Günlerim temizlik yapmakla geçiyor. Ofisteki masamı temizledim, evdeki kutuları, çekmeceleri, masaları taradım tek tek. Atılcakları atıyorum, satılcakları satıyorum, kalanları da çantaya koyuyorum. Fakat temizlik eşyalarla bitmiyor. Bilgisayarı da temizlemek gerekiyor. Neredeyse son dört yıldır kullandığım bilgisayardaki kişisel dosyaları silerken pekçok eski resme, şiire, yazıya rastlıyor insan. Kıyıda köşede unutulmuş bir çantadan çıkan eski eşyalar gibi hüzünlendiriyor bu elektronik dosyalar insanı.
Aşağıdaki yazıyı 2005 yılında, o zamanlar Tayland'da çıkardığım Yaprak dergisinin sekizinci sayısı için yazmışım. Sekizinci sayıyı asla basamadık ama gönderilen yazılar halen bir klasörde duruyorlar. Notların birinci ve ikinci bölümleri tam olarak yazılmış ama üçüncü bölüm nedense yarım kalmış. Sonrasında da yazmamışım. Bu yüzden başlık "Laos Notları 1 - 2.5".
Noktasına, virgülüne dokunmadan, 7 yıl önceki Ali Rıza'ya selam göndererek yayınlıyorum yazıyı.
Saygılar,
Zannediyordum
ki yataklı kompartımanda gideceğiz! Zannediyordum ki trenin tüm gürültüsüne
rağmen sabaha kadar fosur fosur uyuyabileceğiz! Zannediyordum ki trenler
otobüslere göre daha dakik ve daha güvenlidirler! Hatta, zannediyordum ki
trenlerde servis daha iyidir! Bütün bu zanlarımda yanıldığımı anlamam uzun
sürmedi. Akşam dokuzu çeyrek geçe –45 dakika geç geldi- trene bindiğimizde
etrafta yatak falan göremeyince sordum eşime yanlış vagona girip girmediğimizi.
‘Hayır’ dedi, ‘doğru vagondayız!’ Biletteki numaraların üzerinde yazdığı iki
koltuk bulup oturduk. İçersi buz gibiydi. Dışarda ayakta durunca terliyordum
oysa. Klimanın soğuttuğu vagonun camlarına parmaklarınızla yazı yazabilirdiniz
dışardan. Koltuklara oturduktan bir kaç dakika sonra tren harekete geçti. Zaten
geç gelen trenin daha da gecikmesi en son istediğim şeydi. Soğuktan titreye
titreye –üzerimde sadece incecik ketenden bir Tayland gömleği vardı- koltuğa
büzüldüm. Çantada getirdiğim Nedim Gürsel’in İzler ve Gölgeler adlı anı kitabı
var. Geçen hafta Fatma Özdirek hanım getirmişdi. Sağolsun, Bangkok’a gelirken
yarım düzine kitap, bir o kadar da dergi ile gelmiş. Sayesinde Türkçe kitap
okumaya tekrar başladım. Nedim Gürsel, gezip gördüğü kentleri –genelde Avrupa
ve Rusya kentleri- hem o kentlerde daha
önce yaşamış ya da halen yaşayan yazarların gözüyle hem de kendi gözüyle
inceliyordu kitabında. Prag’da Kafka’yı, İstanbul’da Piyer Loti’yi,
Petersburg’da Dostoyevsky’yi, Brüksel’de Baudelaire’yi anıyor uzun
denemelerinde... Ben nedense kitaba en sondan, İstanbul ve Piyer Loti’den
başlıyorum. Aklıma İstanbul’un martıları geliyor. Gri bir gökyüzünde süzülerek
uçan beyaz martılar sanırım İstanbul’a ait özlediğim çok şeyden sadece
birisi... Çantaya tekrar bakıp not almak için yanıma aldığım defterin boş
sayfalarını karıştırıyorum. O ana kadar olanları kısa başlıklar halinde not
ediyorum. Sonra kitaba dönüyorum...
Ne zaman
bir yolculuğa çıksam, gideceğim yerlerde göreceklerimden çok öğreneceklerimin telaşı sarar beni. Farklı
insanların ve farklı kültürlerin mutlaka dışardan gelen bir yabancıya
verecekleri çok şeyler vardır. Kalem ve kağıdın önemi burada. Unutmaya karşı
önlem! Fakat asıl düşmanım olan tenbelliğe karşı bir önlem almış değilim. Acaba
bu defteri doldurabilecek miyim dört günde? Büyük bir olasılıkla tenbellik
tarafım ağır basacak ve defter bir tarafa ben bir tarafa gideceğiz yolculuk
boyunca. Onu çantada unutup kendi dünyamda gezineceğim. Geri döndüğümde de
gözlerimi kısıp, neler olduğunu anımsamaya çalışarak kısa bir yazı yazacağım ve
kendimi tatmin edeceğim. Hiç yazmamış olmaktan iyidir deyip bir de kendimi
haklı çıkaracak bahaneler uyduracağım... Gerisi zaten kısır döngü.
Tren
harekete geçtikten 10 dakika kadar sonra vagondaki görevli genç insanlara
havluyu andıran bir battaniye dağıttı. Ben iki tane aldım ne olur ne olmaz
diye. İyiki de iki tane almışım. Biri ile bacaklarımı, diğeri ile gövdemi ve
yukarsını kapattım. Yine de üşüyordum.... Benim gibi İstanbul’da doğup büyümüş
bir insan bu kadar üşürse bir de hayatlarında soğuk nedir bilmeyen
Tayland’lılar ne kadar üşür aklım almadı! İnsanların hiçbirisi soğuktan
rahatsız olmuş görünmüyordu. Yanımda uyuyan eşim bile umursamıyordu soğuğu. Ben
sesten ve soğuktan rahatsız olduğumu kimseye söyleyemiyordum. Elimdeki kitaba geri
döndüm. Piyer Loti’nin İstanbul’unda ya da Raskolnikov’un Sen Petersburg’unda
gezinirken üşümemek ayıp olurdu zaten. Oysa tren ne İstanbul’a ne de Sen
Petersburg’a gidiyordu. Basbayağı, Tayland’ın Laos sınırındakı kente, Nong
Kay’a gidiyorduk. Oradan da tuk tuk ile sınıra, pasaport işlemlerinden sonra da
otobüsle Mekong üzerine inşa edilen Tayland-Laos Dostluk köprüsünden geçip,
sabah erkenden Laos’un başkenti olan Viencan’a varacaktık.
Vien Can’a
İngilizce’de ‘Vientiane’ deniyor ama Taylandlılar ‘Viençan’diyor. Laos’lular da
kendi kentlerini ‘Viençan’ diye çağırıyorlar.
Benzer bir fark Kamboçya’da da var! İngilizcesi ‘Cambodia’ olan ülkeye
Taylandlılar ‘Kampuçya’ diyorlar. Taylandlıların ‘Kampuçya’sı bizim ‘Kamboçya’ya,
İngilizlerin ‘Cambodia’sından daha yakın. Bu yüzden, İngilizlerin ‘Vientiane’
dedikleri kenti ben Taylandlıların verdiği isimle çağırmayı uygun buluyorum.
Hem söylemesi daha kolay hem de kentin sahiplerinin verdiği ada daha yakın.
Planlarıma
göre sabah altı’da Nong Kay’da olacaktık. Oysa durum hiç de öyle göstermiyordu.
Tren zırt pırt duruyor, her durduğu yerde neredeyse yarım saat bekliyordu.
Durumu iyimserliğe verip, bu duraklamaların normal olduğunu, zaten bilette
yazan ‘varış saatinin’ bu duraklamalar hesaba katılarak yazıldığını düşünmeye
kendimi zorluyor, aksini aklıma getirmemeye çalışıyordum. Bütün bunlara rağmen
tren hareket etmediği zamanlarda çıkardığı garip bir gürültü vardı ki bazen
gürültüyü kafamda yarattığımı düşünüyordum. Vagonda ışıklar açıktı ve benden
başka herkes uyuyordu. Gürültü dayanılmazdı! Ben kafamı bir sağa bir sola
çeviriyor, açılan yerlerimden giren soğuk hava dalgalarını engellemek için
oramı buramı çekiştiriyor, bir türlü gözlerimi kapatıp, herkesin saatler önce
dalıp gittiği o mavi beyazlığa ulaşamıyordum. Sabaha kadar uyku ile uyanıklık
arasında gidip gelmeyi hayal ederek –zaten yolculuklarda derin bir uykuyu kimse
ummaz- , uyanık bir şekilde bekledim.
Sabah olduğunda tren durdu. Ben saate baktım. Saat altı idi. Vardık diye
seviniyordum. Yanımda derin bir uykudan uyanmış gibi esneyen eşim Nong Kay’a
değil de Udon’a vardığımızı, Nong Kay’a daha çok olduğunu söyledi. Tren kafama
düşmüş gibi oldum. Eğer saat 12’den önce Viençan’daki Tayland Elçiliğine
ulaşamazsam fazladan bir gün harcamam gerekecekti Laos’da. Benim için sorun
Laos’da fazladan gün harcamak değildi. Laos’a gidişimin nedeni vizemi
yenilemekti. Bunu iki okul günü, öğrencileri matematik derslerinden mahrum
bırakma pahasına yapıyordum. Okulda matematik dersine girecek başka öğretmen
olmadığı için Filipinli beden eğitimi koçları girecekti benim derslerime. Sırf
öğrencilerin yaramazlıklarını engellemek için yapılan bu işlem beni hiç de
tatmin etmiyordu. Düşünsenize bir kere ne yapabilir bir Tekvando öğretmeni
Matematik dersinde? Bir an önce vizemi alıp, derslerime ve öğrencilerime dönmek
istiyordum. Laos’da göreceklerimin yanımda kâr kalacağı bir gerçekti ama tüm
bunlar asıl amacımdan sapmam için bahane teşkil edemezdi.
Udon’da
tren değiştirmemiz gerektiğini öğrendik. Zırt pırt duran ve her durduğu yerde
bir ileri bir geri gidip, korkunç bir gürültü eşliğinde zorlukla harekete geçen
yorgun trenimizden inip başka birine bindik. Tren değiştirirken fırsattan
istifade edip, istasyonda satılan mangalda kızartılmış tavuklardan ve yapışkan pilavdan aldım. İkinci
trene bindiğimizde keyfim yerinde idi. Sıcak pirinç lokmaları mideme indikçe
içim ısındı. Tek eksiğim somtam salatası idi ama onu göremedim. Hem sabah sabah
somtam yersem midemi berbat edebilirdim. İkinci trenin birincisine göre
avantajları vardı. Öncelikle kliması yoktu ve pencereleri açılabiliyordu.
Durduktan sonra tekrar kalkması için iki km’lik yarıçap içersindeki tüm
köylüleri uyandırmak zorunda da kalmıyordu. Camı açtım, bir elimde pilav
lokmaları, bir elimde tavuk parçaları, yeşil pirinç tarlaları arasında
ilerleyen trenin ritmine kendimi kaptırıp kısa bir uykuya daldım. Neyse ki
uyandığımda Nong Kay’a çok az kalmıştı. Trenin camından bakarken, uyumadan önce
anımsayabildiğim iki şey vardı. İri inekler ve bir küçük cami. Tayland’ın bu
kısmında müslümanların olduğunu hiç tahmin etmezdim. İneğe gelince, İsan
taraflarında görmeye alıştığım cılız ineklere hiç benzemiyordu. Aklıma Taksin
hükümetinin Tarım Bakanının çiftçilere verdiği
söz geldi. Tarım bakanı çiftçilere bir milyon Avustralya ineği vereceğim
demiş. Haberi duyan Avustralya hükümeti bizde o kadar inek yok deyince bakanın
foyası ortaya çıktı. Sonra bakan lafı değiştirip, inekten kastının damızlık
ineklerin –öküzlerin- spermleri olduğunu söyledi. Gazeteciler de alay
ediyorlardı hükümetin politikası ile: ‘İnekler tükenirse kanguru alırız...
Mühim olan bir şeyler yapmış olmak değil mi?’
Avustralya’dan Tayland’a hiç inek geldi mi bilmiyorum ama bu gördüğüm
inekler Tayland’ın çamurlu pirinç tarlalarında çalışmaktan ve çamur banyosu
yapmaktan başka bir iş yapmayan ineklere hiç benzemiyorlardı. Daha çok et ve
süt için beslenen ineklere benziyorlardı... Bir de arkalarında koşuşan
buzağılar vardı ki bana hemen köyümü hatırlattılar. Yirmi senedir gitmediğim
ama bu yaz gitmeyi planladığım köyümü...
Saat dokuz
buçukda vardık Nong Kay’a. Hemen bir Tuktuk’a binip köprünün bir başına geldik.
Tayland’dan çıkmamız zor olmadı. Pasaportlara gerekli mühürleri vurdurduktan
sonra köprüden bizi karşıya geçirecek olan otobüsü beklemeye başladık. Etraf
turist kaynıyordu. Bir de Laos’dan günlük vizelerle Tayland’a girmiş Laoslu
vatandaşlar vardı durakta. İki otobüs aynı anda gelince önce gelen önce gider
deyip öndekine bindik. Arkadaki önce gitti. Önce gelen ne hikmetse 10 dakika
geç çıktı yola... Zaten yol dediğim de 2 dakika ya sürüyor ya sürmüyor...
Yürüsem deseniz 15 dakika sürer ama yürümeye izin vermezler. Ne de olsa bir
ülkeden başka bir ülkeye gidiyorsunuz. Nehrin bu tarafı Tayland, karşı tarafı
Laos... Nasıl olmuş da bu nehir tam sınır boyunca kilometrelerce ilerlemiş diye
saçma bir soru soruyorum eşime. -Bu soru aslında "petrol istasyonu işletenler nasıl oluyor da şehrin hangi caddesinin hengi noktasında petrol çıkacağını bilip, oraya işletmelerini açıyorlar?" sorusunun bir versiyonudur.- Anlamamış gibi yüzüme bakıyor. Ben de kendi
esprime kendim gülüp geçiyorum. Hatta bu espriden yola çıkarak felsefi bie
eleştiri bile ortaya konulabileceğini düşünüyorum. Biraz sonra Laos’a
vardığımızın ilk kanıtı köprüyü geçer geçmez kendini belli etti. Otobüs köprü
biter bitmez şerit değiştirip arabayı yolun sağından kullanmaya başladı.
İngiltere’den Fransa’ya gelmiş gibi olduk. Artık Laos’a varmıştık. Saat 10’u
yeni geçmişti. Otobüs durdu, herkes indi. Bir an önce vize işlemlerini
halledip, en hızlı şekilde Viençan’a, Tayland Elçiliğine ulaşmam gerekiyordu.
Oysa bu işler hiç de öyle göründüğü gibi basit olmuyorlardı....
Bir
sonraki bölüm: Gassalın elindeki meyyit
LAOS NOTLARI 2
Köprüyü geçer geçmez farkına vardığım
tek şey otobüsün şerit değiştirmesi değildi. Ufak ufak da olsa yağmur damlaları
otobüsün camlarını ıslatmıştı bile. Ne zaman yeni bir ülkeye gitsem beni ilk
karşılayan şey yağmur oluyor. İnsan yeni bir mekana giti mi o yeri ıslanma
korkusu olmaksızın, üşümeksizin, rahat rahat temaşa etmek ister. Türkiye’den
Bangkok’a geldiğim gün Bangkok’a yağmur yağıyordu. Uçakta yağmur haberini
öğrenince canım çok sıkılmıştı. Daha sonra Singapur’a gittiğim gün de yağmur
yağmıştı. Elimde çanta ile bir arkadaşın çalıştığı alışveriş merkezini ararken
sırılsıklam olmuştum. Kamboçya’ya gittiğim gün yağmur yağmamıştı ama gitmeden
önce yağan yağmurun yarattığı sellerle boğuşmuştuk yol boyunca. Ayrıca Phenom
Phen’e vardığım günün akşamı fırtına çıkmıştı. Benim fırtına dediğime bakmayın!
Orada sıradanmış böyle bir yağmur ve ardından gelenler –ya da gidenler!-. Asıl
unutamadığım yağmur ise bir yıl çalıştıktan sonra Çang May’dan Bangkok’a
taşındığım gün ince ince yağan, sadece elbiselerimi değil, aynı zamanda yüreğimi
de ıslatan yağmurdu. Yalnızdım, hem de bütünüyle yalnız... Pazar sabahı
Sukhumvit yolunda tek başıma yürüyor, kalacak otel ya da pansiyon arıyordum.
Yağmur hafif hafif yağıyor, benim yalnızlığımdan ve çaresizliğimden istifade
ediyordu. Bir otel bulup, eşyalarımı odaya attığımda da canımın sıkıntısı
gitmemişti. Çünkü yağmur tam bir hafta aralıksız sürmüş, ben Bangkok’da pek de
alışık olmadığım gri gökyüzünün altında odamdan çıkıp iş arayacağıma, odamda
kalıp Poe’nun karamsar öykülerini okumuştum... Yalnızlık, terkettiğim kentten
kalan suçluluk duygusu ve umutsuzluğa bir de günlerce süren kapalı hava
eklenince, o kadar bunalmıştım ki basit bir şiir bile yazmıştım o zamanlar
Türkiye’de yaşayan –şimdi Amerika’da- bir dostun, Türkiye’ye dön, kurtul çağrısına yanıt
olarak:
Dost
Kutbeddinim,
Apostrofsuz iyelik eklerini hak eden
dostum benim...
Yüreği cam gibi kırılgan, gözleri
baldan tatlı anlayanım benim,
Ne
diyeyim sana
bilmem ki!
Yaşıyorum
işte burada yalnız, başı bulanık ve içimde bir yığın pasak
Şikayetçi
değilimdir yaşıyor olmaktan yıldızlardan ve kendimden uzak
Okudunsa
yazıyı sonuna kadar anlamışsındır derdimin ne olduğunu
Mücadele
etmek ve kazanmak istiyordur yüreğimin biricik kuşu
Bırak
da savaşayım şu dünyanın çirkefiyle bir başıma
Bırak
da öğreneyim ayakta durmayı kendi başıma
Henüz
iş bulmuş değilim Bangkok’da
Henüz
aramaklardayım, yani yoldayım eski tabirle
Bulamazsam
oradayım bir ay içinde tasa etme
Gölgeler
vadisinde buluşacağız eskisi gibi yeniden
Yürüyeceğiz
aşağı doğru İstiklal Caddesinden
Öyle
içli şeyler yazma da beni dağidar eyleme n’olur
Bu
şehirde duasız kalırsa en büyük balık bile boğulur.
Bana
bir şans ver yüzebilmem için büyük denizlerde
Kaybolmak
üzereyim derinleşerek kendimde
Gözüm
ileriyi görmese bile yine de umutluyum
Toprak,
rüzgar, ateş ve su
Suçluyum…
16 Mart 2001 / Bangkok
/ Otel Odası
Vize işlemleri sandığımdan da kısa
sürüyor. Kazık yemiş olmanın getirdiği yeniklik duygusunu bile önemsemiyorum.
Vize 30 Amerikan Doları ama eğer ücreti Baht olarak ödüyorsanız 1500 Baht
ödemeniz gerekiyor. Bu durumda vizenin fiyatı 37.5 dolara geliyor. Ayrıca
üzerimde iki resim olduğu ve resimlere Viençan’da gereksinim duyacağımı
bildiğim için resim vermiyorum. Bu yüzden 1 dolar (Yine üzerimde Dolar olmadığı
için 1.25 Dolar değerinde 50 Baht) daha kesiyorlar. Bir de 10 Baht bozukluk
bulamadıkları için para üstü verirken 10 Baht az veriyorlar. Bütün bu kazıkları
görmezlikten geliyorum. Koşa koşa sınıra gidiyorum. Kapıdaki görevliye
pasaportumdaki mührü gösteriyorum. Caruvan’ı oradaki bir banka oturmuş, beni
bekliyor halde buluyorum. Tayland vatandaşları için ne resim gerekiyor ne de
para! Sadece ayak bastı parası olarak 10 Baht (0.25 Dolar) alıyorlar. Eşimden
156 kat daha pahalı olduğum için, bunun gururu ile Laos topraklarında yürümeye
başlıyorum...
Pek çok diğer Asya ülkesinde olduğu gibi
Laos’da da bir yığın taksi ve tuktuk şoförü sınırın ağzında bekliyorlar. Yağmur
ise şiddetini arttırarak yağmaya devam ediyor. Yolcu bekleyen ufak bir kamyonet
–üstü kapatılmış ve arkasına boylamasına iki oturak konmuş bir eski toplu
taşıma aracı- var ama daha ne kadar bekleyeceğini bilmediğimiz için taksiye
binmeye karar veriyoruz. Orta yaşlı bir adam Tayca konuşarak nereye gitmek
istediğimizi soruyor. Tayland Büyükelçiliğine gideceğimizi söyleyince, hemen
ben götüreyim diyor. Yaklaşık 20 kilometrelik yol için 200 Baht’a anlaşıyoruz.
Arabasını henüz görmediğimiz için durumdan hoşnutuz. Diğer şoförlerin arasından
yürürken herkesin bize bakıp güldüğünü farkettik ama buna bir anlam veremedik.
Sonunda arabanın yanına vardığımızda onca şoförün niye alaycı bakışlarla bizi
süzdüklerini anlayabildik.
Bineceğimiz araba en az otuz yaşında,
kapıları açılmayan, silecekleri olmayan, nasıl gittiğini bile çözemediğim bir
Toyota idi. Tayland’da benim kullandığım araba da Toyota olduğu için midir
bilmem, arabaya da şoföre de güvendim. Şoförümüz söylene söylene açtı kapıları.
Bu sefer benim tarafımdaki kapı kapanmıyordu. Şoförümüz ‘elinle tut’ dedi,
‘zaten çok uzun sürmez yol.’ Arabanın acayiplikleri saymakla bitmezdi. Silecekleri olmadığı için yağmurdan
bulanıklaşan ön camı pencereden elini uzatarak siliyordu. Kendi kapısı da
kapanmadığı için kapının ağzına bir çaput sıkıştırmıştı. Caruvan’ın tarafındaki
cam düşmesin diye cam ile kapı arasına tornavida sokmuştu. Ayrıca arabanın
dikiz aynası yoktu. Uyduruk bir aynayı –tümsek ayna değil, düz ayna- arabanın
sol tarafına yapıştırmış, onunla idare ediyordu. Bütün bu eksikliklere gülüp
geçebilirdik eğer araba pürüzsüz gidebilseydi. Oysa daha birkaç kilometre
gittikten sonra araba durdu. Şoför acele acele indi arabadan, ön kaputu açtı,
bir şeyler yaptı ve tekrar arabaya döndü. Tamam, araba çalışıyordu... O zaman
anladım arabanın içindeki gaz kokusunun nereden geldiğini. Şoförümüz her
arabadan çıktığında eline bir hortum alıp, bu hortum sayesinde benzin
deposundan motora ağzıyla benzin çekip, motorun devir yapmasını sağlıyordu.
İçerdeki gaz kokusunun kaynağı ise ikide bir tükürüp ağzını sildiği bez
parçaları idi. Ayrıca, arabanın zemini yağlı ve kirli idi. Buna rağmen halen
gittiğimiz için mutlu ve umutluyduk. Gülüp geçiyorduk şoförümüzün bizi elçiliğe
yetiştirme pahasına yaptıklarına. Oysa araba toplam dört defa durdu elçiliğe
varana kadar. Şoför her seferinde elinde kirli hortumuyla çıkıyor, sonra da
tüküre tüküre geri dönüyordu. Son sefer durduğunda el freni kendi kendine
boşaldı ve araba yokuş aşağı hareket etmeye başladı. Neyse ki yollar boş! Araba
gitse sorun değil ama biz içindeyiz! Onun yüreği ağzına geldi, ben ise gülüyordum
halimize... Biz arabanın arka koltuğunda oturmuş olanları izlerken, kendimizi
‘gassalın elindeki meyyit’ gibi hissediyorduk. Arabadan insek nereye
gideceğimizi bilemiyorduk. Yollarda pek öyle taşıt yoktu. Ayrıca yağmur ciddi
bir biçimde bastırmıştı. Bu durumda şoförümüzün ellerinde idik. O kendinden
emin bir biçimde bizi saat 12’den önce elçiliğe ulaştıracağını söylüyordu. Bu
arada bize bir faydası da oldu: Bizi önce fotokopici dükkanına götürüp,
pasaportumu kopye etmemi söyledi. Gerçekten de daha önce yapmadığım bu işlem
yüzünden herşey yanabilirdi. Onun sayesinde elçilikte sorun yaşamadım. Sonunda,
gaz kokan, kapıları kapanmayan, vitesi her değiştirdiğinde yine duracak diye
ödümü koparan bu antik araba bizi elçiliğin kapısının önüne saat 11:30 civarı
bıraktı. Şoförüme sözünde durduğu için teşekkür ettim. Oysa fazlasını hak
ediyordu. Ekmek parası için bunca zahmete katlanan, ağzı gaz kokan, elleri
yağlı, yüzü temiz bu emektar adama saygı duymaktan başka bir şey yapamazdım.
Ona parasını verdim. Yine de aklıma geldikçe gülesim geliyor benim ve eşimin
arabadaki halimiz. Öyle değil mi? Böyle bir taksi ve böylesine dört dörtlük bir
hizmeti başka nerede bulabilirsiniz?
Elçiliğe varınca hemen işlemlerimi halletmek
için sıraya giriyorum. Belgelerimi veriyorum. Görevli pasaportumun fotokopisini
istiyor. Benden bir önceki adamın yağmurda koşa koşa fotokopiciye gittiğini
görünce şoförüme bir defa daha teşekkür ediyorum içimden. Belgeleri eksiksiz
olarak teslim edip, Pazartesi öğleden sonra tekrar gelmek üzere elçilikten
ayrılıyorum. Tayland’daki cep telefonu şebekesi taksinin içindeyken çalışıyordu
ama elçiliğe gelince kayboldu. Laos’da yaşayan dostum Serdar’ı aramak istiyorum
ama bir türlü şebekeye ulaşamıyorum. Islanmış ve üşümüş bir halde bulduğumuz
ilk otele gidip sıcak suyla duş alıncaya kadar her ikimiz için de hayat
duruyor. Otel, asansörü olmayan, beş ya da altı katlı, Tayland'dan çok
Hindistan'ı hatırlatan yapısıyla, karanlık bir yer. Daha girişte
yeterli ışık olmadığı için insanın içine olur olmaz duygular bırakıyor. Duş
alıp, üzerimizi değiştirdikten sonra resepsiyona inip, otelin telefonunu
kullanarak Serdar’ı tekrar arıyorum. Sonunda telefonda konuşabiliyoruz. O da
bizi almaya elçiliğe gitmiş ama bulamamış. Yağmur yağdığı için de çaresiz benim
telefonumu bekliyormuş. Ona oteli tarif ediyorum. Daha doğrusu otel
görevlilerine tarif ettiriyorum. O gelene kadar da otelin lobisindeki yaşlı bir
İngilizle kısa bir muhabbet ediyorum. Adam İngiltere’de emekli olunca Tayland’a
taşınmış. İsan taraflarında köylü bir kadınla evlenmiş. İngiltereden aldığı
emekli maaşı ile hem kendisini hem de köylü karısını gül gibi geçindiriyormuş.
Laos’a da süresi biten vizesini yenilemek için gelmiş. Gençliğinde Türkiye’ye
gitmişmiş... Antalya’yı, Efes’i anımsayabiliyor... Daha sonra benim işimden,
yaşadığım kentten, eşimden konuşuyoruz. Caruvan da bir ara gelip yaşlı
dostumuza merhaba diyor. Serdar otelin kapısının önünde belirdiğinde yaşlı
adamla olan muhabbetimiz yarıda kalıyor. Serdarla kucaklaşıp hasret
gideriyoruz. Uzun bir günün başladığının ilk izleri yavaş yavaş zihnimde
beliriyor.
Bir sonraki bölüm: Yağmur, yağmur ve
yine yağmur...
Serdarla
birlikte Cuma namazı kılmaya gidiyoruz. Viençan’da toplam iki tane cami varmış.
Cemaatin hemen hepsi Hindistan göçmeni. Bir kısmı da Pol Pot zamanında
Kamboçya’dan kaçıp gelmişler. Camide namazdan sonra bisküvi türünden yiyecekler
dağıtıyorlar. Eski bir geleneğin –Cuma’dan sonra topluca yemek yemek- modern ve pratik hali olsa gerek. Ananaslı
bisküvilerden bir kaç tane alıp camiden çıkıyoruz. Caminin olduğu yer asfalt
değil, yerler hafif çamurlu. Aklıma küçüklüğümde gittiğim Baltalimanı camisi
geliyor. Su birikintilerine basmadan, hoplaya zıplaya sokağın başına varıyoruz.
Orada Serdar bir Tuk tuk çeviriyor.
Biz tuk
tuka bindikten az sonra iki tane genç kız biniyor. Kızlar tuktukun uç kısmına
oturuyorlar. O sırada yağmurdan dolayı sızdıran tavandan dökülen damlalar beni
ıslatıyor. Damlalardan kaçayım derken daha çok ıslanıyorum. En sonunda
bacaklarımı açıp, damlaların dizlerimin arasından tuk tukun zeminine
ulaşmalarını sağlıyorum. Bu arada iki genç kızın bana bakıp güldüklerini fark
ediyorum. Asya’da ne zaman bir ülkeye gitsem –hatta ne zaman yeni bir sınıfa
ders anlatsam- muhatap olduğum insanlar beni İngiliz komedi oyuncusu Mr. Bean’a
benzetiyorlar. Sanırım bu iki kız da aynı noktaya takılmışlardı. Burnuma bakıp
gülüyorlar, aralarında fısıldaşıyorlar, kıkırdaşıp duruyorlardı. Ben ise nasıl
tepki göstereceğimi bilemeden Serdar ile konuşmaya çalışıyordum. Serdar onlarla
Laos’ca konuştu. Vietnam’lıymışlar. Bana bakıp gülmelerinin nedeni de tahmin
ettiğim gibi burnum imiş. Kızlarla konuşup burnumun sahip olduğum tek maharet
olmadığını anlatmak istiyorum ama dillerini bilmiyorum. Hem anlatsam ne olacak!
Bulmuşlar eğlencelerini, bırak da eğlensinler! Ayrıca kızcağızların bakıp bakıp
gülmekten durdukları yok. Bu halde ineceğimiz yere varıncaya kadar gidiyoruz.
Tuk tuktan inerken el sallıyorum. Onlar halen gülüyorlar.
Tekrar otele döndüğümüzde Serdar otelden
çıkmamız, onun evinde misafir olmamız için ısrar ediyor. Caruvan’ı zorla ikna
edip –Taylandlıların genel
özelliklerinden birisidir. Bir yere gidince dostta, akrabada kalmazlar bizim
gibi. Otelleri, yalnızlığı, bireyselliği tercih ederler... Oysa bir dostun
sıcak ikliminde bulunmak, sıcak muhabbetler etmek, birlikte bir şeyler
yapabilmek azımsanacak şeyler değildir bizim kültürümüzde... – otele bir
gecelik ücretin yarısını ödeyip Serdar’ın ve Engin’in birlikte kaldıkları büyük
eve gidiyoruz...
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder