Bu Blogda Ara

21 Ağustos 2024

Sürgünden Öte (1)

                           

Naci Azra Arılı’nın dosyasının süper güvenlikli mesaj kutuma düştüğü günü dün gibi anımsıyorum. Sırtımın arkasında Tibet desenleriyle süslü sert bir yastık, kanepenin öteki köşesinde kendi kuyruğuyla amansız bir mücadeleye girmiş olan yavru kedimiz Hundun, radyoda Wagner’ın fırtınalı bir operası, karnımda ise hiçbir zaman doğmayacak olan oğlum vardı. Dışarıda sert bir Temmuz yağmuru kentin beton zeminlerini döverek yumuşatma işine umarsızca girişmişti. Torunlarına yelpaze olmaya ant içmiş diğerkâm babaanneler ve dedeler bacaklarına bir anda üflenen gençlik iksiriyle binaların altlarındaki mobilet parklarına kaçmışlar, gökten düşen her bir damlayla biraz daha harabe hale gelen sitenin ortasındaki yeşil bahçe salyangozların ve solucanların sabırlı bekleyişine kalmıştı. Güvenlik görevlilerinin kaldığı müştemilatın metal çatısına çarpıp sıçrayan su damlaları hare hare ışıltılar saçarak dalgalar halinde bahçenin sınırlarının dışına taşıyordu. Çamaşırları asmak için kullandığımız iki uzun metal sopa balkonun tavanından ağrı beşik gibi sallanarak birbirlerine çarpıyor, gökyüzü kendisine kazık atmaya çalışan seyyar satıcıya çemkiren yaşlı bir teyze gibi homurdanıyor, duman rengindeki bulutlar şenlik günlerinde çatapattan vaz geçemeyen ergen çocuklar gibi göğün ortasında kıvılcımlar çakıyordu…

Ne oldu? Sıkıldınız mı hemen? Zora gelmeye alışmamış, her on saniyede bir aksiyon bekleyen, umduğunu bulamayınca ufak bir parmak hareketiyle bir sonraki eğlenceye geçiveren, sebatsız Z-kuşağı zihninize ağır mı geldi betimlemelerim? Çok mu abarttım basit bir yağmuru? Shenzhen’de Temmuz ayında şiddetli yağmur yağmasından, etrafı selin götürmesinden, hatta trafiğin allak bullak olmasından daha doğal, daha sıradan ve kimilerine göre daha rezil ve kahredici ne olabilir! Ama ben ne yapayım; doğanın kendisi abartıyorsa, çılgınlıklar peşinde koşuyorsa, en yalın haliyle bile uyuşuk ruhları sarsabiliyorsa benim suçum ne! Ben gözümün önünde gerçekleşeni, yüreğimin tellerini titreten sesleri ve görüntüleri, sanki bir daha tecrübe edemeyecekmişim gibi kaygıya yakın bir hisle kaydetmekle sorumluyum. Öyle arzu ediyorum ki sizin içiniz de titresin. Deneyimlediğim bu eşsiz an, zamanı ve mekânı aşsın, binlerce yıl sonra Shenzen’in adını bile duymamış insanların içinde bir kıpırtıya, bir harekete neden olsun. Bilincimde bir virüs gibi gezinen bu imgeler evrenin ve tarihin ulaşılamaz kıyılarında konuşlanmış başka bilinçlerde yaşasın, ölümsüzleşsin, hep canlı kalsın. İnsanlar benim yazdıklarımı okurken topuklarında bir ıslaklık, omuzlarında serin bir esinti, dudaklarında belli belirsiz bir kaşıntı hissetsinler. Kulaklarında en donuk sevgililerde bile sevişme isteği uyandıracak bir yağmur şırıltısı duysunlar. Fena mı olur yani? Hem edebiyatın bundan başka bir misyonu var mı ki ona odaklanayım, o konuda yeteneklerimi bileyeyim, geliştireyim, yeri ve zamanı geldiğinde aşayım! Naci burada olsaydı o da hak verirdi bana. Belki de daha az kelimeyle, daha az kasarak yapılabilecek bir şeydir yazma eylemi. Bilemiyorum. Nihayetinde yazmaya yeni başlamış bir çaylağım ben. Bir tür emeklilik uğraşısı da denilebilir benimkisine, can sıkıntısının ve maddi anlamda rahatlığın beni getirip bıraktığı son nokta. Yeni başlayanlarda olmaz mı böyle kantarın ayarını kaçırıp işin cılkını çıkarmalar? Olur, olur, hem de âlâsı olur.  Beğenmediyseniz okumamış olun bu paragrafı. Ben de bir daha araya girmem, konuyu gereksiz yere bölmem. Hem bu durum Latin Amerikalıların Avrupalılara kıyasla daha koyu Hristiyan olmaları gibi bir şey değil mi sizce de? Analoji yanlış mı oldu? Yoooo! Gayet de isabetli bir buluş oldu aslında, ama daha fazla deşip ilerletmeyeceğim. Futbolda da iyiler gerçi, oradan da bakılabilir meseleye. Neyse!...

Oturduğum yerden karnı tok bir ayı yavrusu gibi salınarak kalkmış, balkona doluşan su salona girmesin diye kapıyı pencereyi sıkı sıkıya kapatmış, ne olur ne olmaz diye eşiğin bu tarafına kocamın eski giysilerinden birkaçını sermiştim. Sonrasında evin içine dolan derin sessizlik, dışarıdan gelen uğultunun bir anda kesilmesi ve yerini kımıltısız bir yalnızlığa bırakması beni önce biraz şaşırtmış, sonrasında kısmen de olsa rahatlatmıştı. Evet, tek başınaydım; artık telefon kulübesine gazeteci olarak girip Süpermen olarak çıkan Clark Kent gibi, ya da geceleri Mr. Hyde’a evrilen Dr. Jekyll gibi ben de dönüşebilir, içimdeki casusun yakında anne olacak ev kadınını ele geçirmesine izin verebilirdim. En az bir buçuk saat kadar başka bir işle ilgilenmem gerekmeyecekti. Akşam yemeği için buzluktan çıkardığım et mutfak tezgâhında çözülüyor, sitenin girişindeki manavdan aldığım sebzeler sodalı suyun içinde mikroplarından arınıyorlardı.  Kocamın eve gelmesine üç saat vardı. Demek ki doya doya dosyayı inceleyebilir, bana verilen yeni görevin tüm detaylarını ezberleyebilir, hatta bilmediğim bazı konular için internetten bilgi edinebilirdim. Kocamın eve gelmesine 1 saat kala da mutfağa girer; sevecen, çalışkan, güzel ve alımlı eş kimliğime geri dönerdim.

 Ah benim saf kocacığım, ah karısının yaptığı iş hakkında en ufak bir kuşku bile duymayan dünyanın en iyi kalpli, en naif, en mülayim adamı… Etrafındaki herkesi de kendin gibi “dışı neyse içi de odur” olarak gördüğün için seni suçlayamadım hiçbir zaman! Bilâkis, senin gibi olamadığım, tüm hayatım boyunca senden büyük bir sır sakladığım, aralarda yaptığım ufak tefek hatalara rağmen yakalanmamayı başardığım için kendimi suçladığım çok oldu. Hem sadece sen değildin ki benim ikinci hayatımdan bîhaber olan. Ailem, senin ailen, ortak dostlarımız… Herkes beni oturduğum yerden e-ticaret yapan zeki, çalışkan ve hamarat bir kadın olarak bildi. Dışarıda işlerini takip ederken insan sarrafı bir tüccardım, evde biricik kocasıyla mükemmel bir hayat kurmuş olan döşürüklü bir ev hanımı. Çoğu zaman ben de inanamadım ikinci bir kimliği ağır bir vicdan azabı gibi ruhumda taşıyabiliyor oluşuma. Şu yokuşu da çıkayım, yükümü bırakır, kanatlarımı çırpa çırpa özgürlüğüme kavuşurum dedim ama ne çıkılacak yokuşlar bitti ne de üzerimdeki yükün ağırlığı. İşin tuhafı, bazen televizyonda gördüğüm birbirinden bağımsız iki hayat yaşayan insanları -başka şehirlerde iki ailesi olan erkekleri, muhasebecilik yaparak kazandığı parayla üç çocuk büyütüp bir yandan onlarca masumu öldüren seri katilleri, size çok para kazandıracağım diyerek insanlardan para toplayan asıl işi motosiklet tamirciliği olan finans danışmanlarını, dev salonlarda şatafatlı gösteriler eşliğinde Bitcoin reklamı yapan ve birkaç yıl sonra milyarlarca dolar parayla birlikte sırra kadem basan piramitçi dolandırıcıları…- kendime bile kabul ettiremediğim bir gıptayla takip ettim yıllarca. Nasıl oluyordu da vicdan azabı çekmiyorlardı? Nasıl oluyordu da içlerinde taşıdıkları bu dev sır, bedenlerini ele geçirip çatlaktan sızan siyah sirke gibi dışarıya sızmıyordu? Bu sorunun yanıtını hiçbir zaman bilemeyeceğim. Belki de beni onlardan farklı yapan unsur, tıpkı bir öğretmen, hemşire ya da asker gibi, halkımın refahı için çalıştığıma inandırılmış olmamdı. Kocasını aldatan fettan bir kadın, gizli gizli kumar oynayıp ailesinin servetini çarçur eden bir derbeder, eline geçen tüm parayı uyuşturucuya harcayan bir hergele değildim ben. Görevim kutsal, hedefim net, kalbim temizdi. Bu sonuncusuna inanamadığım zamanlar da oldu ama o kadar kusur siz Türklerin deyimiyle “Kadı kızında da olur!” değil mi? Hem geçmiş karalama defteri mi ki beğenmediğimiz yerleri bulup silelim? Önceki sayfalardan sileceğin her bir cümle ileriki sayfaların tamamının yanıp yok olmasına neden olabiliyor… Bu yüzden kimseye bir borcum yok. İstediğim gibi, içimden gelen tüm sesleri dinleyip tüm renklere kucak açarak, utanmadan, sıkılmadan, her ne kadar küçük bir olasılık da olsa, bir gün gelecek Naci de bu yazdıklarımı okuyacak hayaline tüm kalbimle inanarak yazabilirim bundan sonra.

Önce üç ayrı şifreden, yüz tanımasından ve parmak izinden oluşan güvenlik aşamalarını geçtim. Öyle ki bu şifreleri yazarken bir harfi yanlış bassam sistem beni iki saat dışarıda bırakır. Benzeri bir hatayı ikinci denemede tekrar etsem kendimi Shenzhen İli İstihbarat Daire Başkanı’nın karşısında hesap verirken bulurum. Neyse ki sakar biri değilim, hem zaten sakar olsam bu işi bana niye versinler! Dikkatli, meraklı ve kuşkucuyumdur. Girdiğim bir odada baktığım ilk şey çıkışların nerede olduğudur. Sokakta yürürken nerede kamera var, nerede çıkmaz sokak var, nerede araç girişine kapalı yaya yolu var, hepsini ezbere bilirim. İnsanlarla konuşurken gözlerinin içine bakar, söylediklerinden ziyade söyleyemediklerinden yola çıkarak onların ruhlarını, arşivde karşıma çıkan Tang Hanedanlığından kalma tarihi bir ruloyu inceler gibi derinlemesine tetkik ederim. İyi yemek yaptığım gibi iyi de iz sürerim. Saatlerce hiç sıkılmadan takip ederim hedefimi. Öyle ki bazen, kocamla ya da yakın bir arkadaşımla birlikte alışverişe çıktığımda birisini takip etmiyor oluşumun sıkıntısını yaşarım. Ter basar her yerimi, kafam karışır, uçsuz bucaksız bir okyanusun ortasında ne yöne yüzeceğini bilemeyen bir kazazede gibi gökyüzünden bana bir işaret gelmesini beklerim. Öyle ya, birinin peşi sıra gitmek kolaydır, aklını kullanmazsın, karar vermezsin, herhangi bir ikilemde kalmazsın. Güdümlü bir füzeden tek farkın hedefini yok etmek değildir amacın, bilakis takip etmek, sana lazım olan bilgiyi elde etmek ve hedefinin yaşadığından emin olmaktır.   Söylediğim yalanlar o kadar tutarlı, o kadar inandırıcı olur ki gerçeklikle karışmamaları için ben bile ara sıra kendime notlar gönderir, hangi hikâyeyi hangi amaçla kurguladığımı kendime anımsatırım. Günce diye tuttuğum defter aslında hangi tarihte hangi yalanı kime söylediğimin şifreli kaydıdır. Bir casus olarak en büyük korkum birilerinin bana casus muamelesi yapmasıdır. Biri tarafından adı konduğunda kendi kendini imha eden bir meslektir bizimkisi. Aklımızın bir köşesinde ikinci kimliğimiz, o herkesten sakladığımız sırlarımız vardır. Bir yandan da çocuksu bir hevesle “Keşke etrafımdakilere casus olduğumu söyleyebilsem de dumura uğrasalar, derin bir ohaaaa çekseler, ağızları bir karış açık kalsa.” şımarıklığını ruhumuzun en kırılgan köşelerinde her daim diri tutarız. En yakınımızdakilerin bile bizim yürüyen bir sır küpü oluşumuzu bilmiyor oluşu, yeni alınmış pahalı oyuncaklarını arkadaşlarına göstermesine izin verilmeyen zengin ailelerin şımarık çocukları gibi sıkar içimizi, yeri ve zamanı değilken hırçınlaştırır ruhumuzun derinliklerindeki sakin yeraltı göllerini.

Öyle ya da böyle, biz de insandık nihayetinde, etten ve kemikten ve sabırsızlıktan ve zaaftan ve sadakatten ve ihanetten ibaret, babadan olma anadan doğma evlatlardık. Aklımdan çok geçmiştir kocama sıkı sıkı sarıldığım, boşta kalan başparmağımla hafif hafif onun göğsünü okşadığım kış gecelerinin birinde “Sana bir sırrımı söyleyeceğim ama kızmayacaksın ve kimseye söylemeyeceksin, tamam mı? Ölene kadar aramızda kalacak.” demeyi. Hatta kafamın içinde onun vereceği yanıtları da kurgulayıp birkaç senaryo yazdığım bile olmuştu ilk yıllarda.

-          Sana bir sırrımı söyleyeceğim ama kızmayacaksın ve kimseye söylemeyeceksin, tamam mı? Ölene kadar aramızda kalacak.

-          Çok uykum var, yarın sabah söylersin.

-          Amaan sana da bir şey söylenmiyor…

-         Unutma sakın.

Ya da

-          Sana bir sırrımı söyleyeceğim ama kızmayacaksın ve kimseye söylemeyeceksin, tamam mı? Ölene kadar aramızda kalacak.

-          Dur söyleme, ben tahmin edeyim. Sen aslında genç bir kadın değilsin. Yedi defa bıçak altına yattın ve ıvır zıvır bir ton plastik operasyonla bu hale geldin…

-          Güldürme beni, altıma kaçıracağım!

-          Bildim yani?

 Ya da

-          Sana bir sırrımı söyleyeceğim ama kızmayacaksın ve kimseye söylemeyeceksin, tamam mı? Ölene kadar aramızda kalacak.

-          Senden önce ben söyleyeyim ama kızmak yok. Söz mü?

-          Söz!

-          Bir metresim var ve beş aylık hamile…

-          Hayvan herif. Böyle şaka mı olur?

-          Kız olursa senin adını koyacağız… Ha ha ha… Dur vurma!

Yıllarca bir sırrı içinde acı bir zehir gibi taşırsan ortaya böyle turşuvari bir sonuç çıkıyor işte. Yalnız kaldığım zamanlarda kendimle değil de sırrımla konuşur oldum hep. Uyku tutmayan gecelerde sırt üstü yatıp tavandaki ışık danslarını izlerken, tren istasyonlarında kalabalıktan sızıp sıramı kapanlara gülümseyip kavga etmeyi gereksiz görürken, parklarda sana benzeyen başka yabancıları görüp sırf eğlence olsun diye peşlerine takılırken, akşamları senin peşinde puslu sokakları arşınlarken ve en çok da seni zil zurna sarhoş bir halde yol kenarındaki çalıların dibine kusuyorken görüp uzaktan çaresizce izlerken, arkandan usulca yaklaşamazken, ceplerimde ısıttığım sıcak ellerimle sırtını sıvazlayamazken, kulağına eğilip “Geçti artık, geçti, hepsini çıkardın!” diyemezken…

 Ve işte dosya karşımda, Türkiyeli bir Matematik öğretmeni. Kentin en prestijli liselerinden birisinde işe başlayacakmış. Sadece bununla kalsa iyi. Bir de yazıyormuşsun. Denemeler, şiirler, öyküler falan. Yani saklamasını bilen zümredensin ve dünyaya başkalarının gözleriyle de bakmayı becerebildiğini iddia ediyorsun. İşimiz hem çok kolay hem çok zor desene! Hakkında yürütülen tahkikattan milliyetçi mi, muhafazakâr mı, demokrat mı, radikal mi sorusuna tatmin edici açıklıkta bir yanıt bulamamışlar. Neye inanıp neye karşı olduğunu, ülkemiz hakkında olumsuz düşüncelere sahip olup olmadığını ve bu düşünceleri yaymak için uğraşıp uğraşmayacağını, TTXT hakkında hangi tarafı haklı gördüğünü tam olarak çıkarsayamamışlar.  Liseli gençlerimizi zehirleme potansiyelin olduğu gibi başka amaçlara ulaşmak için işini bir paravan olarak kullanma olasılığın da varmış.  Bu yüzden attığın her adımın izlenilmesi, telefonuna yüklenen casus programla tüm yazışmalarının ve konuşmalarının gözden geçirilmesi, telefonunu bir yere bırakıp sağa sola gittiği zamanlarda da fiziksel takiple kimlerle görüştüğün, kimlerle dostluk kurduğun, kimlerle hangi konularda kavga ettiğin kayda geçirilmeliymiş. Daha önce bana verilen görevlerde Siirtli bir iş adamını, Erzurumlu emekli bir subayı, Kayserili bir gazeteciyi ve son olarak da baba tarafından Yozgatlı anne tarafından Alman bir aktörü takip etmişliğim olmuştu. Bu sonuncusu hariç hepsi monoton, heyecandan ve derinlikten uzak, bitsin diye neredeyse kendimi yakalatma noktasına getirdiğim işlerdi onlar. Tek ilginç yanları bir araya geldiklerinde ilginç bir örüntü meydana getiriyor olmalarıydı. Sanki verilen her görevde biraz daha batıya gidiyor, Çin’den biraz daha uzaklaşıyordum. Senin dosyanın elime geçtiği gün de kendime en çok bu soruyu sormuştum. Acaba bir sonraki görevim Edirneli bir ayçiçeği tüccarı mı olacaktı? Olmadı, bir sonraki görevim olsaydı belki yapmış olduğum bu tahmini sınamaya ve nihayetinde hipotezimi kabul ya da reddetmeye hakkım olurdu ama sen benim son görevim oldun. 20 yıl süren, okyanuslar kadar derin, Himalayalar kadar yüksek, yanardağların içi kadar sıcak ve kış gecelerinin dinmeyen diş ağrıları gibi sızılı bir görev.

Ahh Naci, seni tanıdığımda 28 yaşındaydın.  Barda tanıştığın o reklamcı kıza dediğin gibi en mükemmel yaştaydın. 6 ya da 496 olamayacağına göre! O gün demiştim içimden “Ne kadar da dangalakça kur yapma teknikleri var bu adamın?”. İşe yarıyor olmaları ise ayrı bir muammaydı benim gibi, araya başkaları girmiş olsa da nihayetinde lise aşkıyla evlenmiş bir kadın için. Seni ilk defa canlı kanlı orada görmüştüm, ben kapının arkasındaki köşede oturmuş limonlu soda içiyordum, sen ise Kanadalı arkadaşınla -hani şu saçları döküldüğü için Geleneksel Çin Tıbbına başvuran bebek yüzlü çocuk- barda oturmuş bisikletle Pekin’e gitme planları yapıyordun. Simsiyah, gür ve kıvırcık saçların vardı. Sakalsız ve bıyıksız yüzünde bir üniversite öğrencisinin mülayimliği ve neşesi okunuyordu. Benden on üç yaş küçüktün. Gülüşün, hareketlerin, kıpır kıpır bedeninle, ödevini bitirip kendisini basketbol sahasına atmış bir ortaokul öğrencisinden farkın yoktu pek. Aramızdaki üç dört sandalyelik mesafe bir dolup bir boşalıyordu. Müzik susunca konuştuğun her kelimeyi duyabiliyordum, diğer zamanlarda da hâlâ nasıl o kadar ince olabildiklerini anlayamadığım dudaklarını okuyordum. Haritanın üzerinde parmaklarınla, fethe hazırlanan bir kumandan gibi ilerliyor, yanındaki arkadaşına “Beraber gidersek çift yataklı otel odalarında kalırız, ucuza getiririz seyahati.” gibi heyecanlı laflar ediyordun. Beşinci birayı bitirmiş altıncıyı söyleyecektin ki o kız yanında belirmiş, sizin peçete kâğıdına çizdiğiniz çarpık çurpuk haritaya gözünü dikmişti. Onun bahanesi de birasını tazelemekti ama belliydi niyeti. “Beni gör, benimle konuş, beni avla ki zor elde edilen bir ceylan olayım ve sen de kendinle gurur duy.” diyordu ilgiye muhtaç kadın bedeninin pek de yorum gerektirmeyen diliyle. Ben ise içimden, inanmadığım tanrılara dualar ediyordum o kadından uzak durasın, bu tuzağa düşmeyesin diye. Ama tutmadı dualarım, büyük olasılıkla yeteri kadar inanmadığım için ya da tanrılar beni pek samimi bulmadıkları için. Gerçi sonunda istediğim olmuştu. Kızla iki kere öğlen yemeği yemiş, bir kere de sinemaya gitmiştin. Yemekler neyse de o saçma sapan film neyin nesiydi öyle! Zaten 14. dakikada sızdığını ve filmin son sahnesinde uyandığını telefonunun sağlık uygulaması sayesinde biliyorum. Ben bildiğime göre, kocaman bir paket patlamış mısırı tek başına midesine indiren potansiyel yavuklun da çakmıştır herhalde durumu.  Sonrasında da tekrar görüşmemiştiniz. Üzülmüştün biraz. Kızın senin mesajlarına yanıt vermemesine değil de yürümeyeceği baştan belli olan bir ilişkiye bu derece gönül bağlamış olmana. Oysa ben baştan beri biliyordum böyle olacağını, o yüzden sessizce çırpınmıştım olduğum yerde. Neyse ki sarsmadı seni bu o kadar. Hem o zamanlar seni sarsacak şeyin ayrılıklar olmadığını bilmiyordum. Başka pek çok konuda olduğu gibi ilişkiler konusunda da aramızda dağlar kadar fark vardı. Aşılması gereken değil de anlaşılması gereken farklardı bunlar. Benim gibi gördüğü ilk çiçeği koparıp saçına takan ve bir daha da bahçedeki bilumum nebatata gözlerini kapayan bir eski dünya sofusundan seni öyle bir bakışta anlamamı beklemek haksızlık olurdu zaten. Ama yılmadım, merak etme. Ne yıldım, ne yoruldum, ne de şikâyet ettim. Debelendim durdum kum tepelerinin sürekli yer değiştirdiği bir çöl ortasında yönümü tayin etmek ve içimi serinletecek vahaya geç de olsa ulaşabilmek için…  

İkinci Bölüm

06 Ağustos 2024

Kişisel Kütüphane

Pek sevgili yeğenlerim,

Malumunuz bu yılki doğum günlerinizde hepinize birer kitap hediye ettim. Büyük bir olasılıkla bundan sonraki doğum günlerinizde de kitap hediye edeceğim sizlere. Yazar ve öğretmen bir amcanız olduğu için bir nebze şanssız sayabilirsiniz kendinizi. Belki de şanslı olanlardansınızdır. Bunu zaman gösterecek, hem de çooook uzun bir zaman... Ayrıca, diğer ihtiyaçlarınızı zaten harçlıklarınızdan biriktirdiğiniz paralarla karşılıyorsunuzdur. Yani, iki-üç ay kullandıktan sonra sıkılıp bir tarafa koyacağınız ıvır zıvır şeyleri istediğiniz zaman alıyorsunuzdur. Ama kitaplar gelip geçici hevesler değildirler. Onlar hep vardırlar, dedelerden ve ninelerden kalma yadigâr hediyeler gibi her daim bizimle kalırlar. Bu yüzden kitaplardan oluşan bir hisarın yegane muhafızı olmanız yolunda şimdiden atacağınız küçük adımlar istikbalinizin ışıltılı yolunda ciddi ve sağlam bir yatırım olacaktır. Nihayetinde hepiniz -en küçüğünüz 15 yaşında- kendi kütüphanenizi kurma yaşına erdiniz. Uzun ve çetrefilli bir yolculuğun ilk adımlarını atıyorsunuz, belki de ilk birkaç adımı çoktan attınız bile. O meşhur toz ve gaz bulutu küreye benzer bir şekle büründü ama her an, bilinmeyen bir kaynaktan beslenen meşum bir rüzgârın etkisiyle bambaşka şekillere dönüşebilir. Dikkatli, özverili ve titiz olmak lazım. Çünkü hâlâ yolun başındasınız; heyecanlı, hırslı ve meraklısınız. Bu heyecan, hırs ve merak ömür boyu en büyük yarenleriniz olacaktır. Bu yüzden ben onları zaten cepte hazır sayıyorum. Gelelim kendine ait bir kütüphanenin bizim için ne anlama geldiğine.

Kendinize ait birkaç rafınız olsun demek istiyorum, bu raflarda sadece sizin dokunabileceğiniz ya da sizin izninizle hayatınızdaki özel insanların dokunabileceği her birinin hususi bir hikâyesi olan kitaplarınız olsun. Bir insanın kendi kütüphanesi onun kişisel gelişiminde, toplumun içinde kendisine bir yer açmasında ve uçsuz bucaksız dünya sahnesinde varoluşunu kanıtlamasında önemli bir rol oynar. Size ait bir kaç raf deyip geçmemek lazım, orada sizi siz yapan eserlere yer verirsiniz sadece. Hani bir laf vardır, bana arkadaşını söyle sana kim olduğunu söyleyeyim. Bu lafın bir muadili kişisel kütüphaneler için de söylenebilir. Bana kütüphaneni göster, sana kim olduğunu söyleyeyim. Okuduğunuz ve dokunulmaz hale getirdiğiniz bu eserler sizin karakteriniz, kişiliğiniz ve duygusal zekânız hakkında pek çok önemli bilgiyi saklar yıpranmış sayfalarında. Onları büyük bir iştahla yine ve yeniden okursunuz, daha önce okuyup da farklı paradigmaların yardımıyla anladığınız yerleri şimdi bir de yeni edindiğiniz deneyimlerin ışığıyla değerlendirirsiniz. Yepyeni ışıklar yanar zihninizin puslu karanlığında. Öyle ki bu kitaplar defalarca okunmalarına rağmen her seferinde ilk defa okunuyormuş duygusu hissettirir okumanın müptelası olmuş insanlara. Bu yüzden kişisel kütüphanenizin ayrılmaz bir parçası haline gelirler. Bir arkadaşınız, çok ısrar edip de bu kitaplardan birisini ödünç aldığında dişiniz çekilmiş gibi bir ağrı saplanır teninize. İkide bir gözünüz kitaplıktaki o boşluğa takılır, tıpkı dilin istemsizce çekilen dişten kalan boşluğa girmesi gibi. Saplanır kalır o kaygan kuytuluğa, kitap geriye gelene kadar da huzur vermez size bu eksiklik duygusu. Uzun yolculuklara çıkarken, sırf yeni bir kitabın riskini almamak için, daha önce defalarca okumuş olsanız bile, bu raflardan bir kitap seçip çantanıza atarsınız. Artık yalnız değilsinizdir, tanıdığınız, iyi bildiğiniz, sevdiğiniz bir dostunuz vardır yanınızdaki koltukta.

Ben öyle yaparım. Karasu’nun “Göçmüş Kediler Bahçesi”si, Tanpınar’ın “Huzur”u, Nabokov’un “Konuş, Bellek”i, Tolstoy’un “Anna Karenina”sı, Durrell’ın “Justine”i, Bowles’ın “Sheltering Sky”ı, Alice Munro’nun “Bazı Kadınlar”ı, Sait Faik’in “Semaver”i, Montaigne’in “Denemeler”i ve benzeri eserler benim kitaplığımın demirbaşlarıdır. Uzun bir seyahate çıkarken çantama bunlardan birisini atarım, kadim bir dost ile eski(meyen) anılara dalmak gibidir bu kitapları mükerreren okumak benim için. Her bir karakterin, her bir olayın, her bir cümlenin hayatımda unutulmayan bir yeri vardır. Bu kitapları kimseye ödünç vermem, arada elime alır sayfalarını çevirir, orta bir yerden okumaya başlarım. Bir çeşit ilham kaynağıdır bu sayfalar aynı zamanda. Unutulayazan düşünceleri ve duyguları, tırpanın samanları havaya savurması gibi ortaya çıkarır, tembel bilincimi o hayati konularda tekrar düşünmeye zorlar ya da taze yaşanmış deneyimlerin ışığında yeni yorumlara yelken açmama vesile olur. Bu yüzden ayrı bir öneme sahiptir kendinize ait bir kütüphaneyi şimdiden inşa etmeye başlamanız. Ben yılda bir kitap hediye ederim size ama siz benim verdiklerimin çağrıştırdıklarıyla yolunuza devam edersiniz. Aynı yazarın başka bir kitabını ya da o kitapta adı geçen bir kitabı satın alır ve sadece size ait olacak bir okuma serüvenini başlatırsınız. Zincirleme bir reaksiyon gibidir bu. Bir kitap ancak başka kitapları okumanıza vesile oluyorsa yararlı olmuştur. Münbit bir toprak parçası gibi sürekli üretmeli, çarkları durmaksızın çalıştırmalı, kendisinden sonra gelecek olanlara yol açmalıdır. Dolayısıyla, kişisel kütüphanenizi kurarken bu ilkeyi aklınızdan çıkarmayın. İlginizi çeken kitapları alıp okuyun, kalenizin surlarına yeni taşlar ekleyin ve duvarları yükseltin. Mutlaka içlerinden beğenmedikleriniz de çıkacaktır. Olsun, doğal ve doğru olan da budur. 

İyi okur seçici okurdur, bu seçicilik doğuştan değil, yıllar süren bir tecrübenin sonucu olarak gelişir, rafine olur, billurlaşır. Bir çeşit mikro-evrimle elenenler elenir, üstte kalanlarla yolunuza devam edersiniz. Yavaş yavaş ne tür metinleri beğendiğinizi, ne tür metinleri okumakta zorlandığınızı ya da okumaktan haz almadığınızı anlayacaksınızdır. Bazı konularda kendinizi geliştirecek, bazı konularda da geliştirmek istemediğiniz için güdük kalacaksınız. Nihayetinde, on yıllar sürecek bir serüvenden bahsediyorum. Okul bitince bir kenara atılacak bir hobiden değil, hayat boyu zihninizi ve yüreğinizi diri tutacak bir alışkanlıktan, sizi içinde yaşadığınız toplumda sıradışı yapacak, etrafınızdakilerden yüzlerce adım ileride tutacak bir özellikten, bir zihin açıklığından, bir olgunluk göstergesinden... İşte tam olarak da bu yüzden kendi kütüphanenizi inşa etmeniz ve ona sadık kalmanız hayati bir önem arz etmektedir. Okuyan, okuduğunu anlayan ve eleştiren, okuduklarından yola çıkarak içinde yaşadığı evreni ve toplumu her saniye zihninde yeniden inşa eden, anlamlandıran ve yorumlayan bir dimağ olmak 21. yüzyılda başarılı olmak için en gerekli teçhizattan birisi olacaktır. Nitelikli metinleri okuyamayanlar harc-ı alem olmuş basitliklerin peşinden gitmeye ve hayatları boyunca sürünün pasif bir üyesi olarak yaşamaya mahkûmdurlar. Bu nedenle de nitelikli edebiyatın en temel unusurunu tanımak, kavramak ve hayat boyu seçtiğimiz kitaplara bu kriterleri uygulamamız olmazsa olmaz bir koşuldur.

İster Latin Edebiyatı’nın büyücü gerçekçiliğine hayran kalın, ister Kuzey Avrupa’nın soğuk ve acımasız korku hikâyelerine... İyi edebiyatın ilkeleri az çok aynıdır, binlerce yıldır değişmemiştir. Güncel olayların kısır döngüsüne odaklanmaz nitelikli metinler, basmakalıp cümlelerden uzak durur, kelimeleri dikkatli kullanır ve en doğru yerde en uygun boşluğa yerleştirir, tirübünlere değil de geleceğe, yani sonsuzluğa hitap eder, insanın makus kaderini -zaaflarını, faniliğini, cehaletini, iradesizliğini...- deştikçe deşer. Bugün üzerinden yüzyıllar geçmesine rağmen neden Baki’yi, Shakespeare’i, Cervantes’i, Montaigne’i hâlâ okuyoruz? Çünkü bu yazarlar insanın değişmeyen yanlarına odaklanmışlardır. Hırsına, hevesine, acısına, kibrine, sevincine, huzuruna, korkusuna tutmuşlardır merceklerinin odak noktasını. Ve insan yüzyıllardır, hatta bin yıllardır aynı değişmeyen hataların ve sevapların bir ürünü olarak, tıpkı binlerce yıl önce yazılmış olan Gılgameş Destanı’nda ya da İlyada’da olduğu gibi bitmeyen hedeflerin ve arzuların kurbanı olmaktan kurtaramamıştır kendisini. Üzerimizdeki elbiseleri değiştiririz ama içimizde doğup batan kızgın güneşi asla değiştiremeyiz. O güneş bizim özümüzdür ve yeryüzünde yaşamış ve yaşayan tüm insanları çelik zincirlerle birbirine bağlar. Bu yüzden, eğer iyi bir okur olma yolunda taviz vermezseniz, nitelikli edebiyat bir süre sonra sizin raflarınızı bulacak ve sizi kış geceleri sıcak tutan kalın yorganlarınız gibi sarıp sarmalayacaktır. Bunu unutmayın, kendinize kurduğunuz o minik krallıkta güzel, doğru ve hakikat yıldızları, yani sanatın değişmeyen üç ilkesi her daim parlayacaktır.

Edebiyat yolunda bahtınız açık, gönlünüz zengin, zihniniz hep aç olsun... Unutmayın, nitelikli edebiyat okunmaz, sadece ve sadece “tekrar okunur”. Ve yine unutmayın iyi bir okurun en temel göstergesi okurken yanında bir sözlük bulundurmasıdır.

Kişisel kütüphaneniz şimdiden hayırlı uğurlu olsun. 


Amcanız Ali Rıza Arıcan – 4 Ağustos 2024 – Maltepe, İstanbul 

 

Haşiye: Bu mektubu da en az iki kere okuyun. İlk okumada kaçırdığınız yerler mutlaka olmuştur...