Naci Azra Arılı’nın
dosyasının süper güvenlikli mesaj kutuma düştüğü günü dün
gibi anımsıyorum. Sırtımın arkasında Tibet desenleriyle süslü sert bir yastık,
kanepenin öteki köşesinde kendi kuyruğuyla amansız bir mücadeleye girmiş olan yavru
kedimiz Hundun, radyoda Wagner’ın fırtınalı bir operası, karnımda ise hiçbir
zaman doğmayacak olan oğlum vardı. Dışarıda sert bir Temmuz yağmuru kentin
beton zeminlerini döverek yumuşatma işine umarsızca girişmişti. Torunlarına
yelpaze olmaya ant içmiş diğerkâm babaanneler ve dedeler bacaklarına bir anda
üflenen gençlik iksiriyle binaların altlarındaki mobilet parklarına kaçmışlar,
gökten düşen her bir damlayla biraz daha harabe hale gelen sitenin ortasındaki
yeşil bahçe salyangozların ve solucanların sabırlı bekleyişine kalmıştı.
Güvenlik görevlilerinin kaldığı müştemilatın metal çatısına çarpıp sıçrayan su
damlaları hare hare ışıltılar saçarak dalgalar halinde bahçenin sınırlarının
dışına taşıyordu. Çamaşırları asmak için kullandığımız iki uzun metal sopa balkonun
tavanından ağrı beşik gibi sallanarak birbirlerine çarpıyor, gökyüzü kendisine
kazık atmaya çalışan seyyar satıcıya çemkiren yaşlı bir teyze gibi
homurdanıyor, duman rengindeki bulutlar şenlik günlerinde çatapattan vaz
geçemeyen ergen çocuklar gibi göğün ortasında kıvılcımlar çakıyordu…
Ne oldu? Sıkıldınız mı hemen? Zora gelmeye
alışmamış, her on saniyede bir aksiyon bekleyen, umduğunu bulamayınca ufak bir
parmak hareketiyle bir sonraki eğlenceye geçiveren, sebatsız Z-kuşağı zihninize
ağır mı geldi betimlemelerim? Çok mu abarttım basit bir yağmuru? Shenzhen’de
Temmuz ayında şiddetli yağmur yağmasından, etrafı selin götürmesinden, hatta
trafiğin allak bullak olmasından daha doğal, daha sıradan ve kimilerine göre
daha rezil ve kahredici ne olabilir! Ama ben ne yapayım; doğanın kendisi abartıyorsa,
çılgınlıklar peşinde koşuyorsa, en yalın haliyle bile uyuşuk ruhları
sarsabiliyorsa benim suçum ne! Ben gözümün önünde gerçekleşeni, yüreğimin
tellerini titreten sesleri ve görüntüleri, sanki bir daha tecrübe
edemeyecekmişim gibi kaygıya yakın bir hisle kaydetmekle sorumluyum. Öyle arzu
ediyorum ki sizin içiniz de titresin. Deneyimlediğim bu eşsiz an, zamanı ve
mekânı aşsın, binlerce yıl sonra Shenzen’in adını bile duymamış insanların
içinde bir kıpırtıya, bir harekete neden olsun. Bilincimde bir virüs gibi
gezinen bu imgeler evrenin ve tarihin ulaşılamaz kıyılarında konuşlanmış başka
bilinçlerde yaşasın, ölümsüzleşsin, hep canlı kalsın. İnsanlar benim
yazdıklarımı okurken topuklarında bir ıslaklık, omuzlarında serin bir esinti,
dudaklarında belli belirsiz bir kaşıntı hissetsinler. Kulaklarında en donuk sevgililerde
bile sevişme isteği uyandıracak bir yağmur şırıltısı duysunlar. Fena mı olur
yani? Hem edebiyatın bundan başka bir misyonu var mı ki ona odaklanayım, o
konuda yeteneklerimi bileyeyim, geliştireyim, yeri ve zamanı geldiğinde aşayım!
Naci burada olsaydı o da hak verirdi bana. Belki de daha az kelimeyle, daha az
kasarak yapılabilecek bir şeydir yazma eylemi. Bilemiyorum. Nihayetinde yazmaya
yeni başlamış bir çaylağım ben. Bir tür
emeklilik uğraşısı da denilebilir benimkisine, can sıkıntısının ve maddi
anlamda rahatlığın beni getirip bıraktığı son nokta. Yeni başlayanlarda olmaz
mı böyle kantarın ayarını kaçırıp işin cılkını çıkarmalar? Olur, olur, hem de
âlâsı olur. Beğenmediyseniz okumamış olun bu paragrafı. Ben de bir daha
araya girmem, konuyu gereksiz yere bölmem. Hem bu durum Latin Amerikalıların
Avrupalılara kıyasla daha koyu Hristiyan olmaları gibi bir şey değil mi sizce
de? Analoji yanlış mı oldu? Yoooo! Gayet de isabetli bir buluş oldu aslında,
ama daha fazla deşip ilerletmeyeceğim. Futbolda da iyiler gerçi, oradan da
bakılabilir meseleye. Neyse!...
Oturduğum yerden karnı tok bir ayı yavrusu
gibi salınarak kalkmış, balkona doluşan su salona girmesin diye kapıyı
pencereyi sıkı sıkıya kapatmış, ne olur ne olmaz diye eşiğin bu tarafına
kocamın eski giysilerinden birkaçını sermiştim. Sonrasında evin içine dolan derin
sessizlik, dışarıdan gelen uğultunun bir anda kesilmesi ve yerini kımıltısız
bir yalnızlığa bırakması beni önce biraz şaşırtmış, sonrasında kısmen de olsa rahatlatmıştı.
Evet, tek başınaydım; artık telefon kulübesine gazeteci olarak girip Süpermen
olarak çıkan Clark Kent gibi, ya da geceleri Mr. Hyde’a evrilen Dr. Jekyll gibi
ben de dönüşebilir, içimdeki casusun yakında anne olacak ev kadınını ele
geçirmesine izin verebilirdim. En az bir buçuk saat kadar başka bir işle
ilgilenmem gerekmeyecekti. Akşam yemeği için buzluktan çıkardığım et mutfak
tezgâhında çözülüyor, sitenin girişindeki manavdan aldığım sebzeler sodalı
suyun içinde mikroplarından arınıyorlardı. Kocamın eve gelmesine üç saat
vardı. Demek ki doya doya dosyayı inceleyebilir, bana verilen yeni görevin tüm
detaylarını ezberleyebilir, hatta bilmediğim bazı konular için internetten
bilgi edinebilirdim. Kocamın eve gelmesine 1 saat kala da mutfağa girer;
sevecen, çalışkan, güzel ve alımlı eş kimliğime geri dönerdim.
Ah benim saf kocacığım, ah karısının
yaptığı iş hakkında en ufak bir kuşku bile duymayan dünyanın en iyi kalpli, en
naif, en mülayim adamı… Etrafındaki herkesi de kendin gibi “dışı neyse içi de
odur” olarak gördüğün için seni suçlayamadım hiçbir zaman! Bilâkis, senin gibi
olamadığım, tüm hayatım boyunca senden büyük bir sır sakladığım, aralarda
yaptığım ufak tefek hatalara rağmen yakalanmamayı başardığım için kendimi
suçladığım çok oldu. Hem sadece sen değildin ki benim ikinci hayatımdan bîhaber
olan. Ailem, senin ailen, ortak dostlarımız… Herkes beni oturduğum yerden
e-ticaret yapan zeki, çalışkan ve hamarat bir kadın olarak bildi. Dışarıda
işlerini takip ederken insan sarrafı bir tüccardım, evde biricik kocasıyla
mükemmel bir hayat kurmuş olan döşürüklü bir ev hanımı. Çoğu zaman ben de
inanamadım ikinci bir kimliği ağır bir vicdan azabı gibi ruhumda taşıyabiliyor
oluşuma. Şu yokuşu da çıkayım, yükümü bırakır, kanatlarımı çırpa çırpa
özgürlüğüme kavuşurum dedim ama ne çıkılacak yokuşlar bitti ne de üzerimdeki
yükün ağırlığı. İşin tuhafı, bazen televizyonda gördüğüm birbirinden bağımsız
iki hayat yaşayan insanları -başka şehirlerde iki ailesi olan erkekleri,
muhasebecilik yaparak kazandığı parayla üç çocuk büyütüp bir yandan onlarca
masumu öldüren seri katilleri, size çok para kazandıracağım diyerek insanlardan
para toplayan asıl işi motosiklet tamirciliği olan finans danışmanlarını, dev
salonlarda şatafatlı gösteriler eşliğinde Bitcoin reklamı yapan ve birkaç yıl
sonra milyarlarca dolar parayla birlikte sırra kadem basan piramitçi
dolandırıcıları…- kendime bile kabul ettiremediğim bir gıptayla takip ettim
yıllarca. Nasıl oluyordu da vicdan azabı çekmiyorlardı? Nasıl oluyordu da
içlerinde taşıdıkları bu dev sır, bedenlerini ele geçirip çatlaktan sızan siyah
sirke gibi dışarıya sızmıyordu? Bu sorunun yanıtını hiçbir zaman bilemeyeceğim.
Belki de beni onlardan farklı yapan unsur, tıpkı bir öğretmen, hemşire ya da
asker gibi, halkımın refahı için çalıştığıma inandırılmış olmamdı. Kocasını
aldatan fettan bir kadın, gizli gizli kumar oynayıp ailesinin servetini çarçur
eden bir derbeder, eline geçen tüm parayı uyuşturucuya harcayan bir hergele
değildim ben. Görevim kutsal, hedefim net, kalbim temizdi. Bu sonuncusuna
inanamadığım zamanlar da oldu ama o kadar kusur siz Türklerin deyimiyle “Kadı
kızında da olur!” değil mi? Hem geçmiş karalama defteri mi ki beğenmediğimiz
yerleri bulup silelim? Önceki sayfalardan sileceğin her bir cümle ileriki
sayfaların tamamının yanıp yok olmasına neden olabiliyor… Bu yüzden kimseye bir
borcum yok. İstediğim gibi, içimden gelen tüm sesleri dinleyip tüm renklere
kucak açarak, utanmadan, sıkılmadan, her ne kadar küçük bir olasılık da olsa,
bir gün gelecek Naci de bu yazdıklarımı okuyacak hayaline tüm kalbimle inanarak
yazabilirim bundan sonra.
Önce üç ayrı şifreden, yüz tanımasından ve
parmak izinden oluşan güvenlik aşamalarını geçtim. Öyle ki bu şifreleri
yazarken bir harfi yanlış bassam sistem beni iki saat dışarıda bırakır. Benzeri
bir hatayı ikinci denemede tekrar etsem kendimi Shenzhen İli İstihbarat Daire
Başkanı’nın karşısında hesap verirken bulurum. Neyse ki sakar biri değilim, hem
zaten sakar olsam bu işi bana niye versinler! Dikkatli, meraklı ve
kuşkucuyumdur. Girdiğim bir odada baktığım ilk şey çıkışların nerede olduğudur.
Sokakta yürürken nerede kamera var, nerede çıkmaz sokak var, nerede araç
girişine kapalı yaya yolu var, hepsini ezbere bilirim. İnsanlarla konuşurken
gözlerinin içine bakar, söylediklerinden ziyade söyleyemediklerinden yola
çıkarak onların ruhlarını, arşivde karşıma çıkan Tang Hanedanlığından kalma tarihi
bir ruloyu inceler gibi derinlemesine tetkik ederim. İyi yemek yaptığım gibi
iyi de iz sürerim. Saatlerce hiç sıkılmadan takip ederim hedefimi. Öyle ki
bazen, kocamla ya da yakın bir arkadaşımla birlikte alışverişe çıktığımda
birisini takip etmiyor oluşumun sıkıntısını yaşarım. Ter basar her yerimi,
kafam karışır, uçsuz bucaksız bir okyanusun ortasında ne yöne yüzeceğini
bilemeyen bir kazazede gibi gökyüzünden bana bir işaret gelmesini beklerim.
Öyle ya, birinin peşi sıra gitmek kolaydır, aklını kullanmazsın, karar
vermezsin, herhangi bir ikilemde kalmazsın. Güdümlü bir füzeden tek farkın
hedefini yok etmek değildir amacın, bilakis takip etmek, sana lazım olan
bilgiyi elde etmek ve hedefinin yaşadığından emin olmaktır. Söylediğim
yalanlar o kadar tutarlı, o kadar inandırıcı olur ki gerçeklikle karışmamaları
için ben bile ara sıra kendime notlar gönderir, hangi hikâyeyi hangi amaçla
kurguladığımı kendime anımsatırım. Günce diye tuttuğum defter aslında hangi tarihte
hangi yalanı kime söylediğimin şifreli kaydıdır. Bir casus olarak en büyük
korkum birilerinin bana casus muamelesi yapmasıdır. Biri tarafından adı
konduğunda kendi kendini imha eden bir meslektir bizimkisi. Aklımızın bir
köşesinde ikinci kimliğimiz, o herkesten sakladığımız sırlarımız vardır. Bir
yandan da çocuksu bir hevesle “Keşke etrafımdakilere casus olduğumu
söyleyebilsem de dumura uğrasalar, derin bir ohaaaa çekseler, ağızları bir
karış açık kalsa.” şımarıklığını
ruhumuzun en kırılgan köşelerinde her daim diri tutarız. En yakınımızdakilerin
bile bizim yürüyen bir sır küpü oluşumuzu bilmiyor oluşu, yeni alınmış pahalı oyuncaklarını
arkadaşlarına göstermesine izin verilmeyen zengin ailelerin şımarık çocukları
gibi sıkar içimizi, yeri ve zamanı değilken hırçınlaştırır ruhumuzun
derinliklerindeki sakin yeraltı göllerini.
Öyle ya da böyle, biz de insandık nihayetinde,
etten ve kemikten ve sabırsızlıktan ve zaaftan ve sadakatten ve ihanetten
ibaret, babadan olma anadan doğma evlatlardık. Aklımdan çok geçmiştir kocama
sıkı sıkı sarıldığım, boşta kalan başparmağımla hafif hafif onun göğsünü
okşadığım kış gecelerinin birinde “Sana bir sırrımı söyleyeceğim ama
kızmayacaksın ve kimseye söylemeyeceksin, tamam mı? Ölene kadar aramızda
kalacak.” demeyi. Hatta kafamın içinde onun vereceği yanıtları da kurgulayıp
birkaç senaryo yazdığım bile olmuştu ilk yıllarda.
- Sana
bir sırrımı söyleyeceğim ama kızmayacaksın ve kimseye söylemeyeceksin, tamam
mı? Ölene kadar aramızda kalacak.
- Çok
uykum var, yarın sabah söylersin.
- Amaan
sana da bir şey söylenmiyor…
-
Unutma sakın.
Ya da
- Sana
bir sırrımı söyleyeceğim ama kızmayacaksın ve kimseye söylemeyeceksin, tamam
mı? Ölene kadar aramızda kalacak.
- Dur
söyleme, ben tahmin edeyim. Sen aslında genç bir kadın değilsin. Yedi defa
bıçak altına yattın ve ıvır zıvır bir ton plastik operasyonla bu hale geldin…
- Güldürme
beni, altıma kaçıracağım!
- Bildim
yani?
Ya da
- Sana
bir sırrımı söyleyeceğim ama kızmayacaksın ve kimseye söylemeyeceksin, tamam
mı? Ölene kadar aramızda kalacak.
- Senden
önce ben söyleyeyim ama kızmak yok. Söz mü?
- Söz!
- Bir
metresim var ve beş aylık hamile…
- Hayvan
herif. Böyle şaka mı olur?
- Kız
olursa senin adını koyacağız… Ha ha ha… Dur vurma!
Yıllarca bir sırrı içinde acı bir zehir gibi
taşırsan ortaya böyle turşuvari bir sonuç çıkıyor işte. Yalnız kaldığım
zamanlarda kendimle değil de sırrımla konuşur oldum hep. Uyku tutmayan
gecelerde sırt üstü yatıp tavandaki ışık danslarını izlerken, tren
istasyonlarında kalabalıktan sızıp sıramı kapanlara gülümseyip kavga etmeyi gereksiz
görürken, parklarda sana benzeyen başka yabancıları görüp sırf eğlence olsun
diye peşlerine takılırken, akşamları senin peşinde puslu sokakları arşınlarken
ve en çok da seni zil zurna sarhoş bir halde yol kenarındaki çalıların dibine
kusuyorken görüp uzaktan çaresizce izlerken, arkandan usulca yaklaşamazken,
ceplerimde ısıttığım sıcak ellerimle sırtını sıvazlayamazken, kulağına eğilip
“Geçti artık, geçti, hepsini çıkardın!” diyemezken…
Ve işte dosya karşımda, Türkiyeli bir
Matematik öğretmeni. Kentin en prestijli liselerinden birisinde işe
başlayacakmış. Sadece bununla kalsa iyi. Bir de yazıyormuşsun. Denemeler,
şiirler, öyküler falan. Yani saklamasını bilen zümredensin ve dünyaya
başkalarının gözleriyle de bakmayı becerebildiğini iddia ediyorsun. İşimiz hem
çok kolay hem çok zor desene! Hakkında yürütülen tahkikattan milliyetçi mi,
muhafazakâr mı, demokrat mı, radikal mi sorusuna tatmin edici açıklıkta bir
yanıt bulamamışlar. Neye inanıp neye karşı olduğunu, ülkemiz hakkında olumsuz
düşüncelere sahip olup olmadığını ve bu düşünceleri yaymak için uğraşıp
uğraşmayacağını, TTXT hakkında hangi tarafı haklı gördüğünü tam olarak
çıkarsayamamışlar. Liseli gençlerimizi
zehirleme potansiyelin olduğu gibi başka amaçlara ulaşmak için işini bir
paravan olarak kullanma olasılığın da varmış. Bu yüzden attığın her
adımın izlenilmesi, telefonuna yüklenen casus programla tüm yazışmalarının ve
konuşmalarının gözden geçirilmesi, telefonunu bir yere bırakıp sağa sola
gittiği zamanlarda da fiziksel takiple kimlerle görüştüğün, kimlerle dostluk
kurduğun, kimlerle hangi konularda kavga ettiğin kayda geçirilmeliymiş. Daha
önce bana verilen görevlerde Siirtli bir iş adamını, Erzurumlu emekli bir
subayı, Kayserili bir gazeteciyi ve son olarak da baba tarafından Yozgatlı anne
tarafından Alman bir aktörü takip etmişliğim olmuştu. Bu sonuncusu hariç hepsi monoton,
heyecandan ve derinlikten uzak, bitsin diye neredeyse kendimi yakalatma
noktasına getirdiğim işlerdi onlar. Tek ilginç yanları bir araya geldiklerinde
ilginç bir örüntü meydana getiriyor olmalarıydı. Sanki verilen her görevde
biraz daha batıya gidiyor, Çin’den biraz daha uzaklaşıyordum. Senin dosyanın
elime geçtiği gün de kendime en çok bu soruyu sormuştum. Acaba bir sonraki
görevim Edirneli bir ayçiçeği tüccarı mı olacaktı? Olmadı, bir sonraki görevim
olsaydı belki yapmış olduğum bu tahmini sınamaya ve nihayetinde hipotezimi
kabul ya da reddetmeye hakkım olurdu ama sen benim son görevim oldun. 20 yıl
süren, okyanuslar kadar derin, Himalayalar kadar yüksek, yanardağların içi
kadar sıcak ve kış gecelerinin dinmeyen diş ağrıları gibi sızılı bir görev.
Ahh Naci, seni tanıdığımda 28 yaşındaydın.
Barda tanıştığın o reklamcı kıza dediğin gibi en mükemmel yaştaydın. 6 ya
da 496 olamayacağına göre! O gün demiştim içimden “Ne kadar da dangalakça kur
yapma teknikleri var bu adamın?”. İşe yarıyor olmaları ise ayrı bir muammaydı
benim gibi, araya başkaları girmiş olsa da nihayetinde lise aşkıyla evlenmiş
bir kadın için. Seni ilk defa canlı kanlı orada görmüştüm, ben kapının
arkasındaki köşede oturmuş limonlu soda içiyordum, sen ise Kanadalı arkadaşınla
-hani şu saçları döküldüğü için Geleneksel Çin Tıbbına başvuran bebek yüzlü
çocuk- barda oturmuş bisikletle Pekin’e gitme planları yapıyordun. Simsiyah,
gür ve kıvırcık saçların vardı. Sakalsız ve bıyıksız yüzünde bir üniversite
öğrencisinin mülayimliği ve neşesi okunuyordu. Benden on üç yaş küçüktün. Gülüşün,
hareketlerin, kıpır kıpır bedeninle, ödevini bitirip kendisini basketbol
sahasına atmış bir ortaokul öğrencisinden farkın yoktu pek. Aramızdaki üç dört
sandalyelik mesafe bir dolup bir boşalıyordu. Müzik susunca konuştuğun her
kelimeyi duyabiliyordum, diğer zamanlarda da hâlâ nasıl o kadar ince
olabildiklerini anlayamadığım dudaklarını okuyordum. Haritanın üzerinde
parmaklarınla, fethe hazırlanan bir kumandan gibi ilerliyor, yanındaki
arkadaşına “Beraber gidersek çift yataklı otel odalarında kalırız, ucuza
getiririz seyahati.” gibi heyecanlı laflar ediyordun. Beşinci birayı bitirmiş
altıncıyı söyleyecektin ki o kız yanında belirmiş, sizin peçete kâğıdına
çizdiğiniz çarpık çurpuk haritaya gözünü dikmişti. Onun bahanesi de birasını
tazelemekti ama belliydi niyeti. “Beni gör, benimle konuş, beni avla ki zor
elde edilen bir ceylan olayım ve sen de kendinle gurur duy.” diyordu ilgiye
muhtaç kadın bedeninin pek de yorum gerektirmeyen diliyle. Ben ise içimden,
inanmadığım tanrılara dualar ediyordum o kadından uzak durasın, bu tuzağa
düşmeyesin diye. Ama tutmadı dualarım, büyük olasılıkla yeteri kadar
inanmadığım için ya da tanrılar beni pek samimi bulmadıkları için. Gerçi
sonunda istediğim olmuştu. Kızla iki kere öğlen yemeği yemiş, bir kere de
sinemaya gitmiştin. Yemekler neyse de o saçma sapan film neyin nesiydi öyle!
Zaten 14. dakikada sızdığını ve filmin son sahnesinde uyandığını telefonunun
sağlık uygulaması sayesinde biliyorum. Ben bildiğime göre, kocaman bir paket
patlamış mısırı tek başına midesine indiren potansiyel yavuklun da çakmıştır herhalde
durumu. Sonrasında da tekrar
görüşmemiştiniz. Üzülmüştün biraz. Kızın senin mesajlarına yanıt vermemesine
değil de yürümeyeceği baştan belli olan bir ilişkiye bu derece gönül bağlamış
olmana. Oysa ben baştan beri biliyordum böyle olacağını, o yüzden sessizce
çırpınmıştım olduğum yerde. Neyse ki sarsmadı seni bu o kadar. Hem o zamanlar
seni sarsacak şeyin ayrılıklar olmadığını bilmiyordum. Başka pek çok konuda
olduğu gibi ilişkiler konusunda da aramızda dağlar kadar fark vardı. Aşılması
gereken değil de anlaşılması gereken farklardı bunlar. Benim gibi gördüğü ilk
çiçeği koparıp saçına takan ve bir daha da bahçedeki bilumum nebatata gözlerini
kapayan bir eski dünya sofusundan seni öyle bir bakışta anlamamı beklemek
haksızlık olurdu zaten. Ama yılmadım, merak etme. Ne yıldım, ne yoruldum, ne de
şikâyet ettim. Debelendim durdum kum tepelerinin sürekli yer değiştirdiği bir
çöl ortasında yönümü tayin etmek ve içimi serinletecek vahaya geç de olsa ulaşabilmek
için…