz şey, canlının, hayatta kalma ve yeni nesillere bilgi/gen aktarımını kolaylaştırma adına sahip olduğu avantajlardan birisidir. Kollektif bir yaşam sürdüren ve içinde yaşadığı ortamın imkanlarını kulanabilen insan için zeka, mutlu ve başarılı olmak için aslında çok da önemli bir faktör değildir. Çocukların; meraklı, cesur, empatik, yardımsever, tutkulu, sağlam iradeli, ahlaklı, öğrenmeye arzulu, kuşkucu, sorgulayıcı, sanata ve bilime saygılı, iletişim kabiliyeti güçlü ve en az bir spora yatkın olmaları zeki olmalarından daha az önemli değildir. Bu özellikler de süpermarketten alınan sihirli formüllerle ya da oyuncakçıdan alınan pahalı aletlerle kazanılmaz. Anne-baba, çocuğun ilk öğretmenidir ve bu özellikleri çocuğa kazandıracak olan onlardır. Yılda bir kitap bile okumayan, soru soran çocuğuna kızan, sanata ve bilime ilgisiz, çocuğunun eline aypedi verip kendisi komşularla çene yarışına giren, sabahtan akşama kadar televizyonun açık olduğu bir odada yaşayan bir insanın çocuğu ileriki yaşlarda zeki olsa bile bu zekasını insanlığın refahı ve huzuru için kullanmayacağı için, olsa olsa çok para kazanan bir bankacı / mühendis / doktor olur. Sorgulamayı öğrenemediği için hep güdülen olarak kalır, öğrenmeyi öğrenmediği için üniversitede öğrendikleriyle dünyayı fethetmeye çalışır, ahlaklı olmayı içselleştiremediği için toplumun genel geçer yargılamalarına göre hayatını düzenler ve çoğu zaman yanlış olanı yapar. Gelecekte de geçmişteki gibi sefalet, cehalet ve kindarlık yaşamak istemiyorsak; sıradan zekalı ama bunun yanında iletişim kurmasını bilen, başkalarının acılarını anlayabilen, duyduğu / okuduğu haberlere kuşkuyla yaklaşan, öğrenmekten ve üretmekten zevk alan çocuklar yetiştirmeliyiz. Herkesin üstün zekalı olduğu yerde zeka enflasyona yenik düşmüş bol sıfırlı banknotlara benzer. Merak ve tutkuyla beslenmeyen zeka hiçbir işe yaramaz, bir işe yaramadığı için zaten marketlerde tenekelerin içine konulup satılmaktadır.

4

Din hakkında fikir üreten düşünürlerin en büyük hatalarından birisi dini insanın irrasyonel yönüyle temellendirmeleridir. Bu düşünürler iki noktada hata yapmaktadırlar. Birincisi; rasyonalite hiç de öyle insana has sihirli bir güç değildir. Türün devamı ve ömrün sağlıklı bir şekilde uzatılması için evrimsel süreçte insansoyunun geliştirdiği -insan olma yolunda gelişmiş- bir araçtır akıl. Diğer canlıların da akıl dışında geliştirdikleri araçlar vardır ve gözlemlediğimiz kadarıyla bu araçlar çok da güzel bir şekilde çalışmaktadırlar. İkinci hata ise dinin bu evrimsel amaçbilimden uzak tutularak anlaşılmaya çalışılmasıdır. Unutulmamalıdır ki umutlu olmak ve korkularından arınmak isteyen insanın icadıdır din. Kaynağı, cehalet değil, sorulara / sorunlara kolay yoldan yanıt / çare bulma isteğidir. Bilimden tek farkı deneye ve gözleme değil de inanca ve nakli bilgiye dayanıyor olmasıdır. Bu da dindar insanın hayatını kolaylaştıran temel unsurlardan birisidir. Çünkü bilim zordur, çetrefillidir, başarı garantisi yoktur. Oysa din, kısa yoldan her şeyi izah eder. Tarih boyunca insanın dine bağımlılığı da bu kolay izahla açıklanabilir. Din olası en kolay rasyonel açıklamadır. Onun rasyonelliği bilimin “Henüz bilemiyoruz ama araştırmalarımız sürüyor.” dediği noktalara inanca dayalı hipotezler koymasına dayanır. Bu hipotezler, bilimsel hipotezler gibi sınanamadıkları, çürütülüp bir kenara atılamadıkları için dinler varlıklarını günümüze kadar sürdürmüşlerdir. Bundan sonra da dinin bir yere gideceği yoktur. Sadece şekil değiştirir; uzar, kısalır, yumuşar ya da sertleşir, yeni adlara ya da kimliklere bürünür ama kısa erimde yok olmaz. Bunun en büyük nedeni dinin, felsefi / bilimsel sorularla ilgilenmeyen bireylerin –yani toplumun büyük bir çoğunluğunun- ihtiyacını karşılayacak yanıtlara / çarelere sahip olmasıdır. Ölümden korkan, sonsuza kadar bilincinin yaşamasını isteyen; dünyada yaşanan zulmün bir cezasının, yapılan iyiliklerin bir ödülünün olması gerektiğine ikna olmuş birey, eğer bilimin soğuk gerçekliğine bel bağlayıp korkularının ve umutlarının yersiz olduğu sonucuna varamazsa, eninde sonunda kendisini iyi hissettirecek bir hurafenin avucuna düşecektir.

5 (Vampir Sedat Peker'e)

Öldürdüğü profesörlerin kanlarıyla duşunu aldıktan sonra aynanın karşısına geçip uzun uzun yüzüne baktı. Saçından süzülen kırmızı damlaları görünce içine tarifi kelimelerle mümkün olmayan bir övünç doldu. Öyle ya, oluk oluk akan kanların bir damlasını bile israf etmeden banyoya kadar taşımak kolay iş değildi. Zoru başarmıştı, takdiri hak ediyordu. Burnundan sarkıp dudağına doğru ilerleyen bir damlayı diliyle yakalayıp, iştahla emdi. Kanın tadı bildiği gibiydi, ılık ve hoş. Çocukluğunda dişçi ziyaretlerinden sonra ağzında uzun süre hissettiği o yumuşaklığı anımsadı. Mutluluk, acının yani seni sinir edenlerin yokluğunda mümkündü sadece. Her şey olması gerektiği gibiydi, evet! Banyodan çıkmadan önce son bir kere daha göz attı yüzüne. Kanın pıhtılaşıp yüzüne yapıştığı yerler daha çok hoşuna gitmişti nedense. Yarasız yüzüne cesur bir anlam katmıştı, çekici mi olmuştu ne! Gülümsedi, yeni aşık olmuş ama aşkına karşılık bulduğuna bir türlü inanamamış bir ergen gibiydi içinde kabaran iyimser dalgalar. Daha yapacak çok iş, dökecek çok kan vardı dışarıda. "BİR UMUTTUR YAŞAMAK" dedi ve ışığı kapattı
                                                                      
   6 

Ne zaman birileri müslümanları geri kalmışlıkla suçlasa, din savunucuları ortaya çıkıp İslam toplumlarının bilmem kaç yüzyıl önce bilime ve matematiğe yapmış oldukları katkıdan gururla söz ederler. Evet, doğrudur. Dokuzuncu ve on ikinci yüzyıllar arasında İslam toplumları bilime ve matematiğe ciddi katkıda bulunmuşlardır. Yalnız, bunun nedeni İslam değildir. Öyle olsaydı on ikinci yüzyıldan sonra bir durgunluk olmaz, önceki üç yüzyılda olduğu gibi gelişmeler devam ederdi. Tarihe bakarsak, bilimle iştigal eden toplumların belli başlı sosyo-ekonomik özellikleri olduğunu gözlemleriz. Bunların başında maddi refah gelir. Sekizinci yüzyıl, İslam coğrafyasının gerek savaşlardan kazanılan ganimetlerle gerekse de şehirleşmenin getirdiği düzenle (vergilendirme, düzenli tarım, eğitimli ordu vb) maddi refah yönünden doygunluğa ulaştığı dönemdir. Dolayısıyla, bütçeden bilime, matematiğe, nesnel bilgiye ayrılacak bir para mevcuttur. İkinci neden ise birinci nedenin doğal bir sonucudur. Zenginleşen toplumlarda ehilleşme kaçınılmazdır. Çölde tek başına yaşayan bedevi; hem çadırını yapar, hem yemeğini pişirir, hem hayvanlarına bakar, hem çocuklarıyla ilgilenir, hem ava çıkar... Oysa şehir insanı için bu işleri yapacak başkaları mevcuttur. Üretimden doğan (iş bölümü ve sistematik idare) artı değer bir şekilde toplumun her kesimine yayılır ve insanlar her şeye değil de bir şeye odaklanmaya başlar. Böylece Ömer Hayyam, patlayan su borusuyla uğraşmak yerine astronomiyle uğraşır. Harezmi evini kendi eliyle yapmaz ama vaktini El-Cebir kitabını yazmakla geçirir. Ticaretle büyüyen ekonomi, şehirleri kültürel merkezler (gezginlerin, tüccarların, meraklıların takıldığı) haline getirir. Dokuzuncu yüzyılın Bağdat'ı buna en güzel örnektir. Dolayısıyla da bilgi alışverişi hızlanır, insanlar çok kısa sürede çok şey öğrenebilirler. Bu durumda yukarıda anlattığım iki sosyo-ekonomik gelişmenin hemen hemen her toplumda bilimsel düşünceyi yeşerttiğini (Antik Yunan, Roma, Coğrafi Keşifler sonrası Avrupa, Meiji Reformları sonrası Japonya, günümüzdeki Çin vb) söyleyebiliriz. Konunun İslamın bilgiye ya da bilime verdiği önemle uzaktan yakından bir ilgisi yoktur. 12. yüzyılda bilimin duraklamasını sadece Gazali'nin Tehafüt-ül Felasife'sine vermek de bu yüzden yanlıştır. Çünkü böyle bir iddia, baştaki yanlış algıyı desteklemektedir. Gazali bilime değil; felsefeye, yani bilime yükselen bir otorite bağışlayan rasyonel düşünceye düşmandır. Ganimet geliri azalmaya, hazine daralmaya başlayınca; bütçeden kesilen ilk kalem, karnı aç olanlarca boş iş olarak adlandırılan bilim olacaktır. Bu durumu günümüzde de gözlemleyebiliriz. Gazali'nin İbn-i Rüşd'le girmiş olduğu polemik bugün bile tartışılır ama bence o tartışma zaten İslam toplumlarında yavaş yavaş yerini alan "bilimi ve felsefeyi gereksiz görme" anlayışının bir sonucu, görsel anlamda vücuda gelmesi olarak değerlendirilmelidir. İslam toplumlarında günümüzde de bilim gelişebilir, teknoloji yayılabilir. Tıpkı sekizinci yüzyılda Antik Yunan'ın ve Roma'nın miraslarının Arapça'ya çevrilmesinin ön ayak olduğu gibi bilim benzeri bir yöntemle bu topraklarda yeniden yeşerebilir. Yalnız; bu gelişme ve yayılma, İslami ekollerde bilimi her şeyiyle kucaklayan reform edici dimağlar yetişmediği sürece, her zaman için yeni Gazali'lerin ortaya çıkıp, bilimin dinin otoritesinin yerini almasına itiraz edeceği noktaya kadar olacaktır. Sonuç olarak şunu söyleyebiliriz; sekizinci ve on ikinci yüzyıllar arasında İslamı kabul etmiş toplumlarda bilim İslamdan dolayı değil de İslama rağmen gelişmiştir, tıpkı Avrupa biliminin Hristiyanlığa rağmen gelişmiş olması gibi. Sosyo-ekonomik değişimlerle üç yüzyıl kadar yükselmiş, sonrasında, havaya atılan taşın eninde sonunda yer çekimine mağlup olup, (momentumunu koruyacak bir iç motoru da yokken) toprağa dönmesi gibi gerileme dönemine girmiştir.

6B 

Soru: O üç yüzyıl boyunca maddi refah nedeniyle bilime yöneldikleri fikri biraz düşündürücü. Tabii bilim için maddi refah gerekir ancak günümüzde de Arap devletlerinin birçoğu paraya sahiptir. Yanıt: 

Günümüzde bilimin bir toplumda kök salması için altıncı aforizmada sözü edilen iki koşul tabii ki yeterli olmayacaktır. Bunun en büyük nedeni bin yıl önceki bilimin konumuyla bugünkü bilimin konumu arasındaki büyük farktır. Bin yıl önce bireysel çalışmalarla ve bir ya da birkaç destekçiyle meraklı ve tutkulu bir insan kendisini bilim yapmaya adayabilip, ciddi bilimsel gelişmelere öncülük edebiliyordu. Günümüzde bilim, kurumsallaşmış bir alan haline gelmiştir. Milyarca dolarlık yatırımlar olmadan, çok ciddi bir eğitim altyapısını kurmadan, halkı bilimin önderliğine inandıracak politik adımlar atılmadan; bilimin toplum içerisinde hak ettiği noktaya gelmesi imkânsızdır. Japonya, Kore ve son yirmi yıldaki Çin örnekleri bu yüzden çok önemlidir. Devlet bu ülkelerde eğitime, bilime ve sanata ciddi yatırımlar yapmakta, halkı bilinçlendirmek için bütçeden büyük oranda parayı bu alanlara yönlendirmektedir. Üniversitelere yüksek meblağlarda araştırma fonları sağlanmakta ve bu fonların doğru şekilde kullanıldıkları güvence altına alınmaktadır. Bilimin özgürleştirici gücünden korkmayan ülkeler uzun erimde bu korkusuzluğun meyvelerinden yararlanacaktır. Zengin Arap ülkelerinde ise durum çok farklıdır. Bilgi, üretilen değil tüketilen bir metadır. Bilen insan daha az itaat edeceği, daha özgür hareket edeceği, daha çok kendi vicdanının sesini dinleyeceği ve nihayetinde evrensel normların peşinde daha çok koşacağı için tahtlarını petrol gelirinin üzerinde oturtmuş krallar için bilim ve toplumu ona ulaştıracak olan seküler eğitim çok ciddi bir risk taşır. Arap ülkeleri Batı’daki devrimlerden dersini almış ve ona göre önlemini almıştır. Bin yıl önce bilime karşı tutunulan hoşgörülü naif tavrın yerini salt pragmatizm ve korku almıştır. Monarşinin olduğu yerde yönetici sınıf ve bu sınıfın yalakacıları, halkın bilinçlenmesini engellemek için elinden geleni yapar; gerekirse para dağıtır, hayatı ucuzlatır, hayatında araba sürmekten başka hiçbir iş yapmamış insanları şirketlerin başlarına getirir. Yeter ki bilgi tüketilmeye –suyun üzerinde kalacak kadar!- devam etsin ve yönetici sınıf varlığını sürdürebilsin. Dinin de aynı amaç uğruna kullanıldığını görmemek için kör olmak lazımdır. Teslimiyetçi ve itaatkâr nesiller yetiştirmek için din, yöneticilerin elinde pratik bir araçtan başka bir şey değildir. Kuşkuyu kendisine düşman bilmiş olan dinlerde insan asla birey olamaz; onun yerine kitle psikolojisiyle hareket eden, kendisine verilenle yetinen, bütün içindeki yerinden başka bir rolü olduğunu göremeyen bir “parça” olur. Çünkü parça olmaktan sıkılıp, kendi başına bir şeyler yapmak isteyen bireyler monarşinin başına bela açarlar. Onları dizginlemek için bilimden, seküler eğitimden, özgür sanattan ödün vermek şarttır. Bu ödünler de sürdürülemez kısa vadeli gelişmelerin ilk koşuludur.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder