Bu Blogda Ara

21 Nisan 2015

LU XUN’UN NEŞTERİ VE BİR DELİNİN GÜNLÜĞÜ

Silahlara Çağrı, modern Çin edebiyatının öncülerinden Lu Xun’un 1922’de yayınlanan ilk öykü seçkisine verdiği addır. Bu seçkideki ilk öykü, Bir Delinin Günlüğü başlığını taşır. Aslında bu öykü, ilk defa 1918 yılında, zamanın ilerici düşünürlerinin çıkardığı Yeni Gençlik dergisinde yayınlanmıştır. Pek çok edebiyatçıya göre Çin modern öykücülüğünün ilk örneği olarak sayılan bu yapıt, hem içeriği hem de biçemi yönüyle Lu Xun’un daha sonraki yıllarda yazacağı diğer öykülerinde kullanacağı düşüncelerin ve yöntemlerin izlerini taşır.

Öykünün içeriğinden söz etmeden önce, başlıkla ilgili bir konuya değineyim. “Bir Delinin Günlüğü”, başlığı Lu Xun’dan önce Batı Edebiyatında iki kere kullanılmıştır. Fransız yazar Maupassant’ın ve Rus yazar Gogol’un aynı başlığı taşıyan öyküleri Lu Xun bu öyküyü yazmadan yıllar önce yayınlanmıştı. Lu Xun’un bu öykülerden haberdar olmaması düşünülemez. Maupassant’ın yapıtı pek bilinmeyebilir belki ama Gogol’un öyküsü, Burun ve Palto’yla birlikte o zamanda bile meşhur olmuş öykülerdi. Dostoyevsky’nin “Hepimiz Gogol’un Palto’sunun altından çıktık.” sözü bugün olduğu gibi o zamanlarda da biliniyordu.  Bu durumda, Lu Xun’un öyküsüne daha önce kullanılmış bir adı verirken bunu bilinçli bir şekilde yaptığını kabul etmek zorunda kalırız. Büyük bir olasılıkla soyunduğu aydın görevinde kendisini Gogol’a yakın gördüğü için bu adı seçmişti, Lu Xun. Gogol’un, öykülerinde Rus toplumundaki ikiyüzlülükleri ve yozlaşmaları metaforik bir anlatımla eleştirmesi gibi; o da, Çin toplumunu ve Çinli kimliğini ameliyat masasına yatırıp, çok sevdiği tabirle “toplumun hasta bedenine neşter vuracaktı.” 

Edebiyat eleştirmeni Ivan Panin*, “Rus Edebiyatı Üzerine Ders Notları: Puşkin, Gogol, Turgenyev, Tolstoy” adlı kitabında Gogol hakkında şunları söyler. “Gogol bir direnişçidir, otokrasinin zayıflıklarını zırnık merhamet göstermeksizin eleştiren bir aydındır. Gogol’un sanatı protestosunu bilinçdışından yapmaz; insan olan Gogol sanatçı olan Gogol’u kullanır, ona kendi sesini verir ve böylece asil ruhunun isyanını yapıta yansıtır.” Bu açıdan bakınca Lu Xun’un bu adı tercih etme nedeni biraz daha açıklık kazanıyor. 

Gelelim öyküye. Öykü, şizofren ve paranoyak bir hastanın günlüğünden ibaret. Anlatıcının günlüğü buluşundan ve okumaya başlamasından söz ettiği giriş kısmını saymazsak on üç kısa bölümden oluşuyor. Hastanın nasıl bu hale geldiğini bilmiyoruz, öykü onun her şeyden ve herkesten kuşkulanan, hafakanlı ve kuruntulu söylemleriyle başlıyor. Bir köpeğin hırlamasından korkunç anlamlar çıkarıyor, dolunayın belirmesinden de ayın gökyüzünde görünmemesinden kendisine yönelik komplo teorileri üretiyor. Çocuklar ona bakıp aralarında fısıldaşıyorlar, bir kadın çocuğunu döverken küfürler ediyor, komşular yanından ona sinsi bakışlar fırlatarak geçiyorlar… Ne olursa olsun, öykünün kahramanı etrafındaki insanlara güvensizliğinin ve kendi kuruntularının kurbanı olarak, kafasında yepyeni bir dünya kuruyor. Öykünün ilk vurucu cümlesi üçüncü bölümün sonunda çıkıyor karşımıza.

“Sadece dikkatli ve titiz bir araştırma bize gerçeği gösterebilir. Hayal meyal hatırlıyorum, bir yerlerde okumuştum,  insanların antik zamanlardan beri birbirlerini yediklerini. Tarih kitaplarının sayfalarını karıştırırken, karşıma tarihler çıkmıyor belki ama Konfüçyüs’ün bilinen ilkelerine rastlıyorum. “İyilikseverlik, doğruluk, ahlaklılık”. Aynı sayfalara, uyku tutmayan gecelerde tekrar döndüğümde, nihayet görebiliyorum satır aralarına saklanmış gizli mesajları: “İnsanları yiyin!” Bu sözcükler –kitaplarda yazılıp, köylülerce okunan- tuhaf ve alaycı bir yüzle bakıyorlar bana. 

Yoksa beni de mi yemeyi planlıyorlar?”

Bu bölümden sonra yazar, sürekli eski metinlere ya da olaylara göndermeler yaparak insanların tarih boyunca nasıl birbirlerini yediklerini anlatıyor. Tabii bunu yaparken, öykü kahramanının korkuları ve endişeleri ön planda ve biz okuyucular olayları onun gözünün önünden ve aklından geçenlerden biliyoruz. On ikinci bölüme kadar öykü herhangi bir yönelimi olmayan durgun bir anlatımla devam ediyor. On ikinci bölümde öykünün kahramanı şunları söylüyor:

“Şimdi farkına varıyorum ki bugüne kadarki hayatımı, son dört bin yıldır insan eti yiyen bir ülkede geçirmişim. Kız kardeşim öldüğünde büyük ağabeyim çekip çeviriyordu evin işlerini. Büyük bir olasılıkla kız kardeşimi de yedirdi bize, diğer yemeklerin içine katarak. Bilmeyerek kendi kız kardeşimin etini yedim, şimdi sıra bende.

Dört bin yıllık yamyamlığın ağırlığı omuzlarıma binmiş haldeyken, her ne kadar bir zamanlar masum olduğuma kendimi inandırmış olsam da, bundan sonra nasıl bakarım diğer insanların yüzlerine?”

On üçüncü bölüm sadece iki cümleden oluşan vurucu bir sondan ibaret.

“Henüz insan eti yememiş çocuklar var mıdır dışarıda? En azından onları kurtaralım…”

Öykünün başından sonuna metaforik öğelerle süslenmiş olduğunu ve Lu Xun’un bu öyküsüyle toplumda geçerli olan Konfüçyüsçü değerlere savaş açtığını söylemek için kahin olmaya gerek yok. Evet, klasik metinlerde doğruluk, iyilikseverlik ve benzeri değerler sürekli olarak teşvik edilirler ama aynı kitaplar yolsuzluk yapan babayı yetkililere şikayet etmenin neden yanlış olduğunu da anlatır. Yine aynı metinlerde otoriteye itaat, ebeveyne saygı, toplum içindeki saygınlığı ne pahasına olursa olsun koruma gibi insanı bireysellikten ve özgürlükten uzaklaştıran öğretiler de mevcuttur. Lu Xun, zamanın pek çok aydını gibi, Konfüçyüsçülüğü Çin toplumunun ilerleyişine engel olan bir duvar olarak görüyordu ve onu alt etmeden ya da en azından sıkı bir reformdan geçirmeden, Çin’in modern bir ülke olamayacağını savunuyordu.

İnsan eti yeme ya da kısaca yamyamlık diyebileceğimiz davranış ise büyük bir olasılıkla Çin’de o zamanlar geçerli olan feodal toplum yapısına işaret etmektedir. Güçlünün güçsüzü ezdiği, insanlıktan çıkardığı, köleleştirdiği, adaletin mülkün temeli değil de mülkün adaletin temeli olduğu bir sistemdir feodalizm. Bu sistemde güçsüz insanın yaşama hakkı, otoriteye baş eğmesine bağlıdır. Bu da asla birey olamaması, asla özgürce kararlar verememesi demektir. Lu Xun, daha sonra yazacağı öykülerde olduğu gibi gücün, ailenin ya da pratik olmayan (sekiz-ayaklı kompozisyon nasıl yazılır gibi) bilgilerin değil de insan olma paydasının birleştirdiği değerler üzerinden bir toplum kurma düşüncesini güder. Ona göre temelde merhamet, sevgi, adalet gibi değerler korunmalı ve bunlar üzerinden özgür, dinamik, modern bir toplum inşa edilmelidir.

Öykünün sonunda “Çocukları koruyalım.” mesajı vermesi, gelecek nesillerin aynı gerici ilkelerle zehirlenmemesi temennisini belirtir. Lu Xun, öyküsüne kahraman olarak bir deliyi seçmiştir çünkü ancak deliren bir insan görebilir gerçeği, deliren insan korkusuzlaşır, etrafındaki baskılardan arınıp kendi aklıyla düşünmeye başlar. Toplumun akıllı olarak gördüğü insan, kendisine düşen görevi beklentilere göre yapan; yani iyi bir evlat, iyi bir vatandaş, iyi bir anne-baba, iyi bir işçi olabilen kişidir. Toplumun tepkisini çekmemek ve yaftalanmamak için insan birey olmaktan vaz geçer ve sürekli kendinden bekleneni yapar. Oysa deli böyle değildir. Hem Gogol’da hem de Lu Xun’da deli karakteri söylenilmeyeni söyleyen, görülmeyeni gören, bir çeşit aydınlanmış insandır. Gogol’un öyküsünün baş kahramanı iyileşmez ama Lu Xun, öykünün girişinde kendi öyküsünün kahramanının iyileşip yakınlarda bir kentte memuriyet görevine atandığını söyler. Buradan da şu sonucu çıkarabiliriz. Aslında herkes biliyordur nelerin doğru nelerin yanlış yapıldığını, herkes biliyor ama kimse sözünü edemiyor. Satır aralarındaki “Birbirinizi yiyin” mesajını görmek yetmiyor gelecek nesilleri korumak için. Harekete geçmek, bir şeyler yapmak, ataerkil toplumun ataerkil değerlerini alt üst etmek ve yeni Çin’i kurmak gerekiyor.

 Aslen bir hekim olan Lu Xun’u, Japonya’daki eğitimini yarıda bıraktırıp Çin’e getiren de bu amaç değil miydi zaten? Lu Xun’u, dört bir köşesinden su alan bir gemiyi tamir etmeye ant içmiş bir gemici ustasına benzetebiliriz. Japonya’dayken yaşadıklarından sonra, bilimle ve teknikle değil de edebiyat ve sanatla Çin’i tamir edebileceğine inanmıştı. Öykülerini ve denemelerini yeni bir Çin’i kurmaya adamıştı bu yüzden. Sun Yat Sen’in kurduğu Çin Cumhuriyeti beklentilerini karşılamayınca karamsarlığa düştü, 4 Mayıs hareketi içerisinde aktif olarak yer aldı. Komünist Parti’ye asla üye olmaması da aslında onun siyaset üstü bir tavır takınma çabasının göstergesidir. Mao, yaşamı boyunca Lu Xun’u el üstünde tutmuştur ve onu gerçek bir devrimci olarak lanse etmiştir. Ömrü yetseydi de 1949 devrimini görseydi, Lu Xun ne yazardı bilemeyiz ama Kültür Devrimini görseydi büyük bir olasılıkla yazdıklarından dolayı burjuvazi olmakla suçlanır; ya hapse atılır ya da Lao She gibi halkın önünde azarlanırdı. Ardından da intihar* ederdi.

Lu Xun’un kitapları ondan sonraki Çinli nesiller için ilham kaynağı olmuşlardır ve on yıllardır lise müfredatının ayrılmaz bir parçası olmuştur. Yalnız, son birkaç yıldır Lu Xun’un yapıtları orta okul ve lise kitaplarından birer birer çekilmeye başlandı. Devlet destekli medya kuruluşlarından Xinhua Haber Ajansı bu durumu şu şekilde izah etmiş. “Ortaokul öğrencileri çok derin şeyler okumamalılar. Öğrencileri eleştirel okumaya ve derin düşünmeye çok erken yaşlarda başlatmamalıyız. Tam tersine, onların bilgiyi yavaş yavaş biriktirmelerine önayak olmalıyız.”

Bu değişikliğin altında çok farklı bir amaç olduğunu düşünenlerin sayısı doğal olarak bir hayli fazla. Lu Xun, karamsar ve gerçekçi bir yazardı. Öykülerinde ve denemelerinde sertti, acımasızdı, saldırgandı. Oysa günümüzün Çin’i böylesi sertliklere izin verecek bir zihniyetten çok uzak. Bilakis, Konfüçyüsçülük Çin’de her geçen gün biraz daha önem kazanıyor son yıllarda. Parti Genel Sekreteri konuşmalarında sık sık Konfüçyüs’e göndermelerde bulunuyor, Çin dünyanın dört bir köşesinde açtığı kültür enstitülerine Konfüçyüs’ün adını veriyor. Otoriteye itaati, ne pahasına olursa olsun düzeni korumayı, toplumsal harmoniyi sağlamayı esas alan Konfüçyüsçü ilkelerin Çin devletinin ekmeğine yağ sürdüğünü söylemek pek yanlış olmaz. Konfüçyüs’ün ilkelerini benimsemiş bir vatandaş kendisini dizginleyen, isteklerine öz-sansür uygulayan bir bireye dönüşür. Özellikle ekonomideki büyümenin yavaşlamaya başladığı son yıllarda; devlet, vatandaşlarını umutsuzluğa sürükleyecek, onları isyana ve değişim talebine teşvik edecek düşünceleri engellemek isteyecektir. Böyle bir ortamda Lu Xun’un sert metinlerini müfredattan çıkarmaları yönetici parti için isabetli bir karar olarak görülebilir. Bu ve ileride gelecek benzeri kararların Çinli gençlerin düşünsel gelişiminde nasıl bir etki yaratacağını ise zaman gösterecek.
                                                                                                                      12 Nisan 2015, Çanco

* Ivan Panin’in adı geçen kitabı Amazon’un sayfasından ücretsiz olarak indirilebilir. Çeviri bana ait.

* Resmi görüşe göre Lao She, Pekin’deki bir gölde intihar etmiştir ama öldürülüp göle atıldığını iddia edenler de var.

        Aşağıya bu yazıyı yazarken kullandığım birkaç kaynağı ekliyorum:

1.       The Real Story of Ah-Q and Other Tales of China – The Complete Fiction of Lu Xun, Penguin  Classics, Kindle Edition (Türkçe çeviriler bana ait.)

       Lu Xun’un yapıtlarının müfredattan çıkarıldığı üzerine iki haber:



       Lu Xun ve Çinli Kimliği üzerine benim yazdığım bir blog yazısı:


Şanhay’daki Lu Xun müzesiyle ilgili kısa bir tanıtıcı yazı:


       Harvard Üniversitesi tarafından hazırlanmış bir ders notu. Öykünün özeti ve yazıldığı dönem için neden önemli olduğu burada, tarihsel arka planıyla beraber güzelce anlatılmış. 

6.       https://coursewikis.fas.harvard.edu/aiu18/A_Madman%27s_Diary

*** Bu yazı www.cinhh.com sayfası için yazıldı ama sayfa şu sıralarda yenilendiği için henüz orada yayınlanmadı. Alışkanlık olmuş, bir yazıyı bloga koyup, yayınlamayınca bir sonrakine başlayamıyorum. Bir sonraki yazıya başlayabilmek için bunu bloga koyuyorum.  


Hiç yorum yok:

Yorum Gönder