“Hadi şimdi de güneşe arkamızı dönüp gölgelerimizi sayalım!”
Dün gibi hatırlıyorum o günü; dalgaların kıyıyı hafif
darbelerle dövdüğünü, güneşin kırmızı bir portakal gibi ağır ağır suya battığını
gözümün önüne getirmem hiç de zor olmuyor bunca yıla rağmen. Üniversite
sınavından sonra arkadaşlarla buluşmuş, tüm öğleden sonra denizde yüzdükten sonra
kasabaya inen son otobüsü kaçırmamak için alelacele toplanmıştık, şezlongların
arkasındaki minik masanın kenarında. Güneş batmadan yola çıkalım ki çok geç
olmadan kasabaya varalım diyorduk.
“Bir iki üç dört … “
Sayan kimdi? Arka sıralarda kola şişesine koyduğu birayı
hocalara çaktırmadan yudumlayan Ayyaş Yaşar mıydı yoksa üniversiteye giriş
sınavında matematikten ful çekip Bilkent’te endüstri mühendisliği bölümünü
kazanacak olan Sivri Kemal mi? Nedense o kısmı kalmamış aklımda. Ne kadar
zorlasam yüzler belirmiyor o laciverdi boşlukta. Sadece anlık duygu
boşalımları; nereden geldiği belli olmayan yüz kızartıcı yanlışlar ya da bir
kibritin aniden çakıp ıssız odayı dev gölgelerle doldurması gibi yürek
hoplatıcı sevinçler var karanlığın ütü tutmayan pelte yüzeyinde.
“Yediiiii”
“Ne yedisi oğlum, biz altı kişiyiz!”
“Beğenmediysen sen say olum, yedi gölge var işte.”
“Bu salak saymayı bile beceremiyor. Dur bir de ben sayayım.
Ayrılın bakayım azıcık!”
“Bir iki üç…”
Böyle başlamıştı maceram ya da maceramın ayırdına varmam.
Farklı olduğumu anlamam için başkalarından uzaklaşmam, kendi başıma olmam
gerekiyordu. Birlikteyken gölgeler birbirine karışıyor, tek bir gölgeymiş gibi
hareket ediyor, kimin ne olduğu anlaşılmıyordu. Ancak uzun bir süre, yeteri kadar mesafede
kendi başıma kalırsam öğrenebilecektim aslında kim olduğumu, tam olarak ne
istediğimi ve hatta ne için ve kimin için var olduğumu.
“Altı, yedi!, valla yedi çıktı yine”
“Oğlum kim o iki gölgesi olan, çıksın piyasaya. Söz
dövmeyeceğim. Sen misin yoksa dobişko Hüsnü? O ikinci de göbeğinin gölgesi mi?”
“Biraz daha ayrılın, herkes bir köşeye çekilsin. Kendi
gölgesine baksın. Kim hile yapıyorsa çıkar şimdi ortaya.”
İşte o anda belli etmişti kendisini, uzun yıllar boyunca
beni takip edecek olan, nedenini değil de sadece sonuçlarını idare edebileceğim
ikinci gölgem. Kış güneşi gibi utangaçtı ilk karşılaşmamızda.
“Olum Ziya, bu ne hal?”
Bir bana bir yere bakıyordu. Sanki altıma etmişim de
donumdan aşağıya ıslanan kısmımı gösteriyordu parmağıyla. Utanmalı mıydım?
Yoksa olağan bir şeymiş gibi mi davranmalıydım? Hem daha neyin ne olduğunu ben
bile bilmiyordum.
“Ne olmuş ki?”
Ayyaş Yaşar bana bakıp pis pis gülüyordu. Bir yandan da
diğerlerini çağırıyordu eliyle işaret ettiği yere.
“Ne o lan, yoksa şeyin de mi iki tane senin?”
Gülüşme sesi; gençliğin, takmamanın, muhabbetin kuru
gürültüsü dalgaların yalın çığlıklarına karışıyordu sahilin bu ıssız köşesinde.
“İnkâr mı edeceksin oğlum! Baksana iki tane!”
“Hepimiz aynı anda çift görüyor olamayız ya!”
“Neden sende iki tane var? Başka neyin iki tane?”
“Nasıl yapıyorsun böyle bir hileyi anlat!”
“Seni hokkabaz! Nerenden çıkıyor lan o ikinci gölge?”
Beş ayrı polis tarafından aynı anda sorgulamaya alınan bir
zanlı gibiydim. İşin kötüsü, suçumu inkâr edebilecek durumum hiç mi hiç yoktu. Ayağımın
altında iki gölge, rüzgârda sallanan yapraklar gibi kıpır kıpır oynaşıyorlardı. Farklı yönlere doğru uzadıkları için biri
diğerinden uzun görünüyordu. Akreple yelkovandan başka bir şeyi olmayan büyük
bir saatin merkezi gibiydim adeta.
“İki gölge olması için ya iki Ziya olması lazım ya da iki
güneş. Ha ha ha, bu durumda ikisi aynı şey. Güneşin Ziyası var karşımızda.”
Bu espriyi yapan Kemal olmalıydı. Kimsenin anlamadığı laflar
edip, kendi kendine gülmesi, sonrasında arkasındaki ordunun isteksizliği
karşısında dumura uğrayan komutanın bozgunluğu.
“Ne diyorsun Kemal yaaa, çekil şöyle ayakaltından da
çıkaralım bu adamın foyasını.”
“Foya moya yok oğlum, baktım ben her tarafına. Adamın iki
gölgesi var işte.”
“Saçmalama oğlum, kimsenin iki gölgesi olamaz. Hem aramızda
birimizin iki gölgesi olacaksa neden Ziya’nın oluyor, benimkisi olsun.”
“Bırakın şimdi şamatayı ya! Otobüsü kaçıracağız. Beş dakika
sonra kalkıyor. Hadi toparlanın, depar atalım durağa kadar.”
Bu son lafı söyleyen Zilli Yıldırım’dı. Sınıfta zile kaç
dakika kaldığını saniyelerine kadar her daim bilir, sorulduğu anda yanıtlardı. Önceleri
adı Zilci’ydi ama söylemesi zor olduğundan mıdır nedir bir süre sonra Zilli’ye
dönüşmüştü adı.
“Hadi o zaman koşalım oğlum. Otobüsü kaçırdık mı gece burada
kalırız. Cebimde on lira var zaten, onu da leş gibi kokan bir otel odasına
veremem.”
Hep birlikte koşmuştuk. Gölgelerimiz önlerimizde, onları
yakalamaya çalışır gibi seğirttik otobüs durağına doğru. Birbirine girmiş
karartıların peşinde ilerlerken kimse fark edemezdi benim ikinci gölgemi.
Karışınca diğerleriyle fark edilmiyordu varlığı ne de olsa, tıpkı kalabalıklar
içinde seçilemeyen sıradan bir insan gibi. Ne koşarken ne otobüsteyken ne de
kasabaya varır varmaz girdiğimiz dönercide aklımıza gelmişti öğleden sonra
yaşadıklarımız. Akşam arkadaşlardan ayrıldıktan sonra eve giden yokuşu tek
başıma çıkarken bir sokak lambasının cılız ışığının altında durmuş, önce ışığa
sonra da asfalt boyunca yayılan gölgeme bakmıştım. İçimde kabaran duygu merak,
kaygı veya heyecan değildi, düpedüz korkuydu.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder