Silahlara Çağrı, modern Çin edebiyatının
öncülerinden Lu Xun’un 1922’de yayınlanan ilk öykü seçkisine verdiği addır. Bu
seçkideki ilk öykü, Bir Delinin Günlüğü başlığını taşır. Aslında bu öykü, ilk
defa 1918 yılında, zamanın ilerici düşünürlerinin çıkardığı Yeni Gençlik
dergisinde yayınlanmıştır. Pek çok edebiyatçıya göre Çin modern öykücülüğünün
ilk örneği olarak sayılan bu yapıt, hem içeriği hem de biçemi yönüyle Lu Xun’un
daha sonraki yıllarda yazacağı diğer öykülerinde kullanacağı düşüncelerin ve
yöntemlerin izlerini taşır.
Öykünün içeriğinden söz etmeden önce, başlıkla
ilgili bir konuya değineyim. “Bir Delinin Günlüğü”, başlığı Lu Xun’dan önce
Batı Edebiyatında iki kere kullanılmıştır. Fransız yazar Maupassant’ın ve Rus
yazar Gogol’un aynı başlığı taşıyan öyküleri Lu Xun bu öyküyü yazmadan yıllar
önce yayınlanmıştı. Lu Xun’un bu öykülerden haberdar olmaması düşünülemez.
Maupassant’ın yapıtı pek bilinmeyebilir belki ama Gogol’un öyküsü, Burun ve
Palto’yla birlikte o zamanda bile meşhur olmuş öykülerdi. Dostoyevsky’nin
“Hepimiz Gogol’un Palto’sunun altından çıktık.” sözü bugün olduğu gibi o
zamanlarda da biliniyordu. Bu durumda,
Lu Xun’un öyküsüne daha önce kullanılmış bir adı verirken bunu bilinçli bir
şekilde yaptığını kabul etmek zorunda kalırız. Büyük bir olasılıkla soyunduğu
aydın görevinde kendisini Gogol’a yakın gördüğü için bu adı seçmişti, Lu Xun.
Gogol’un, öykülerinde Rus toplumundaki ikiyüzlülükleri ve yozlaşmaları
metaforik bir anlatımla eleştirmesi gibi; o da, Çin toplumunu ve Çinli
kimliğini ameliyat masasına yatırıp, çok sevdiği tabirle “toplumun hasta
bedenine neşter vuracaktı.”
Edebiyat eleştirmeni Ivan Panin*, “Rus Edebiyatı
Üzerine Ders Notları: Puşkin, Gogol, Turgenyev, Tolstoy” adlı kitabında Gogol
hakkında şunları söyler. “Gogol bir direnişçidir, otokrasinin zayıflıklarını
zırnık merhamet göstermeksizin eleştiren bir aydındır. Gogol’un sanatı
protestosunu bilinçdışından yapmaz; insan olan Gogol sanatçı olan Gogol’u
kullanır, ona kendi sesini verir ve böylece asil ruhunun isyanını yapıta
yansıtır.” Bu açıdan bakınca Lu Xun’un bu adı tercih etme nedeni biraz daha
açıklık kazanıyor.
Gelelim öyküye. Öykü, şizofren ve paranoyak
bir hastanın günlüğünden ibaret. Anlatıcının günlüğü buluşundan ve okumaya
başlamasından söz ettiği giriş kısmını saymazsak on üç kısa bölümden oluşuyor.
Hastanın nasıl bu hale geldiğini bilmiyoruz, öykü onun her şeyden ve herkesten
kuşkulanan, hafakanlı ve kuruntulu söylemleriyle başlıyor. Bir köpeğin
hırlamasından korkunç anlamlar çıkarıyor, dolunayın belirmesinden de ayın
gökyüzünde görünmemesinden kendisine yönelik komplo teorileri üretiyor.
Çocuklar ona bakıp aralarında fısıldaşıyorlar, bir kadın çocuğunu döverken
küfürler ediyor, komşular yanından ona sinsi bakışlar fırlatarak geçiyorlar… Ne
olursa olsun, öykünün kahramanı etrafındaki insanlara güvensizliğinin ve kendi
kuruntularının kurbanı olarak, kafasında yepyeni bir dünya kuruyor. Öykünün ilk
vurucu cümlesi üçüncü bölümün sonunda çıkıyor karşımıza.
“Sadece dikkatli ve titiz bir araştırma bize gerçeği
gösterebilir. Hayal meyal hatırlıyorum, bir yerlerde okumuştum, insanların antik zamanlardan beri birbirlerini
yediklerini. Tarih kitaplarının sayfalarını karıştırırken, karşıma tarihler
çıkmıyor belki ama Konfüçyüs’ün bilinen ilkelerine rastlıyorum.
“İyilikseverlik, doğruluk, ahlaklılık”. Aynı sayfalara, uyku tutmayan gecelerde
tekrar döndüğümde, nihayet görebiliyorum satır aralarına saklanmış gizli
mesajları: “İnsanları yiyin!” Bu sözcükler –kitaplarda yazılıp, köylülerce
okunan- tuhaf ve alaycı bir yüzle bakıyorlar bana.
Yoksa beni de mi yemeyi planlıyorlar?”
Bu bölümden sonra yazar, sürekli eski
metinlere ya da olaylara göndermeler yaparak insanların tarih boyunca nasıl
birbirlerini yediklerini anlatıyor. Tabii bunu yaparken, öykü kahramanının
korkuları ve endişeleri ön planda ve biz okuyucular olayları onun gözünün
önünden ve aklından geçenlerden biliyoruz. On ikinci bölüme kadar öykü herhangi
bir yönelimi olmayan durgun bir anlatımla devam ediyor. On ikinci bölümde
öykünün kahramanı şunları söylüyor:
“Şimdi farkına varıyorum ki bugüne kadarki hayatımı, son
dört bin yıldır insan eti yiyen bir ülkede geçirmişim. Kız kardeşim öldüğünde
büyük ağabeyim çekip çeviriyordu evin işlerini. Büyük bir olasılıkla kız
kardeşimi de yedirdi bize, diğer yemeklerin içine katarak. Bilmeyerek kendi kız
kardeşimin etini yedim, şimdi sıra bende.
Dört bin yıllık yamyamlığın ağırlığı omuzlarıma binmiş
haldeyken, her ne kadar bir zamanlar masum olduğuma kendimi inandırmış olsam
da, bundan sonra nasıl bakarım diğer insanların yüzlerine?”
On üçüncü bölüm sadece iki cümleden oluşan
vurucu bir sondan ibaret.
“Henüz insan eti yememiş çocuklar var mıdır dışarıda? En
azından onları kurtaralım…”
Öykünün başından sonuna metaforik öğelerle
süslenmiş olduğunu ve Lu Xun’un bu öyküsüyle toplumda geçerli olan Konfüçyüsçü
değerlere savaş açtığını söylemek için kahin olmaya gerek yok. Evet, klasik
metinlerde doğruluk, iyilikseverlik ve benzeri değerler sürekli olarak teşvik
edilirler ama aynı kitaplar yolsuzluk yapan babayı yetkililere şikayet etmenin
neden yanlış olduğunu da anlatır. Yine aynı metinlerde otoriteye itaat,
ebeveyne saygı, toplum içindeki saygınlığı ne pahasına olursa olsun koruma gibi
insanı bireysellikten ve özgürlükten uzaklaştıran öğretiler de mevcuttur. Lu
Xun, zamanın pek çok aydını gibi, Konfüçyüsçülüğü Çin toplumunun ilerleyişine
engel olan bir duvar olarak görüyordu ve onu alt etmeden ya da en azından sıkı
bir reformdan geçirmeden, Çin’in modern bir ülke olamayacağını savunuyordu.
İnsan eti yeme ya da kısaca yamyamlık
diyebileceğimiz davranış ise büyük bir olasılıkla Çin’de o zamanlar geçerli
olan feodal toplum yapısına işaret etmektedir. Güçlünün güçsüzü ezdiği,
insanlıktan çıkardığı, köleleştirdiği, adaletin mülkün temeli değil de mülkün
adaletin temeli olduğu bir sistemdir feodalizm. Bu sistemde güçsüz insanın
yaşama hakkı, otoriteye baş eğmesine bağlıdır. Bu da asla birey olamaması, asla
özgürce kararlar verememesi demektir. Lu Xun, daha sonra yazacağı öykülerde
olduğu gibi gücün, ailenin ya da pratik olmayan (sekiz-ayaklı kompozisyon nasıl
yazılır gibi) bilgilerin değil de insan olma paydasının birleştirdiği değerler
üzerinden bir toplum kurma düşüncesini güder. Ona göre temelde merhamet, sevgi,
adalet gibi değerler korunmalı ve bunlar üzerinden özgür, dinamik, modern bir
toplum inşa edilmelidir.
Öykünün sonunda “Çocukları koruyalım.” mesajı
vermesi, gelecek nesillerin aynı gerici ilkelerle zehirlenmemesi temennisini
belirtir. Lu Xun, öyküsüne kahraman olarak bir deliyi seçmiştir çünkü ancak
deliren bir insan görebilir gerçeği, deliren insan korkusuzlaşır, etrafındaki
baskılardan arınıp kendi aklıyla düşünmeye başlar. Toplumun akıllı olarak
gördüğü insan, kendisine düşen görevi beklentilere göre yapan; yani iyi bir
evlat, iyi bir vatandaş, iyi bir anne-baba, iyi bir işçi olabilen kişidir.
Toplumun tepkisini çekmemek ve yaftalanmamak için insan birey olmaktan vaz
geçer ve sürekli kendinden bekleneni yapar. Oysa deli böyle değildir. Hem
Gogol’da hem de Lu Xun’da deli karakteri söylenilmeyeni söyleyen, görülmeyeni
gören, bir çeşit aydınlanmış insandır. Gogol’un öyküsünün baş kahramanı
iyileşmez ama Lu Xun, öykünün girişinde kendi öyküsünün kahramanının iyileşip yakınlarda
bir kentte memuriyet görevine atandığını söyler. Buradan da şu sonucu
çıkarabiliriz. Aslında herkes biliyordur nelerin doğru nelerin yanlış
yapıldığını, herkes biliyor ama kimse sözünü edemiyor. Satır aralarındaki
“Birbirinizi yiyin” mesajını görmek yetmiyor gelecek nesilleri korumak için.
Harekete geçmek, bir şeyler yapmak, ataerkil toplumun ataerkil değerlerini alt
üst etmek ve yeni Çin’i kurmak gerekiyor.
Aslen
bir hekim olan Lu Xun’u, Japonya’daki eğitimini yarıda bıraktırıp Çin’e getiren
de bu amaç değil miydi zaten? Lu Xun’u, dört bir köşesinden su alan bir gemiyi
tamir etmeye ant içmiş bir gemici ustasına benzetebiliriz. Japonya’dayken
yaşadıklarından sonra, bilimle ve teknikle değil de edebiyat ve sanatla Çin’i
tamir edebileceğine inanmıştı. Öykülerini ve denemelerini yeni bir Çin’i
kurmaya adamıştı bu yüzden. Sun Yat Sen’in kurduğu Çin Cumhuriyeti
beklentilerini karşılamayınca karamsarlığa düştü, 4 Mayıs hareketi içerisinde
aktif olarak yer aldı. Komünist Parti’ye asla üye olmaması da aslında onun
siyaset üstü bir tavır takınma çabasının göstergesidir. Mao, yaşamı boyunca Lu
Xun’u el üstünde tutmuştur ve onu gerçek bir devrimci olarak lanse etmiştir.
Ömrü yetseydi de 1949 devrimini görseydi, Lu Xun ne yazardı bilemeyiz ama
Kültür Devrimini görseydi büyük bir olasılıkla yazdıklarından dolayı burjuvazi
olmakla suçlanır; ya hapse atılır ya da Lao She gibi halkın önünde azarlanırdı.
Ardından da intihar* ederdi.
Lu Xun’un kitapları ondan sonraki Çinli
nesiller için ilham kaynağı olmuşlardır ve on yıllardır lise müfredatının
ayrılmaz bir parçası olmuştur. Yalnız, son birkaç yıldır Lu Xun’un yapıtları
orta okul ve lise kitaplarından birer birer çekilmeye başlandı. Devlet destekli
medya kuruluşlarından Xinhua Haber Ajansı bu durumu şu şekilde izah etmiş.
“Ortaokul öğrencileri çok derin şeyler okumamalılar. Öğrencileri eleştirel
okumaya ve derin düşünmeye çok erken yaşlarda başlatmamalıyız. Tam tersine,
onların bilgiyi yavaş yavaş biriktirmelerine önayak olmalıyız.”
Bu değişikliğin altında çok farklı bir amaç
olduğunu düşünenlerin sayısı doğal olarak bir hayli fazla. Lu Xun, karamsar ve
gerçekçi bir yazardı. Öykülerinde ve denemelerinde sertti, acımasızdı,
saldırgandı. Oysa günümüzün Çin’i böylesi sertliklere izin verecek bir
zihniyetten çok uzak. Bilakis, Konfüçyüsçülük Çin’de her geçen gün biraz daha
önem kazanıyor son yıllarda. Parti Genel Sekreteri konuşmalarında sık sık
Konfüçyüs’e göndermelerde bulunuyor, Çin dünyanın dört bir köşesinde açtığı
kültür enstitülerine Konfüçyüs’ün adını veriyor. Otoriteye itaati, ne pahasına
olursa olsun düzeni korumayı, toplumsal harmoniyi sağlamayı esas alan
Konfüçyüsçü ilkelerin Çin devletinin ekmeğine yağ sürdüğünü söylemek pek yanlış
olmaz. Konfüçyüs’ün ilkelerini benimsemiş bir vatandaş kendisini dizginleyen, isteklerine
öz-sansür uygulayan bir bireye dönüşür. Özellikle ekonomideki büyümenin
yavaşlamaya başladığı son yıllarda; devlet, vatandaşlarını umutsuzluğa
sürükleyecek, onları isyana ve değişim talebine teşvik edecek düşünceleri
engellemek isteyecektir. Böyle bir ortamda Lu Xun’un sert metinlerini
müfredattan çıkarmaları yönetici parti için isabetli bir karar olarak
görülebilir. Bu ve ileride gelecek benzeri kararların Çinli gençlerin düşünsel
gelişiminde nasıl bir etki yaratacağını ise zaman gösterecek.
12
Nisan 2015, Çanco
* Ivan Panin’in adı geçen kitabı Amazon’un
sayfasından ücretsiz olarak indirilebilir. Çeviri bana ait.
* Resmi görüşe göre Lao She, Pekin’deki bir
gölde intihar etmiştir ama öldürülüp göle atıldığını iddia edenler de var.
Aşağıya bu yazıyı yazarken kullandığım birkaç kaynağı ekliyorum:
1.
The Real Story of Ah-Q and Other
Tales of China – The Complete Fiction of Lu Xun, Penguin Classics, Kindle Edition (Türkçe çeviriler
bana ait.)
Lu Xun’un yapıtlarının müfredattan çıkarıldığı üzerine iki haber:
Lu Xun ve Çinli Kimliği üzerine benim yazdığım bir blog yazısı:
Şanhay’daki Lu Xun
müzesiyle ilgili kısa bir tanıtıcı yazı:
Harvard Üniversitesi tarafından
hazırlanmış bir ders notu. Öykünün özeti ve yazıldığı dönem için neden önemli
olduğu burada, tarihsel arka planıyla beraber güzelce anlatılmış.
6.
https://coursewikis.fas.harvard.edu/aiu18/A_Madman%27s_Diary
*** Bu yazı www.cinhh.com sayfası için yazıldı ama sayfa şu sıralarda yenilendiği için henüz orada yayınlanmadı. Alışkanlık olmuş, bir yazıyı bloga koyup, yayınlamayınca bir sonrakine başlayamıyorum. Bir sonraki yazıya başlayabilmek için bunu bloga koyuyorum.
*** Bu yazı www.cinhh.com sayfası için yazıldı ama sayfa şu sıralarda yenilendiği için henüz orada yayınlanmadı. Alışkanlık olmuş, bir yazıyı bloga koyup, yayınlamayınca bir sonrakine başlayamıyorum. Bir sonraki yazıya başlayabilmek için bunu bloga koyuyorum.