Bu Blogda Ara

18 Şubat 2014

Çin Mektupları 22 - Çinli Kimliği ve Lu Xun

Çin’den ayrılmadan birkaç gün önce, tanınmış bir Çinli yazar bana Çin halkında gördüğüm belli başlı arızaları sordu. Ona üç madde saydım: Paraya aşırı düşkünlük, etrafında meydana gelen olaylara karşı duyarsızlık ve korkaklık. Bu yazar, benim bu yanıtıma sinirleneceğine, tam tersine bana hak verdi ve olası çözümler üzerine konuşmaya başladı. Bu, Çinlilerde gördüğüm entelektüel bütünlükten sadece bir örnekti.

Böyle diyor Bertrand Russell, 1920 kışında Çin’e yaptığı ziyaret sırasında karşılaştığı Çinli yazara. Bu ziyaret sırasında Russell üniversitelerde sayısız konferanslar verdi, kentli saygın kişilerle sohbet etti, yeni arkadaşlar edindi ve büyük bir şevkle Çin’in kırsal kesimlerini gezdi. Bir yıl sonra İngiltere’ye döndüğünde en iyi yaptığı iş olan, deneyimlerini  ince ayrıntılarıyla yazma uğraşına girişti. Yazdığı denemeleri 1922’de Problem of China (Çin’in Sorunu) adını verdiği bir kitapta topladı ve yayınladı. Bu kitabın uzunca denilebilecek bir bölümünde Russell, Çin Kimliği kavramından söz etmiştir. Bu bölüm o zamanda kitaptan Çinceye çevrilen tek bölümdür ve Çin’in prestijli edebiyat dergilerinden birisinde yayınlanmıştır. Böylesi bir teslimiyet bize tam olarak ne anlatmaktadır? Russell’ın sözleri özgün müdür? Özgünse bile gerçek midir?

Russell’ın, yaşadığı dönemin oryantalist ve aydınlanmacı retoriğinden kurtulamadığını söyleyerek başlayayım söze. Aydınlanmacı zihniyet aklın evrenselliğini ortaya koyarken bunu aynı zamanda sömürünün bahanesi olarak da öne sürmüştü. Bu şekilde aklın evrenselliği uzak memleketlerden getirilen ham maddeler ve ucuz işgücüyle Avrupa insanına aydınlanmacı felsefenin ne derece değerli ve doğru olduğunu gösterecekti. Boşuna dememişti Adorno “Aydınlanmanın kendisi totaliterdir.” diye. Oryantalist bakış açısı ile aydınlanmacı evrenselcilik arasında sıkı bir ekonomik bağ olduğunu rahatlıkla iddia edebiliriz. Oryantalizm, Edward Said’in kitaplarında yer verdiği gibi "doğuyu anlamayı değil, doğuyu dönüştürmeyi amaçlamıştır." Çünkü kendi deyimleriyle, ilkel ve eğitimsiz olan doğulu halk onların bir işine yaramayacaktır. Batıya derisi sarı ama kafası beyaz olan insanlar gerekmektedir. Bu da ancak doğu insanını, kendilerinin batılılardan farklı oldukları yalanına inandırmakla mümkündür. Bu fark eğitimle, kültürle ya da başka bir din ile kapanabilecek bir fark değildir. Bu fark bir tür kimliksel ayrışmadır ve doğduğun günden öleceğin güne kadar bu kimliği üzerinde taşıdığına inanmanla başlar, batılıların doğulular için uygun gördüğü tezgah.

Misyoner okulları bu yüzden vardır, askeri eğitim veren kurumlar da. Amaç doğulular için yaratılan yalanın sürdürülmesi, en çok da doğuluların kendi içlerinden çıkaracakları aydınların bu efsane ile uyutulmasıdır. Bu yüzden kimlik efsanesi yaratma işleminin her zaman için birden fazla taraf gerektirdiği düşüncesine katılanlardanım ben. Sömüren beyaz fikri ortaya atar, sömürülen ama kendi halkına sırtını dönmekten rahatsız olmayan yerel burjuvazinin sözde aydınları da bu fikre ortak olur. Bu sözde aydınlar her zaman için kötü niyetli değildirler. Sadece durumun ciddiyetini kavrayacak kadar “aydın” olamamışlardır ya da henüz zamanın nabzını tutacak kadar bir çevreden yoksundurlar. Düşmanla el ele verip, birlikte bu efsaneyi yayarlar. Edebiyatta hafızalardan çıkmayacak karakterler olarak eklenir bu sözde var olan kimlik. Sosyal bilimlerde kanıtlar eşliğinde sunumları yapılır üniversite amfilerinde. Hatta doğa bilimcileri bile katılır bu akıma. Kuramlar eğilir, bükülür. Güçlünün duymak istemediği hiçbir gerçek laboratuvarın kalın duvarlarından dışarıya sızamaz.

Gelelim eleştirimize. Öncelikle, Russell’ın bu söylemi özgün değildir. Zaten kendisinden önce gelmiş misyonerlerce defalarca sözü edilmiş kavramlardır bunlar. Bunların en başında daha önce de sözünü ettiğim Arthur Smith gelmektedir. Lu Xun gibi zamanın etkili bir düşünürünün de aynı kimlik tartışmasında yanlış tarafta yer almasıyla yirminci yüzyıl Çin edebiyatında (Özellikle 4 Mayıs hareketinde etkin olan aydınlarda) ciddi bir tartışma başlamıştır. Bu tartışmayla birlikte öykü ve roman kahramanları Çinli kimliği ile özdeşleştirilir. Çinli yalancıdır, çıkarı gerektirdiğinde dostlarını arkadan vurmaktan çekinmeyecek bir haindir, etrafında olup biteni kavramak için kılını kıpırdatmayacak bir cahildir. Bunlar öykülerde canlı kanlı karakterler olarak yer aldıkça bu karakterleri yaratanlar edebiyat dünyasında devleşir. Çünkü Çin halkına Çin halkını anlatmaktadır. Oysa anlattıkları Çin halkı kendi keşfettikleri Çin halkı değildir. Misyonerlerin ve benzeri oryantalist kafadaki batılı gözlemcilerin gözüyle anlatılan Çin’i ele almışlardır. Onlar anlattıkça Çinliler daha bir inanır olmuşlardır özlerinin bir parçası olan kimlik yalanına. Aslen dış kaynaklı olan eleştiriler, özeleştiri gibi el üstünde tutulur olmuştur. 

Guomin xing (Ulusal Kimlik) aslında Japonya’da Meiji döneminde ortaya çıkan “kokuminsei” kavramının bir türevidir. Kavramın asıl isim babası da 18. ve 19. yüzyıllarda Almanya’da ortaya çıkan ulusalcı Alman romantizmidir (volksgeist). Alman halkının diğer Avrupalılardan neden ve nasıl farklı olduklarını ortaya koymaya çalışan bir çeşit etnografik/kültürbilimsel kavramdır aslında volksgeist. Alman filozof Herder, daha 18. yüzyılda eleştirmiştir bu kavramın sıklıkla kullanılmasını ve getireceklerini. Şöyle yazmış kendisi: Ulusal kimlik kavramı insanlar arasındaki farkları mutlak kategoriler eşliğinde kabul ettiği için batı kökenli sömürgeciliği yasal kılmakta çok etkin bir rol üstlenmiştir.

Guomin xing’in Çin’e gelişi, Qing hanedanının son dönemine rastlar. Dönemim aydınları modern ulus-devlet anlayışına uygun bir Çin kimliği kuramı geliştirmek isterler. Liang Qichao, 1902’de yazdığı Xinmin Yi (Yeni Vatandaş Üzerine Söylemler) başlıklı denemesinde Çinli vatandaşın zavallılığına katkıda bulunan etkenleri ortaya dökmek ister. 1903’te yazdığı bir başka makalede Çinli vatandaşta gördüğü eksiklikleri şu şekilde sıralar: milliyetçilik duygusunun olmaması, bağımsızlık isteyen güçlü bir iradenin olmaması, topluluk için bir şeyler yapma arzusunun olmaması. Liang ilerleyen yıllarda bu konuda onlarca deneme yazar ve yayınlar. Bu denemeler doğal olarak Çinli aydınlar ve siyasetçiler tarafından ilgiyle izlenmiştir. Örneğin 1911 devrimini yapan ve Çin Cumhuriyeti’ni kuran milliyetçi Sun Yat Sen, bu denemelerden etkilenmiştir. “Çinliler”, der Sun Yat Sen, “barışçıl bir topluluktur. Yalnız barışı severken bir yandan da köle olarak kalmaktan rahatsızlık duymayan, cahil, bencil ve özgürlük ruhundan alabildiğine uzak bir toplum haline gelmişlerdir.” İşin ilginç yanı hem Liang hem de Sun Yat Sen batılı sömürgecileri sert bir dille eleştiren söylemlerin sahipleridirler. Buna rağmen batılı normların işaret ettiği çizgiden sapmadan kendi milletlerini okumaları yukarıda bahsettiğim “ulusal karakter tek bir tarafla yazılmaz” iddiasını doğrular niteliktedir.

1917 Şubat’ında, dönemin etkili dergilerinden Xin Qingnian (Yeni Gençlik) dergisinde Guang Sheng imzasıyla, “Çinlilerin Ulusal Karakteri ve Zaafları” başlıklı bir deneme yayınlanır. Bu deneme, 4 Mayıs dönemi aydınlarının görüşlerini özetlemesi açısından çok önemlidir. Yazar, ulusal karakteri üç ana dala ayırmıştır denemesinde: ırka dayalı karakter, örfe dayalı karakter ve dine dayalı karakter. Bu üç ana dalda Çinlileri diğer uluslardan insanlarla karşılaştırır Guang Sheng. Özellikle de Çinlilerle Avrupalıların kendilerininkisi dışındaki dinlere ve kültürlere karşı takındıkları tutumları karşılaştırıp, aralardaki farkları kavramsal açıdan incelemeye alır. Örneğin demiştir ki, “Avrupalılar yabancıları sevmezler ve kendileri gibi olmayanları hoş görmezler. Bunun yanında Çinliler alabildiğine hoşgörülüdürler.” Bu noktadan yola çıkarak Guang Sheng, Çinlileri bu derece hoşgörülü olmalarının, onları özgün düşünemeyen ve bireysel özgürlükleri ihmal eden bir ulusa dönüştürdüğünü iddia eder. Oysa bu özellikler Avrupalı demokratik ulusların olmazsa olmazları arasında sayılırlar. Denemenin sonuç bölümünde, Guang Sheng, toplumda kökten dönüşümlerin uygulanması gerektiğini ve ancak bu dönüşümler sayesinde modern dünyanın taleplerine yanıt verebilen bir Çin kimliğinin oluşabileceğini savunur.

Guang Sheng’in çalışmasının yayınlanmasından sonra gelenek karşıtı görüşleriyle ünlü bir yazar olan Chen Duxiu birbiri ardına iki deneme yayınlar. Yeni Kültür hareketinin liderlerinden sayılan bu yazara göre Çin Ulusal Kimliğinin eleştirilebiliyor olmasının tek nedeni onun Çinli olmasıdır. Çin kimliği geleneksel normlara dayandığı için zamana ayak uyduramamaktadır. Sorun Çin’de değil, geleneksellikten kopamayan toplumdadır. 1918’de Meng Zhen’in yazdığı denemelerde de ulusal kimlik sorunu geleneksellikle birleştirilmiş, çözüm olarak da geleneğin içindeki olumsuzlukların ayıklanması önerilmiştir.  Bu düşünceler 4 Mayıs döneminde Yeni Kültür hareketinin temellerini atmıştır.

Bu söylemler, beraberinde sanata ve edebiyata sızacak birçok soru işaretini getirmiştir Çinli kurgu ustalarının çalışma masalarına. “Eksik olan ne? Biz neyi yanlış yapıyoruz? Ne yaparız da modern batıyı yakalarız?” gibi sorular 1920 sonrası Çin edebiyatında okurların sıklıkla karşılaştıkları türden sorular olmuştur. Pek çok yazara göre edebiyat, var olduğu kabul edilen bu kimlik yarasını iyileştirmek için önerilebilecek en iyi ilaçtır ve bu uğurda fütursuzca kullanılmalıdır.

Bu noktadan sonra resmin içine Lu Xun girer. Malum, Japonya’ya Meiji dönemine neden olacak düşünceler en önce tıp bilimi ve bu bilimi öğrenen/öğreten aydınlarla gelmiştir. Lu Xun da Japonya’ya gittiğinde doktor olma hayalini kuruyordu. Fakat zamanla anladı ki hasta bir milleti tedavi etmek için gereken şey tıp değildir. Nasıl bir tedavi uygulamalıydı ki hasta Çin toplumunu iyileştirebilsin, onu hak ettiği konuma ulaştırabilsin. İşte bu sorular eşliğinde guomin xing konusunu ele alır Lu Xun ve Çin Kimliği sorununu çözecek hedefe yönelik yöntemler geliştirebileceğine kendisini inandırır.  

Burada şunu ifade etmekte yarar var. 4 Mayıs hareketi, içerisinde barındırdığı gelenek karşıtı öğelerle Lu Xun gibi yazarlara fazlasıyla açıktı. Dolayısıyla Lu Xun'un öyküleriyle bu ortamda kendine sağlam bir yer edinmesi çok zaman almadı. Aynı gelenek karşıtlığı, aydınları, Konfüçyüsçü toplumsal kuralları sorgulamaya zorladı.  Bu yüzden de Konfüçyüs’ü kötülüklerin babası olarak anmaları gecikmedi. Bu noktada o derece ileriye gittiler ki çağın gereklerine yanıt verebilen bir Çinli kimliği oluşturmak, en az bir Çin ordusu ya da Çin bilim akademisi kurmak kadar önemli hale gelmişti. Vurulması ve yıkılması gereken hedef ataerkil toplumun ataerkil gelenekleriydi.

Bu noktadan yola çıkan modern Çin edebiyatı, ulusun zihnine, Lu Xun’un çok sevdiği tabirle, “neşter vuracak” ve böylece hastalıktan zayıflamış olan bedene yeniden hayat verecekti. Lu Xun için Çin insanında neyin eksik olduğu ve bu eksikliğin nasıl giderilmesi gerektiği soruları yanıtlanması gereken ya da yanıtlanamasa bile tekrar tekrar farklı şekillerde sorulması gereken sorulardı. Yazdığı öykülerin hemen hepsinde bu soruları sordu yarattığı farklı karakterler aracılığıyla. Yalnız Lu Xun’un öykülerine baktığımızda kendisinin hiçbir zaman ulusal kimlik kavramının varlığını sorgulamadığını görürüz. Ona göre Çin ulusal kimliği hep vardı ve edebiyatın amacı bu kimliğin var olup olmadığını tartışmak değil, kimlikte gördüğümüz ve modern insan modeliyle uyuşmayan sorunları onarmaktı.

Aslında Lu Xun’un ulusal kimlik düşüncesiyle ilk karşılaşması Liang Qichao’nun ve diğer Qing hanedanı tanzimatçılarının yazılarını okumasıyla olmuştu. Yalnız Japonya’ya gidip Arthur Smith’in “Chinese Characteristics” kitabını Japonca çevirisinden okumadan önce bu konuda ciddi kafa yormamıştı. Onun bu konuya eğilmesiyle, Çin Kimliği sorusu büyük bir momentum kazandı ve bir çeşit aydın histerisine dönüştü. Dönemin yazarları Çin Kimliği üzerine bir yandan kuramlar üretip bir yandan da ürettikleri kuramları eleştiriyorlardı. Yeni kavramlar geliştiriliyor, bu kavramlar eşliğinde Çinli insan baştan aşağı analiz ediliyordu. O kadar ki 1980’li yılların post-Maoist dönem aydınlarına kadar sürdü bu kaybedilen cenneti yanlış yerde arama çabası. 

Çin Kimliği sorunsalının tarihselliği ve vesayeti ancak 20. Yüzyılın sonlarına doğru, büyük bir olasılıkla Çin’in dışarı açılımıyla  ve post-modern sanatın ve edebiyatın dünya çapında etkin olmasıyla gücünü yitirdi. Günümüzde Lu Xun tabii ki büyük bir yazar, yılmaz bir aydınlık savaşçısı olarak anılıyor. Bunun yanında onun kimlik davası üzerinden halkına bakışı da ciddi anlamda eleştiriliyor. Tanıştığım birkaç Çinliyle bu konuları tartıştığımda genelde benzer bir tepkiyle karşılaşıyorum. “Evet” diyorlar “Lu Xun, Çin insanına Çin insanını anlattı ama benzer sorunlar aynı derecede yoksul, aynı derecede eğitimsiz, aynı derecede geleneklerine bağlı, aynı derecede ataerkil tüm toplumlarda yaşanan sorunlardır. Bu sorunların Çinli olmakla değil; yoksullukla, cehaletle, yobazlıkla, tanrısallaştırılan ana-babayla açıklamak çok daha isabetli olacaktır.”

Bütün bunları yazınca insanın aklına gelmiyor değil tabii, Çin modern edebiyatının başlangıç noktasıyla, modern Türkçe edebiyatının başlangıç noktalarının benzerlikleri. Ahmet Mithat’dan Tanpınar’a kadar Türkçe edebiyatın genelde sorguladığı iki konusu olmuştur.  

1.     Doğu-Batı: Biz doğulu muyuz yoksa batılı mı? Aramızdaki farklar nelerdir? Bizi doğulu yapan değerlere ne kadar sahip çıkmalıyız? Tanpınar gibi sokaklarda yürürken Itri’yi ve Dede Efendi’yi mi anmalı ve onların mirasıyla mı yaşamalıyız? Yoksa Karaosmanoğlu gibi bu değerlerle alay mı etmeliyiz, onları yerlere mi çalmalıyız, yüzümüzü modern batıya mı çevirmeliyiz?

2.     Aşk: Bu zaten edebiyatın mazeretidir dolayısıyla üzerinde pek bir şey söyleyemeyiz. Aşk olmasa neyi yazacağız, değil mi? Bütün romanlarda aşkın surasından burasından, yasal olanından, yasadışı olanından, ayıp olanından, mutlu olanından, umutsuz olanından vardır, az ya da çok. 

Tabii, bu doğu-batı konusuna dışarıdan bakabilmeyi başarabilmiş, konuyu farklı yönlerden ele almayı başarmış yazarlarımız da olmuş bizim. Örneğin Oğuz Atay Tutunamayanlar’ıyla Türkçe edebiyata özgün bir söylem getirmiştir. Orhan Pamuk ve Bilge Karasu gibi post-modern çizgide yazan diğerleri de post-modernliklerini bir tarafa bıraksak bile, doğu-batı ikilemine yenilikçi soluklar getirebilmişlerdir. Özellikle Pamuk’un Beyaz Kale’si ve Kara Kitap’ı bu konuda alabildiğine iddialı kitaplardır çünkü post-modernizmin verdiği gazla labirentler inşa edeyim diyen Pamuk, bir yandan da kimlik kavramının altını oymuş, doğunun ve batının birbirleri içine geçmiş uygarlıklar olduğu tezine ulaşmıştır. 


·        ***  Bu mektubun yazılışı sırasında Lydia H Liu’nun “Translingual Practice: Literature, National Culture and Translated Modernity – China, 1900-1937” adlı kitabından sıkça faydalandım. Özellikle kitabın “Translating National Character: Lu Xun ve Arthur Smith” başlıklı ikinci bölümünden pek çok alıntı yaptım. Yazara buradan minnetlerimi sunuyorum. (Beni anlamıyor olsa da borcumu ödeyeyim.)

*** Special thanks to Lydia H Liu as I have used her book “Translingual Practice: Literature, National Culture and Translated Modernity – China, 1900-1937” as a reference throughout this letter. I am especially thankful for posting the chapter 2 of the book on internet as otherwise I would not be able to find the book anywhere near the city of Changzhou.

3 yorum:

  1. Adsız7:48 ÖS

    Merhabalar,

    Cin'de ne kadar zamandir yasiyorsunuz tam olarak bilmiyorum, Russell'a katilmadiginizi dusunursek, sizin kaldiginiz sure boyunca Cinli kimligi ile ilgili tespitleriniz nelerdir?

    Iyi gunler

    Ozan

    YanıtlaSil
  2. Merhaba,

    Altı aydır Çin'de yaşıyorum. Savunduğum noktanın Russell'ın tespitleriyle pek ilişkisi yok. Temel olarak iki şeye itiraz ediyorum.

    1. Ulusal kimlik kavramının durağan ve değişmez olarak algılanışına. Oysa kimlik dediğimiz şey, tıpkı Buda'nın "anatman" doktrini gibi akışkandır, sürekli değişir. Coğrafyanın, nüfus yoğunluğunun, iklimin, ekonomik koşulların ve benzeri nesnel ölçütlerin sonucunda oluşur. Değişim ve dönüşüm ancak bu ölçütler üzerinde yenilikler yapılarak gerçekleşebilir. Örneğin; Arthur Smith, Çinlilerin dakik olmadıklarını söylüyor. Oysa yaşadığım ülkeler içinde trenlerin ve otobüslerin tam zamanında kalktığı tek ülke Çin. Dakiklik kar marjininin düşüklüğünün ve ürünün kalitesinin yüksekliğinin bir neticesidir. Koşullar gerektirdiğinde gerçekleşir, koşullar ortadan kalkınca da kaybolur.

    2. Oryantalist bakış açısına dayanan, doğuya batılılıların gözüyle bakma hastalığının, 20. yüzyıl Çin edebiyatında ciddi boyutsuzluklara yol açmış olması. Lu Xun'un "Bir Delinin Hatıra Defteri" öyküsünü ele alalım. Karakter tek boyutludur, neden delirdiği bilinmez, etrafındaki karakterler de belirsizdir. Çinli insanların birbirlerini yiyor olmaları sanki insanların genlerinden gelen bir özelliktir öyküye göre. Oysa iyi bir kurgudan beklenen çok boyutlu karakterler, iyiyle kötüyü nedenleriyle ortaya koyan düşünce silsileleridir. Lao She, kimlik tartışmalarından uzak durarak Xiangzi gibi çok daha özgün bir karakter yaratmıştır. Xiangzi, sosyo-ekonomik koşulların kıskacında çırpınıp duran ama ne bir adım ileriye ne de bir adım geriye gidebilen bir karakterdir. Dünyanın her yerinde Xiangzilere rastlamak mümkündür. Gogol'un Palto'su, Adiga'nın üçteker sürücüsü (Suikastlar Arasında) bunlara örnektir. Edebiyatın en önemli görevi yerelden evrensele kapı açmaktır. Oysa kimlik tartışmasını merkeze alan edebi çalışmalar evrenselden yerele inmeye çalışmış, bana göre bu konuda pek de başarılı olamamıştır.

    Saygılar,

    Ali

    YanıtlaSil
  3. Ulusal kimlik konusunda soylediklerinize katiliyorum bunun yaninda 1920'lerin Cinlileri hakkinda yorum yapan Russell'in soyledigi karakteristikleri bugunun Cin'inde yasayan yabancilarla(yada Cinlilerle) paylasirsaniz buyuk cogunlugun dogru tespit olabilecegini soyleyeceklerinden eminim, Aradaki zamanda savaslar, yikimlar, acliklar olmus, Ulke cok buyuk degisimlerden gecmis, buna ragmen bu tespitlerin hala gecerli oldugunu gormek bana ilginc geldi. Tabii ki de dediginiz gibi bu degisiyor, degisecek.

    Ve bu konu uzerinde konusurken Taiwan'i dusunmemek elde degil. Oradaki kimligin bugunku noktasina gelisi ve birbirinden ayri olarak gelisen iki kulturun farklari, ortaya cikardigi insan karakteri.

    Amacim irklarin farkliliklarini ortaya koyup bir noktaya ulasmak degil, Icinde yasadigimiz toplumu daha iyi anlayabilme hevesi sadece. Esasinda bakarsaniz belki de bu Uc ozellik bugun bir cok ulusda vardir.

    Iyi calismalar

    Ozan

    YanıtlaSil