Yol uzun. Ağzımda halen K’yi beklerken yediğim havuç turşusunun tadı var. Zaten son günlerde ne zaman bir şey yesem ağrımaya başlayan dişlerim için iyi geldi diyebilirim tuzlu havuç. Uyuşturdu damaklarımı resmen. Gideceğimiz yer Agra’nın 50 km kuzeyinde, Uttar Pradeş eyaletine bağlı kutsal bir kent olan Mathura. Hindu’lara göre Tanrı Krişna’nın doğduğu yer burasıymış. Bir Tanrı nasıl doğar, doğarsa neden ölmez, o doğmadan önce insanlar Tanrısız yaşayabildilerse neden o doğduktan sonra yine onsuz devam edemiyorlar, Tanrı’nın doğumundan önceki ve sonraki dönemleri karşılaştırdığımızda daha barışçıl, daha huzurlu bir dünyaya kavuşmamışsak Tanrı’nın insanların yaşamındaki rolü tam olarak ne olmuştur? Bu ve bunun gibi sorular çoğaltılabilir, Hindu dinine iman etmiş insanların kafaları kurcalanabilir. Tabii ki Hindu din alimlerinin bu tip sorulara verecekleri yanıtlar boldur. Hepsi birbirinden dolambaçlı olacak bu yanıtlar, soruya yanıt vermekten çok soranı ahmaklıkla (ya da iman zaafıyla) suçlayacaklarından dolayı konuya girmeye gerek yok. Yalnız, şu bir gerçek ki dinler de tıpkı toplumsal oluşumlar gibi hayatı rasyonalize etmek, üretim araçlarının ve yöntemlerinin paylaşımını kolaylaştırmak, sınıf ayrımlarını pekiştirmek için vardırlar. Bir politik güçtür din ve kullanması en kolay, en ucuz olanıdır. Dolayısıyla, Hinduizm diğer dinlere göre daha mantıksız ya da daha uçuk bir din değildir. Eğer Muhammed’in parmağıyla ayı ikiye ayırdığına inanıyorsa bir insan, eğer İsa’nın babasız doğabileceğine iman edebiliyorsa, Musa’nın Kızıldenizi ikiye ayırıp ortasından yürüdüğüne akıl erdirebiliyorsa, Krishna’nın da bir yeraltı hapishanesinde doğduğuna inanmaması için bir neden yoktur. Aziz Agustin’in dediği gibi “Eğer her yerde hazır ve nazır olan sonsuz bir güce inanırsanız, yeryüzünde size meydan okuyacak bir çelişki, bir tutarsızlık kalmaz.” Bir şekilde inandın mı gerisi çorap söküğü gibi gelir. Yeter ki insanın inanması için gereken toplumsal, ekonomik ve psikolojik etkenler kendilerini doğru zamanlarda doğru yerlerde gösterebilsinler.
Yol boyunca arabanın camından dışarının fotoğrafını çekiyorum. Bir yerde durup, yol kenarındaki tamircide, arabanın lastiklerine hava dolduruyoruz. Arkasında kocaman bir süt güğümü bağlanmış bisikletler var tamirci dükkanında. Bir-iki motorsiklet bekleşiyor patlayan lastiklerini tamir ettirmek için. Agra’nın dışına çıktıkça seyrekleşiyor trafik. Motorlar ve bisikletler azalıyor, yerlerini hızlı giden arabalara ve arkalarında “Horn please” (Lütfen kornaya bas) yazan kamyonlara bırakıyor. Hatalı sağlamalardan ortaya çıkacak kazaları önlemek için bir önlem olsa gerek bu. Başka ülkelerde insanları kornadan uzak tutmak için kampanyalar yapılır ki kentlerdeki ses keşmekeşi azalsın. Burada tam tersi. Kornaya bas ki kaza olmasın. Mantıksız değil aslında. Sonuçta uzun araçları sağlamak vakit alıcıdır ve bu yüzden de tehlikelidir. Oysa sağlamadan önce arkadaki araç kornaya bassa, öndeki kamyon durumun farkına varıp, biraz daha sola yanaşsa ve yol verse, arkadan gelen hızlı arabanın karşıdan gelen arabayla çarpışma olasılığı bir hayli azalabilir. Tayland’da ya da Türkiye’de bu iş için selektör yakarlar ama sanırım her ülkenin kendisine göre yazılı olmayan bir trafik geleneği var. Vietnam’da da selektör geleneği pek yaygın değil. Vietnamlı şoförler de seviyorlar kornaya asılmayı.
Uttar Pradeş’e 1 saatten biraz daha uzun bir sürede varıyoruz. Yolları Agra’ya göre daha bakımsız ve kirli. Her taraf insan kaynıyor. Onlarca, yüzlerce, binlerce insan yürüyorlar sağa sola... Yol kenarlarında tuvalet olarak kollanan duvar diplerindeki iğrençlik yerel insanı hiç rahatsız etmiyor olmalı ki insanlar bu lağım duvarının önünden, tıpkı bir mağazanın ya da bir lokantanın önünden geçer gibi geçiyorlar. Öyle ki insanlar arabalarını park ediyorlar bu duvarın önüne ve park için ücret ödüyorlar. K de arabasını bu duvarın birkaç metre gerisine park ediyor. Ben inip arabayı iki aracın arasına sokmasına yardımcı oluyorum. Bu arada bir iki fotoğraf çekiyorum. Daha sonra Hindistan’da çektiğim en güzel fotoğraflardan birisi olacağını düşüneceğim kırmızı gömlekli lastik tamircisini de burada hapsediyorum makinenin belleğine. Yürüyerek Kesava Deo’nun önüne varıyoruz. Çevre düzenlemesi diye bir şey yok. Tozun toprağın hükmettiği sokaktan kutsal mekana girmeniz için gereken sadece birkaç adım atmak ve tabii güvenlik görevlilerini geçmek.
Çok sıkı bir güvenlik kontrolü var. Hiçbir metali içeri sokmanıza izin vermiyorlar. Çantamdaki taşınabilir belleğe kadar her şeyi girişteki emanet masasına bırakıyorum. Ziyaretçilerin cep telefonları, fotoğraf makinaları ve tüm diğer elektronik aletleri, çantaları ve kişisel eşyaları burada olduğu için emanet masası bile silahlı askerler (neden polis değil?) tarafından korunuyor. Sonra güvenlikten geçiyoruz. U’nun çantasına sorun çıkarıyorlar. Çanta wikipedia’dan alınan çıktılarla dolu ama metal tarayıcının başındaki görevli üssüne sormadan U’yu bırakmak istemiyor. Üssü geliyor, kağıtlara bir de o bakıyor. Başlangıçta gönülsüz görünse bile sonunda izin veriyor. Hep birlikte Keseva Deo tapınağının girişine varıyoruz. Burada da ayakkabılarımızı (zorunlu) ve çoraplarımızı (serbest) çıkarıyoruz. Zemin soğuk olduğu için bazımız çoraplarını çıkarmıyor. Çıplak ayakla kutsal bir mekanda gezinmek bana Tayland’daki camileri anımsatıyor. Hava sıcak olduğu için Tayland’daki camilerin zemininde halı olmaz. Doğrudan mermer zemin üzerine koyarsın alnını ki sıcaktan kaynayan alın için ufak bir serinlik ziyafetidir bu. Yalnız Hindistan’da zemin serin değil, resmen soğuk.
Keseva Deo tapınağının olduğu yere ilk tapınağın günümüzden 5000 yıl önce Krişna’nın torununun torunu olan Vajranabha tarafından yaptırıldığına inanılıyor. Tabii bunu doğrulamak olanaksız. Daha sonra MS 400 yılında Gupta kralı tarafından eski döküntülerin yerine yenisi yapılıyor. Bu tapınak 1017’de Gazneli Mahmut tarafından İslam dini adına yıkılıyor. 1150’de yenisini yapıyorlar Hindular. 16. Yüzyılda İskender Lodi (Sikendar Lodhi) bu yeni yapılanı da yıkıyor. Bu hükümdarın lakabı zaten But Şikan, yani “Tapınak Yıkan” ya da “Put Parçalayan”. Anlaşılan İbrahim’in yaptığına benzer bir şeyler yapmak istemiş. Bu da bana Asaf Halet Çelebi’nin o güzel şiirini anımsattı:
İbrahim
içimdeki putları devir
elindeki baltayla
kırılan putların yerine
yenilerini koyan kim
güneş buzdan evimi yıktı
koca buzlar düştü
putların boyunları kırıldı
ibrahim
güneşi evime sokan kim
asma bahçelerinde dolaşan güzelleri
buhtunnasır put yaptı
ben ki zamansız bahçeleri kucakladım
güzeller bende kaldı
ibrahim
gönlümü put sanıp kıran kim?
içimdeki putları devir
elindeki baltayla
kırılan putların yerine
yenilerini koyan kim
güneş buzdan evimi yıktı
koca buzlar düştü
putların boyunları kırıldı
ibrahim
güneşi evime sokan kim
asma bahçelerinde dolaşan güzelleri
buhtunnasır put yaptı
ben ki zamansız bahçeleri kucakladım
güzeller bende kaldı
ibrahim
gönlümü put sanıp kıran kim?
Bütün kutsal heykelleri parçalayıp, Mathura’nın pazarlarında ağırlık olarak kullandırttırıyor Lodi. Bir Hindu için bundan daha büyük hakaret olabilir mi bilemem! Düşünsenize, bir gün önce Tanrı diye önünde eğildiğiniz, adaklar adadığınız Krişna heykeli, bugün terazinin kefesinde bir külçe haline gelmiş, size aldığınız pırasanın ağırlığını söylüyor. Neyse, dinsel hoşgörünün “merkezi!” olmak için sanırım bu horgörü tünelinden geçmek gerekiyor önce. Bu son darbeden sonra Hinduların sırası geliyor. Cihangir döneminde Hindu bir prens 3.3 milyon rupee harcayarak yenisini yapıyor. 1669’da Aurangzep bu tapınağı da yıkıp, yıkımdan çıkan malzemeleri kullanarak aynı yere cami dikiyor. Moğol hükümdarları Hinduları aşağılamak için hiçbir fırsatı kaçırmamışlar anlaşılan. Türk filmlerindeki kötü Bizans imparatorları gibi, “Sizin tapınağınızın kirli duvarları şimdi bizim camimizde ışıl ışıl parıldıyorlar, ha ha ha ha...” Elinde bir tesbih, kafasında takke, arka planda harem ağası ve onun omuzundan cilveli cilveli sağa sola bakan Çeçen cariyeler.
1965’de bu son yıkımdan kalan kısma 15 milyon rupee harcanarak bugünkü tapınak yapılıyor. Şimdi cami ve tapınak yanyana, sırsırta uyuyan iki küskün kardeş gibiler. Arada kocaman bir duvar var. Duvarı aşsanız boş bir arazi var. Burada da maymunlar cirit atıyor. Kore’deki DMZ bölgesi gibi insan girmeyen bir boş arazi burası. Onu da aşsanız caminin duvarı ve dikenli telleri var. Velhasılı kelam, Hindu tapınağında Krişna’ya adağınızı yaptıktan sonra, tıpış tıpış camiye gidip Allah’a dua etmenize izin vermiyorlar. Ya da tam tersi. Camide son namazınızı kılıp, üzerinizdeki bombalarla tapınağın ortasında kendinizi ve etraftaki yüzlerce Hindu mümini havaya uçurmanıza müsaade yok. Zaten bu kadar güvenlik önleminin olması da haklı görünüyor mekanın tarihini okuyunca. Görünüşe göre sıra müslümanlarda ve güvenlik önlemlerinden çıkarzama yapacak olursak müslümanlar fırsatını bulsalar tapınağı hakla yeksan edip yerine kabe dikecekler.
Neyse, biz yürüdük tapınağın içinde. Makinemiz olmadığı fotoğraf falan çekemedik. Kimi yerde şarkı söyleyip, çalgılar çalan insanlar vardı. Bir başka yerde alınlarına sandal ağacından elde edilen boyayı sürüp, üçüncü gözlerine kavuşan diğer Hindu kardeşlerimiz (Bir üçüncü gözüm olsa onun arkamı görmesini isterdim. Önde zaten iki tane var.) Etrafta bir festival havası var. Kadınlar süslü püslü, temiz giyinmişler. Erkeklerin de üstleri başları temiz, saçları yana yatık. Karanlık bir koridordan geçip Krişna’nın doğduğu hapishane hücresine varıyoruz. Burada da geniş bir kapının arkasında, rengarenk ziynet eşyalarıyla süslenmiş bir Krişna heykeli var. İnsanlar ellerinde çiçeklerle geliyorlar. Avuçlarında tuttukları çiçeklerle dualar edip, odadan ayrılıyorlar. Akışı hızlandırmak ve olası bir kaosu engellemek için görevli memurlar insanları sürekli yönlendiriyorlar. Uzun süre odada durmak olanaksız. Çok da görecek bir şey olmadığı için çıkıyoruz. Hem Hindistan izdihamlarıyla da meşhur. Özellikle böyle kutsal mekanlar izdihama çok yatkın. Birisi şaka yoluyla da olsa bomba diye bağırsa şurada, pisi pisine ölüverir onlarca kadın ve çocuk... (Böyle durumlarda nedense erkeklerin cesareti zeytinyağı gibi üste çıkmaya yarıyor. Olan zavallı yaşlılara, kadınlara ve çocuklara oluyor.)
Teras denilebilecek yerde dolaşırken Hindu kutsal kitaplarından (Bahavat-Gita) bölümlerin yazıldığı tabletler (Hem Hindice hem İngilizce. Keşke bizim camilerde de böyle olsa. En azından Arapça ve Türkçe. Camiye giden adam gördüklerini okuyup, anlayabilse.) ilişiyor gözüme. Bunlardan bir tanesi dışında diğerlerini masum ahlak kuralları olarak algılanabilir. Bu bahsettiğim bir tanesi yaklaşık olarak şunu söylüyordu: “Annenizin veya kızkardeşinizin kalktığı mindere soğumadan oturmayın. Aklınıza kötü şeyler gelebilir.” U ile ben yuh dedik tabii böylesine bir skandala. Ne demek o öyle ya? Bir erkek annesinin kucağında büyür, onun sıcaklığını da ömür boyunca arar. Bu, memeli bir hayvan olmamızın doğal bir sonucudur. Sıradan bir insan annesini cinsellikle ilişkilendirmez, ilişkilendiremez. Ancak zihni hastalanmış, “içtimai tazyik”lerin altında inim inim inlemiş, bir türlü cinselliği yaşayamamış birisinin aklına gelebilecek bir düşüncedir bu. Görülen o ki Hindistan toplumunun ya da Hinduculuğun ortaya çıkardığı çarpık yapının böyle bir sapıklığa yol açabileceği düşünülebilir. Ehh, hayatında kadın teni görmemiş bir erkeğin yapmayacağı halt da yoktur. Okuyoruz gazetelerde kimi zaman gülerek kimi zaman iğrenerek... Yok vitrindeki mankenle yakalananlar, yok damacaya şeyini sokanlar... bunlar yine masum olanları. İşin ucu tecavüzlere, cinayetlere dayanıyor ve Hindistan’daki gazetelere göre tecavüz ciddi bir sorun cinselliği yaşamayı bırak hayal etmesine bile izin verilmeyen (internet, dergiler pek kolay bulunmuyor sonuçta) bu toplumda.
Ortalıkta biraz daha gezinip tapınağın dışına çıkıyoruz. Emanetteki eşyalarımızı alıp yol kenarında yürüyoruz bir süre. Oğlunu iyi bir Hindu olarak yetiştirmek isteyen K, kaldırımdaki dükkanlardan birinden ona, üzerinde Krişna simgesi olan birkaç oyuncak alıyor. Sonra bir helvacıya girip, bizdekine göre daha cıvık olarak tanımlanabilecek, aşırı tatlı helvalardan yiyoruz. Ardından da fazla oyalanmadan arabaya binip ISKCON’a doğru yola çıkıyoruz.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder