“Ne düşünüyorsun yine kara kara?”
Erkeklerin suskunluğuna, bir şey yapmadan nefes alıp
vermelerine, boşluğa bakıp içlerine dalmalarına dayanamayan kadınlardan
birisiydi o da. Erkek dediğin çözmeli, halletmeli, bitirmeli, sonuca bağlamalı,
hakkından gelmeli; bozuksa tamir, yoksa var, yoksulsa zengin, azsa çok etmeli. Yanında
kadını varken boş oturmak, derinlere dalıp uzun süre çıkamamak, kendinle
konuşup kendinle eğlenmek, hele bir de üzerine susmak yoktu erkeğe; seven bir
kadınının kitabında.
“Hep böyle yapıyorsun. Tanıştığımızda daha neşeli, daha
sevecendin. Şimdilerde kendi başına geçirdiğin vakitlerde daha mutluymuşsun
izlenimi uyanıyor bende. Sıkıldın mı benden? Nedir bu hâlin böyle?”
Arkama bir yastık daha koyup iyice yaslandım karyolanın
tahta başına. Birazdan bu da erir, büzülür ve düşer belime doğru, kalkıp
düzeltmem gerekir. Odanın içinde bahardan kalma bir serinlik, bir de taze
sevişme kokusu. Nasıl da hissettiriyor kaçamak tatil kendisini, altı yanı
kapalı bir kutu da olsa içinde pineklediğimiz! Onun gerdanından aşağıya sızan
ince bir ter damlası, benim nefes alıp verdikçe sanki aşka doyamamış gibi bir
aşağı bir yukarı hareket eden karnım. Savaş alanına dönmüş yatak, elinden gelse
üzerinden atacak ikimizi de, kendisine çeki düzen verecek yokluğumuzla hafifleyen
yüzeyine. Sesler çınlıyor kulağımda, aklımda az önce biz iki yavru kedi gibi
çarşafın üzerinde tepinirken gözüme takılan üç gölge var. Yatağın sol başındaki
lambanın sarı ışığından başka bir kaynak yok bedenlerimizi duvara çizen! Neden
diyorum kendime sürekli, neden burada değilim en çok burada olmam gereken bir
zamanda. Çıplak göğsümün üzerine düşen
sigara külü, zor da olsa seçiliyor kılların arasında. O yüzüstü yatmış, başını
bana doğru çevirmiş, bedeninin altında ezilen memeleri hamur gibi yayılmış çarşafın
buruşuk yüzeyine. İnce parmakları sağ bacağımın üzerinde uzadıkça uzuyor. Az
önce en hassas noktalarıma ustaca dokunarak harikalar yaratan parmak uçları
şimdi tenimin üzerinde birer jilet gibi geziniyorlar, kesik atıp kanımı
akıtacak zamanı kolluyorlar belli ki, kesip damarlarıma girecekler içeride ne
var ne yok birinci elden öğrenmek için.
“Konuşacak bir şeyim yok. Boş konuşmayı da sevmiyorum.”
Isınan kazandaki kurbağanın durumundan farksızdı durumum.
Eninde sonunda yanacaktı ayaklarım, yanacak ve beni rehavetin aldatıcılığıyla
avlayacaktı. Belki de bunu istiyordum. Yorgun bir akşamüstü eve gelip, tek
kişilik koltuğa kıvrılıp sızmak da uyumaktı ne de olsa! İki adım ileride bir
yatak olduğunu bilmek işe yaramaz kimi zaman. İnsan cezalandırmak ister kendisini,
ağrıyan bir dişi çektirmez uzun süre, ete batan parmağını da... Ya o dişin, o
tırnağın başka belalara kalkan olduğuna ikna eder aklını ya da daha önceleri işlediği bir kabahatin cezasını çektiğine.
Adalet duygusunun irrasyonel izdüşümü ne kadar da çarpık, ne kadar da aldatıcı!
“Oteli beğendim. İnternetten buldum burayı, penceresi yok
diye kaygılanmıştım tutarken ama çok da sorun olmuyormuş. Umduğumdan daha rahat
göründü bana, temiz ve sessiz. O kadar sessiz ki sanki sadece sen ve ben varım
koca evrende. Uzayın boşluğunda bir yatağın üzerinde yana döne oynaşıyoruz,
etrafımız yıldızlı bir karanlık, uçsuz bucaksız bir hiçlik. Sonra bu sessizlik!
Sesin yokluğu değil sadece, ikimizden başka her şeyin yokluğu. O derece
ürkütücü ama yine de gerçekleri göz ardı etmemek lazım. Bir ara korktum,
sevişirken yan odadan duyacaklar, kapıya vurup “az sessiz olun” diyecekler
diye! Sence nasıl burası? Beğendin mi?”
Son zamanlarda sıklıkla olan şey yine olmuştu. Yeşim’in
sözleri duvarlara çarparak sağa sola zıplayan, pinpon topları gibi dolanıyordu odanın içinde.
Ne başını bulabiliyordum ne de sonunu! Ne zaman başlamıştı bu oyun? Ne zaman
bitecekti? Kim karar verecekti bitiş zamanına? Neden kaçırdım ipin ucunu ben
böyle?
“Ne nasıl?”
Kızdığı zaman gerilen elmacık kemiklerini gördüm o anda.
Yüzü büyüdü, genişledi. Gözleri yusyuvarlak oldu bir anda. Derin bir kuyu gibi
çekti beni içine, içi nem ve küf kokan bu zifiri karanlıkta beni bekleyen şeyin
farkına varıyordum artık.
“Yapma Ziya ya, bunu yapma bana. Ne düşünüyorsun? İlk tanıştığımızda
iki gölgeli oluşundan, erkeğiyle gurur duyan kadın misali gurur duyardım ama
artık dayanamıyorum. Senin iki tane değil, sonsuz tane gölgen var. Hatta,
kocaman bir gölgesin benim yanımdayken.”
Biliyordu sırrımı, bildiği için en zayıf ânımı bekliyordu
vurup kanatmak için. En zayıf ânım, yani en suçlu olduğum, özür dilemeye en
yakın olduğum an, onun aç bir akbaba olup benim bir kuzuya dönüşeceğim an.
“Lisedeki Fizik hocam ölmüş. Onu düşünüyordum.”
Yalan, ilk habercisi miydi bir ilişkinin sonuna
gelindiğinin? Yoksa, yalana neden olan gereksiz sorular mıydı o haberci? Her
gülümsemenin ucuz bir rüşvet olduğunu kim söylemişti?
“Lisedeki Fizik hocan mı? Sen lisedeki Fizik hocanla
görüşüyor muydun?”
Lisedeki Fizik hocamın öldüğü doğruydu ama öleli bir ay
olmuştu neredeyse. Üzülmüştüm evet, cenazeye gidememiştim çok istememe rağmen. Gidemeyişime
ayriyeten üzülmüştüm. Kalp krizinden gitmiş, sınıfta, öğrencilerinin gözü
önünde. Hem de emekli olacağı yaza birkaç ay kala.
“Yok, öyle değil. Facebook’ta mezunu olduğum lisenin grubuna
üyeyim. Oradan aldım haberini.”
Dudaklarının ucu aşağıya doğru hafifçe kıvrıldı, yerin çekim
gücüne daha fazla direnmenin bir anlamının olmadığını düşündü herhalde. Vakit
beni teselli etme vaktiydi. Olası son kartlardan birisini oynamıştım. Bundan
sonra kozlar onun elinde olacaktı.
“Eee, sever miydin kendisini peki? Ondan mı bu kadar
suskunsun şimdi?”
“Beni etkilemiş tek lise öğretmeniydi. En son on beş yıl
önce, üniversitede okurken görüşmüştük sanırım. Eski okuluma gidip, lise
öğrencilerine temel bilimleri okumanın neden önemli olduğu üzerine kısa bir
konuşma yapmıştım. Sevecen bir adamdı, beni severdi. Babam vefat ettiğinde
cenazesine gelmişti. Ayrıca gölgelerimle yaşadığım bu tuhaf sorunları o da
bilirdi. İnanmazsın, beni karanlık optik laboratuvarına sokup, tek bir gölgem
olduğunu bilimsel olarak kanıtlamıştı.”
İhanete uğramış gibi gerildi Yeşim’in yüzü. Kalabalık bir
yerde annesinin elini yitirmiş bir çocuk gibi bakındı etrafına. Kendisine
destek olacak bir çift göz, suyun üstünde kalmasını sağlayacak bir tahta
parçasıydı aradığı.
“Öyle miii? Sadece ben biliyorum sanıyordum. Tek sırdaşın
değilim yani!”
“Değilsin!”
Bildiğini biliyordum, o da farkındaydı benim onun bildiğini
bildiğimi. Bir bilmezden gelme oyununa sarmıştık, bir türlü kurtulamıyorduk
elimizi ayağımızı düğümleyen iplerden.
“İyi bakalım. Öyle olsun. Bir dahakine söylersin önceden,
haberim olur. Ölümse ölüm, anlarız hâlden.”
Küskün bir tavırla sırtını döndü bana ama üstünü kapatmak
için tuttuğu gergin çarşaf, çıplak bedenini kendi ekseni etrafında çevirirken elinden
kaçıp kurtulduğu için –nasıl da ele avuca sığmaz oluyor normalde yumuşak olan
şeyler gerilince! - pembe meme uçları görünüverdi bir anlığına. On dakika önce
boş bulduğu çayırda tepinen kısrak gibi sevişen kadın, böylesi beklenmedik bir
kazadan dolayı utanmış, yüzündeki dolunay yerini yeni aya bırakmıştı. Arkasını
dönüp, çıplak sırtını örtme fırsatını bana verdikten sonra geri dönebildim
özlediğim sessizliğime. Odanın karanlığı içime ışık olarak vuruyordu. Üzerinden
uzanıp onun tarafındaki lambayı kapattım. Birden kapkara oldu oda, çölleşti ve
kurudu. Aradığım da buydu. Ancak çölde, herkesten ve her şeyden uzaktayken
sorabilir insan kendisine bir türlü soramadıklarını. Ancak çölün sade yüzünde
vardır adalet ve eşitlik.
“Uyu biraz. Ben de uyuyacağım. Azıcık kestirdikten sonra çıkar
akşam yemeği yeriz sahilde. Tatile geldik diye tüm günü bu odada ataletle
geçirmek zorunda değiliz.”
Tatil ve atalet kelimelerinin aynı kökten geldiğini bana o
öğretmişti. Yıllarca Fizik okumama rağmen bunu bilmiyor oluşuma utandırmıştı
beni. Kıçımı hafifçe yatağın içine doğru kaydırıp ince battaniyenin altına
sıvıştım usulca. Başımı yastığa koyarken, kurumuş tenimin elyafa sürtmesiyle
oluşan minik ışık parlamalarını gördüm. Yıldızsız gökyüzünde kayan yıldızlar
gibi yürüdüler parmaklarımla beraber. Sonra yine aynı hiçlik, senkronize olamayan
nefeslerimiz, aynı odada yatıp farklı evrenlerde yaşayan iki ruh.
Sırtımı Yeşim’e döndüm. Seviştikten sonra sırt sırta yatıp
uyuyan tek çift değildik herhalde dünyada. Gözümü; göremediğim, hissedemediğim
bir noktaya diktim. Evet, biliyordu. Hissediyordu bendeki kaygılı duruşu.
Hissetmese neden koysundu bu sert tavırları, neden bu kadar net olsundu? Daha
merhametli olur, daha alttan alırdı. Neredeyse iki aydır böyleyim ben.
Açılamıyorum, açılamayınca suskunlaşıyor ve rahatsız edici oluyorum. Asıl
yapmam gereken şeyi yapamadığım için kendimi “yapılmasa da olur” denilecek
türden işlerle meşgul edip, yapılması gereken şeyin yapılamamış olmasına bahane
üretmiş oluyorum. Ne gölgeler benim peşimi bırakıyor, ne de Yeşim gölgelerin
peşini. İçimde tereddütten yapılma bir tepe, ne yapsam önüme çıkıyor, ne yöne
dönsem karşıma dikiliyor ve engelliyor hareketlerimi. Bazen karanlığın beni
içine alıp, üzerime kapanmasını ve bir daha ona geri vermemesini diliyorum.
Sonsuza kadar uyuma isteği gibi bir şey bu. Uyumak ama ölmemek… Kafamın
bulanıklığında lacivert bir kapı açılıyor, giriyorum düşünmeden.
Uyandığımda Yeşim yoktu odada. Herhalde sahile hava almaya
inmiştir diye geçiriyorum aklımdan ilkin. El yordamıyla yatağın başındaki
lambayı bulup ışığı açınca fark ediyorum Yeşim’in yastığının üzerindeki
mektubu. Orada, yastığın ortasındaki çukurun ortasında duruyor beyaz kâğıt.
Milyonlarca yıl önce düşmüş bir göktaşının yarattığı kraterin ortasında oluşmuş
bir tatlı su gölü gibi sakin, bir o kadar da ölü. El yazısı ne kadar da güzel
diyorum mektubu elime alır almaz, her zamanki gibi korkularımı –yoksa
rahatlamamı mı?- görmezden gelerek. Oysa
alelacele yazıldığı her halinden belli olan bu mektup oyunun sonunu ilan eden
belge aynı zamanda, oyunun yani işkencenin.
Bir Tanem Ziya,
Bu mektubu yazmak için
ya da senden almak için altı aydır bekliyorum. İkimizden biri yazacaktık. Baktım
sen kaçmayı seviyorsun, köşe bucak her delik senin için sığınılacak liman ne de
olsa. Sokaktaki kediden, mutfağın camından içeri giren yavru kargaya kadar her
şey! İş başa düştü dedim kendime artık. Çünkü ben kovalamayı sevmiyorum, Ziya.
Çabuk yoruluyorum aşk oyunlarında; başkalarının uzun uzun anlattıkları
dalaverelere, romanlara konu olan karmaşık ilişkilere, açık açık konuşulmayan
tatminsizliklere dayanamıyorum artık. Sen
benim farkına varmadığımı sanıyorsun ama biliyorum her şeyi ben. Sekiz ay önce
sinema çıkışında görmüştüm ikinci gölgenin birincinin zıttı yönde
konuşlandığını. Hiç de öyle tereddütlü, titrer bir hali yoktu. Gücünü
kanıtlamaya çalışan bir baba gibiydi daha çok, yere sağlam bastığından emin,
seni –yani diğer gölgeni- vazgeçireceğinden de!
Ne zaman bir araya
gelsek, buluşmamızdan önce tek olan gölgen beni görür görmez ikiye bölünüp,
akşam altıyı gösteren saate çeviriyor seni. Ve ne zaman ayrılsak, akşam altı
dönüyor gece 12’ye, yanlış zamanı gösteren bir saatin elle düzeltilmesi gibi.
Akrebinle yelkovanın kavuşuyor birbirine ben kaybolur kaybolmaz, ben aradan
çekilip dengesizliği sonlandırınca. İçine bir serinlik doluyordur herhalde
böyle durumlarda, ipin üzerinde bozulan dengesine kavuşan cambaz gibi göğsünden
karnına doğru soğuk bir nefes iniyordur. Peki ya ben, benim durumum da tam
tersi, hiç düşündün mü? Senin yanına varınca umutlanıyorum, belki bu sefer
sorunları iki yetişkin insan gibi konuşur, bir çözüme bağlarız diyorum. Belki
bu sefer içmek, sevişmek, susmak ve sırt sırta uyumak dışında bir şeyler
yaparız diyorum. Tenin tenime değerken, parmakların yüzümü okurken, dilin
dilime dolanıp soru işaretlerini beynime salarken; ben hep bir kişiyim ve senin
yörüngendeyim. Ya sen? Sen yörüngesi olmayan bir meteor gibi çarpacak yer
arıyorsun kendine. Bu son diyorum kendime, söz veriyorum seni bir daha
görmeyeceğime ne zaman yanak yanağa öpüşüp “Hadi görüşürüz canım”larla vedalaşsak.
Tutamıyorum ama sözümü.
Üç yıldır yaşadığımız tüm güzellikler bir hiç olacak diye üzüldüğüm falan yok.
Kendine pay çıkarayım deme sakın! Geçmişin yaşanmışlıklarını biriktirme hastası
değilim, tanıyorsun beni o kadar. Endişelerimin kaynağı yalnızlık değil; aşka
gelip genleşen kapıların, durup durup homurdanmaya başlayan buzdolabının,
aniden üst kattan gelen misketlerin sesleri hiç değil. Senin için
kaygılanıyorum bir tek, kendini bulamayacağından, daha çok içine doğru kapanıp
kaybolacağından, insanlardan nefret edip kendine zarar vereceğinden korkuyorum.
Sonu yok çünkü bu düşüşün, dipsiz bir kuyuda spiraller çizerek batıyorsun.
İnsanız hepimiz, bulaşıyoruz birbirimize. Bir kere bulaştık mı da kolay kolay
silinmiyor izler. Ama fark ettim ki bu düşünceler tek taraflıymış, sen her
zamanki bencilliğinle zırnık bir şey kaybetmiyormuşsun. Düşerken beni de
çekiyorsun. Ben kör, ben sağır, ben sadık bir sevgili olduğum için
cezalandırıyorsun beni. Gidiyorum işte, rahat edersin artık.
Son olarak sana bir de
tavsiyede bulunayım. Gerçi bunları sana binlerce kere söyledim ama olsun.
Yazının gücüne sen benden daha çok inandığın için bir kere de yazmış olayım. Ne
yap ne et bedeninin sesini dinlemenin bir yolunu bul. Hayatı salt kafanla
yaşayamazsın, her şeyi düşünerek çözemezsin. Tamam bilim okudun, tamam bilim
hayattaki en hakiki mürşidin, tamam bilimden başka gerçeğe inanmak zorunda
değilsin. Konferanslar, dersler, makaleler, deneyler, sonuçlar… Hayat bunlardan
ibaret değil, çık biraz alışık olduğun dairenin dışına, saçma sapan şeyler yap.
Kaybol mesela bilmediğin bir mahallede, aptal bir Holywood filmine bilet al, gerizekalı
diye yaftaladığın kızlara merhaba de. Yarına yatırım olmayan şeylerden
bahsediyorum, sevişmek ve kedi bakmak dışında şeylerden. Eğer çıkarsan kendi
kendini hapsettiğin hücrelerden, dışarıdaki insanların da en az senin kadar
çalışkan, en az senin kadar zeki, en az senin kadar haklı olduklarını görürsün.
Nefretin kaynağı, cehalettir. İster inan ister inanma buna! Başkalarını küçük
gören, onların hayatını değersiz olarak damgalayan, küçük insanların küçük
heveslerini anlamsız bulan bir insan eninde sonunda kendisinden nefret etme
noktasına gelecektir.
Mektubu uzatmanın
gereği yok. Zaten sayfa da doldu. Lütfen beni arama, sorma, ortak
arkadaşlarımızdan hakkımda bilgi koparmaya çalışma. Kopalım artık, kendimize
yeni merkezler bulalım etrafında dönmek için. Birbirimizi iyi anımsayalım; kırmadan,
dökmeden, yaralanmadan ayrılalım.
Mimi sende kalsın, sana
sıkı sıkıya bağlı. Beni sevemedi bir türlü. Sarı plastik top salondaki komodinin
alttan ikinci çekmecesinde, su kabını da iki günde bir yıkamayı unutma. İçmiyor
kedi kap kirli olunca. Herkes senin gibi pis mutfaklarda yaşamaya alışık değil.
Öğren artık bunu.
Canın sevişmek isterse
de kendine bir şişme bebek al. Belki benim gibi şikâyet edemez ama seni
rahatlatma ve yanında uzanıp susma işini çok iyi yapar.
Kendine iyi bak,
Yeşim
Mektubu üç defa okuyorum ara vermeksizin. Yeşim’in somurtan
küskün yüzünü görüyorum her kelimede. İçimden gürültülü bir kalabalık geçiyor,
yemek paydosuna koşan öğrencilerin telaşı. Sonrası boşluk, ıssız bir okuldaki
boş sınıflar, çarpık çurpuk sıralar, yerlere düşmüş kitaplar ve defterler. Öyle
bir boşluk ki hayra mı yorayım şerre mi bilemiyorum. İyi hissediyorum bir
anlığına, ben bir şey yapmadan hallolan bir soruna neden üzülecekmişim diyorum.
Peki ya geçen üç yıl, onca sıkıntı ve hafakan? Bitti artık! Bitti mi yoksa yeni
mi başlıyor? Kendimi yeterince tanımamak çok rahatsız ediyor beni.
Kalkıp banyoya giriyorum. “Sıcak su tenime bulaşan bu
belirsizliğe iyi gelecektir.” gibisinden saf bir düşünce var aklımda. Yakıyor
bedenimi su, kıpkırmızı oluyor yüzüm, kollarım, bacaklarım. Bedenim yanınca
beynim soğuyor biraz. Öyle sanıyorum, eski bir alışkanlığın gerektirdiği üzere.
Giyinip sokağa atıyorum kendimi. Akşam usul usul çöküyor evlerin üzerine, siyah
bir heyula gibi esir alıyor hareket eden her şeyi. Bu minik tatil köyünde
herkes turist, herkes hafta sonu için İstanbul’dan ya da Ankara’dan kaçıp
gelmiş. Yeşim şimdi nerededir diye soruyorum kendime. Ya otobüs terminalinde kalkış
saatini bekliyordur ya da çoktan yola çıkmıştır. Gidip bakmalı mıyım ona? Tabii
ki hayır! Kimi kandırıyorum ki? Onu kandıramayacağım bir gerçek. Kaldırımdan
inip yolun ortasına geçiyorum. Kalabalıktan dolayı yol araba trafiğine
kapatılmış. Sağlı sollu incik boncuk satan tezgâhlar, oyuncakçılar. Bir ara
yukarıya takılıyor gözlerim. Sokak lambalarının boynu bükük, sanki Yeşim’in
gidişine en çok onlar üzülmüşler. Bir ara aklıma geliyor, güçlü bir lambanın altına
girip gölgemi kontrol etmek. Ayaklarımın dibinden başlayıp sokağın ucuna doğru
uzanan tek bir gölgeyi görünce rahatlıyor içim. Evet diyorum. Yeşim benim için yine
en doğru olan kararı verdi.