Bu Blogda Ara

09 Nisan 2015

Devrim Öncesi Çin: Toprak Ana*

Bir topluma dışarıdan bakıp, o toplumun değerlerini konu alan sanat yapıtları üretmek zordur. Sanatçı; dili ve kültürü kişisel gayretiyle sonradan öğrense bile, edineceği birikim asla o kültürün içinde doğmuş ve büyümüş bir insanın farkına bile varmadan içselleştirdiği birikimle eşdeğer olamaz. Bu birikim eksikliği pek çok noktada yazarı zor durumda bıraksa da aynı zamanda okuyucuya farklı bir bakış açısı vermesi yönüyle kayda değerdir. Burgess’den Malezya’yı, Kipling’den Hindistan’ı, Orwell’dan Burma’yı, Greene’den Vietnam’ı okuduğumuzda hem bir yabancının bakış açısıyla o ülkenin kültürüne nüfuz ederiz hem de yerel bir yazarın sıradan bulup sözünü etmediği marjinal bir dünyanın kapısını aralarız.

                                             

Pearl S. Buck’ın “The Good Earth” (Toprak Ana*) adlı romanı bu yüzden önemli bir yapıttır. Buck, aslında yukarıda saydığım yazarlarla aynı kategoride anılamaz çünkü kendisi altı aylıkken misyoner ebeveynleri tarafından Çin’e getirilmiş bir Amerikalı yazardır. İleriki yaşlarında babasının katı tutucu yetiştirme tarzına sitem etmiş, aydın bir insan olarak yoluna devam etmiştir.
Buck’ın çocukluğunun ve ilk gençliğinin büyük bir kısmı Çin’de geçiyor; Çinli arkadaşları oluyor, oyunları Çince oynuyor, Çin edebiyatının başyapıtlarını okuyor. Dile, kültüre, geleneklere en az bir Çinli kadar vakıf. Bunun yanında Amerikalı bir anne baba tarafından yetiştirildiği için, yaşıtı olan Çinlilerden farklı olarak, onların asla bilemeyeceği bir dünyanın bahşettiği imkânlara da sahip. Yaşadığı toplumu anlıyor belki ama bunu yaparken aynı zamanda çelişkileri, farkları, tuhaflıkları da görüyor ve kaydediyor.

Toprak Ana romanı Buck’a 1932’de Pulitzer ödülünü kazandırmış ve bu romanın basımından birkaç yıl sonra alacağı Nobel ödülü için de çok önemli bir itici güç olmuştur. O yıllarda yapılan bir söyleşide Buck şöyle der: Ben sadece bildiğim bir konuda yazabilirim ve daima orada yaşamış birisi olarak Çin’in dışında bir şey bilmiyorum. 1938’de Nobel ödülünü alırken yaptığı konuşmada da “Ben doğduğum yer ve atalarım göz önüne alındığında bir Amerikalıyım ama hikâye üzerine ilk bilgilerim, bir olayı nasıl hikâyeleştireceğime dair ilk düşüncelerim ben Çin’de yaşıyorken kafamda belirdi.” demiştir. Batı klasiklerini okurken, bir yandan da Çin edebiyatının klasiklerini devirmiştir. Bu iki taraflı birikimlerin sonucunda, yapıtlarında her iki edebiyat dünyasının izlerini de görürüz. Batılı romandan eleştirel gözü almıştır Buck; doğudan ise doğallığın sıra dışı olarak algılanıp, zevkli hale getirilebileceği gerçeğini.

Romanın başkahramanı Wang Lung adında yoksul bir çiftçidir. Olaylar bu çiftçinin ve zamanla genişleyen ailesinin etrafında gelişir, dallanıp budaklanır.  İlk bölümde Wang Lung’u ve babasını tanırız. Genç adam 1910’lu yılların başlarında, kendi sosyo-ekonomik düzeyinde bir kızla evlenmek üzeredir. O güne kadar yaşadığı hayat sefalet ve yoksulluktan başka bir şey getirmemiştir evine. Sürekli çay isteyen ve bir an önce torunlarına kavuşmayı talep eden bir babası vardır. Ev pistir, bakımsızdır. Tarlada çalışıp elde ettiği parayla hem evin ihtiyaçlarını görmek hem de para biriktirmek olanaksızdır. Evlilik bu yüzden geleceğe dair iyi bir yatırım olarak algılanır Wang Lung ve onun gibi milyonlarca diğer köylünün gözünde.

Wang Lung, kasabanın en zengin ailesinin evinde köle olarak çalışan bir kızla evlenir ve evlendikten sonra hayatı hızlı bir şekilde değişmeye başlar. Karısı O-Lan, hem zeki, hem tutumlu hem de çok çalışkandır. Evi çekip çevirir, yaptığı yemeklerle ve çayla Wang Lung’ın babasını memnun eder ve asla para israf etmez. Bunun yanında Wang Lung’un amcası ve yengesi, ailecek israf batağındadırlar. Bir karşıtlık örneği olarak amcanın evi, romanda karşılaşacağımız “kötü” karakterinin içini doldurur.   

Hikâye; evlilik, çocukların doğması, biriktirdikleri paralarla tarla almaları gibi güzel haberlerle başlar ve uzun süre benzeri olumlu gelişmelerle devam eder ama ileriki sayfalarda kıtlık baş gösterince Wang Lung çok sevdiği toprağa sırtını dönmek zorunda kalır. Çocukları açtır, karısı açtır, hepsinden önemlisi babası açtır. Sıkıntılara daha fazla katlanamazlar ve o zamanlar için Çin’de yeni bir ulaşım aracı olan trene binip güneydeki büyük bir kente giderler. Buradaki hayatları tam bir yoksulluk, sefalet ve sıkıntı manzumesidir. Adiga’nın, Mistry’nin ya da Rushdie’nin Hindistan’ın yoksul semtlerini konu alan romanlarını andırır bu sayfalar. Sokaklarda dilenirler, zenginlerin halka dağıttıkları ucuz ya da bedava yemekleri yerler, yeri geldiğinde çalarlar, yağmalamaya katılırlar.

Köylerine tekrar döndüklerinde ceplerinde biraz paraları vardır. Haksız bir yolla elde etmiş olsalar da bu parayı daha fazla toprak almak için kullanırlar ve kısa sürede işleri büyütürler. Kasabanın en zengininin (O-Lan’ın köle olarak büyüdüğü) malikânesini satın alırlar. Zenginleştikçe Wang Lung’un şımarıklığı artar, şımardıkça yoksulken sıkı sıkıya bağlı olduğu ahlaki değerlerin hayatındaki önemi azalır. Oğulları ciddi bir iş yapmazlar, tembeldirler ve sürekli birbirleriyle kavga halindedirler.  Wang Lung kendisine ikinci bir eş edinir. O-Lan bu duruma içerlese de sesini çıkarmaz.

Romanı bir bütün olarak ele alırsak, realist-naturalist çizgide yer aldığını söyleyebiliriz. Olaylar oldukları gibi anlatılmıştır. Herhangi bir siyasi görüş, herhangi bir ahlaki anlayış baskın değildir. Stendhal’ın roman için söylediği “Al aynayı eline, sokak sokak gez.” lafını anımsatır Buck’ın üslubu. Kendisinden önce Çin’e gelmiş oryantalist zihniyetli düşünürlerden uzakta bir konumdadır. Ne Arthur Smith gibi alay eder Çinli köylünün değerleriyle ne de Bertrand Russell gibi batılı olmayan değerleri çözülmesi gereken sorunlar olarak görür.  1910-1940 arası Çin’deki herhangi bir köyün ve köylünün hikâyesidir anlatılan. Gelenekler, değerler, insanlar arası ilişkiler abartılmadan, es geçilmeden, doğal bir şekilde dile getirilir.  O-Lan’ın kıtlık zamanında doğan kızını, doğar doğmaz öldürüşü bile basit cümlelerle geçiştirilmiştir ki modern zamanlarda doğup büyümüş bir okuyucu için bu sahneler ağır gelebilir. Oysa O-Lan için normaldir bu, yapılması gerekendir, diğer çocukların sağlıklı büyümesi için. Buck; süsleyip püslemez sahneleri, aşırı derecede dramatize etmez, gereksiz yere uzatmaz. Olaylar başka türlü olmaları mümkün olmadıkları için o şekilde meydana gelmiştir ve bu yüzden sıradan bir anlatımın dışında bir üslubu hak etmezler. Betimlemelerin çoğunda toprağa, doğal hayata, anneliğe ve kadınlığa övgüler vardır ama bu övgülerde bile ciddi bir sadelik göze çarpar.

İleriki hayatında feminist hareket içinde de yer alacak olan Buck bu romanında yarattığı kadın karakterle, Çinli kadın-anne imgesinin içini bir hayli doldurmuştur. Çinli kadın sessizdir, çalışkandır, doğum yapmadan önce kayın pederinin yemeğini hazırlar ve sonrasında, sökükleri onarmaya gidiyormuş gibi bir odaya girip tek başına çocuğunu doğurur, işini bitirdikten sonra da kalkar tarlaya kocasının yanına gider. Hiçbir şeyden şikâyet etmez, hiçbir iş ona ağır gelmez. Bunun yanında evi, içindeki bireylerle beraber çekip çeviren de kadındır. Evin ana sütunudur, o varken çatı ayakta durur, o varken duvarlar dışarıdaki fırtınalara dayanabilir. Kadının toprakla olan bağını, verimlilik ve şefkat yönüyle benzerliklerini şu cümlelerle ifade eder Buck:

“Ama kadının büyük kahverengi memesinden, serin bir pınardan fışkırır gibi çıkıyordu süt. Çocuk ağzını dayayıp memelerin birinden kar beyazı sütü içerken, öteki memeden gelen süt durmuyordu. Kadın bırakıyordu sütü kendi başına. Çocuğa yetecek kadar vardı ne de olsa! Pek çok çocuğa yetecek kadar boldu süt. Kimi zaman bilinçli olarak, sırf elbisesi ıslanmasın diye, akıtırdı sütünü toprağa. Toprağın sütü emdiği yerde koyu, yumuşak, bereketli bir nokta belirirdi.”

Romanda ana karakterler Wang Lung ve O-Lan olmasına rağmen, gerçek ana karakter toprağın kendisidir. Yukarıdaki paragrafta da gözlemleyebileceğimiz gibi kadın-anne ile toprak arasında kopmaz bir bağ vardır. O-Lan memesinden gelen sütü toprağa akıtırken bir kurban vermektedir. “Ben de senin gibiyim. Yavrularım için süt verip, onların karnını doyurmak zorundayım. Senin yavruların da biziz. Doyur bizi.” demektedir adeta.

Wang Lung’un toprağı her zaman için güvenilecek bir kucak olarak algılayışı ise roman boyunca sık sık çıkar karşımıza. Şu satırlarda Wang Lung, o sırada ilk çocuğuna hamile olan karısının eline bir gümüş parayı bırakışını anlatır. Kadın hayatında ilk defa gümüş bir paraya dokunmuştur. Wang Lung için ise paranın kaynağı olan toprak gerçek övgüyü hak edendir:

“Wang Lung sigarasını tüttürerek oturdu, masanın üzerindeki gümüş parayı düşündü bir süre. Toprağın bağrından çıktı bu gümüş para; elinin emeğiyle, sabanın toprağı deşmesiyle fışkırdı. Damla damla teriyle topraktan söktü bu gümüş parayı. Önceleri, cebinden bir gümüş para çıkarıp birisine verdiğinde; bedeninden bir parça kesilmiş ve bu parça düşünmeksizin bir yabancıya teslim edilmiş gibi hissederdi. Ama şimdi, ömründe ilk defa, bu acıyı duymuyordu. Evet, kasabadaki terzinin elinde gördüğü ışıltılı şey herhangi bir gümüş para değildi, paranın çok daha ötesinde bir anlamı vardı: doğacak oğlunun giyeceği bir elbiseydi o.”   

Romanda iyiler ve kötüler yoktur. Onun yerine çok çalışıp topraktan kazananlar ve kazanmadığı halde aileden kalanı kumarda kaybedenler vardır. Türkçe edebiyatta hangi romanla karşılaştırılır tartışılır ama içeriğin gelişimi itibarıyla Orhan Pamuk’un Cevdet Bey ve Oğulları’na, karakterler ve başlarından geçen olaylar itibarıyla Yaşar Kemal’in İnce Memed’ine benzetilebilir. Köy hayatının betimlemeleri ise en çok Kemal Tahir’i ve Fakir Baykurt’u anımsatıyor.

Bir uygarlığı anlamak için o uygarlığın tarihini ve edebiyatını anlamak şarttır. Devrim öncesi Çin’de köylülerin hayatı nasıldı, ne gibi inançları vardı, paranın ve ticaretin önemi neydi, kadının toplumsal hayattaki rolü nasıldı,  hangi gelenekler hayatı şekillendirmede önemli rol oynuyorlardı… Bu ve benzeri soruların yanıtlarını Toprak Ana’da bulmak mümkün.

Özellikle Çin toplumu ve kültürüyle ilgilenen herkese bu romanı okumalarını içtenlikle tavsiye ederim.
                                                                              
                                                                                                     8 Nisan 2015, Çanco

* Kitap Türkçe’ye çevrilmiş ve çevirmen kitabın adı için “Mübarek Toprak” ifadesini uygun görmüş. Bire bir çeviri olması açısından daha doğru olsa da ben “Toprak Ana” adını romanın özüne ve vermek istediği mesaja daha uygun gördüm.

** Yukarıdaki yazıda geçen alıntıları İngilizce metinden ben çevirdim. Çok ustaca bir çeviri yapmadığımın farkındayım. Elimden geldiğince yazarın üslubunu tutturmaya çalıştım. İngilizce metnin çok daha etkileyici olduğunu itiraf etmeliyim.

BU YAZI İLK OLARAK "ÇİN HAKKINDA HER ŞEY" SİTESİNDE YAYINLANDI. ORADA YAYINLANDIKTAN BİR GÜN SONRA YAZIYI KENDİ SAYFAMA DA KOYUYORUM. BUNDAN SONRA HAFTADA EN AZ BİR KERE ÇİN EDEBİYATI, KÜLTÜRÜ VE TARİHİ ÜZERİNE YENİ BİR YAZI YAZIP, BU SİTEDE YAYINLAYACAĞIM. YUKARIDAKİ YAZIYA BURAYA TIKLAYARAK ULAŞABİLİRSİNİZ. 


Hiç yorum yok:

Yorum Gönder