1 –
Bana Yalan Söylediler, Bana Yalan Söylediler, Kaderden Bahsetmediler
Naci Azra Arılı’nın dosyasının süper
güvenlikli mesaj kutuma düştüğü günü dün gibi anımsıyorum. Sırtımın arkasında Tibet
desenleriyle süslü sert bir yastık, kanepenin öteki köşesinde kendi kuyruğuyla
amansız bir mücadeleye girmiş olan yavru kedimiz Hundun, radyoda doksanlardan
kalma bir sesin söylediği Bu Zhi Shi Peng You, karnımda ise hiçbir zaman
doğmayacak olan oğlum vardı. Dışarıda sert bir Temmuz yağmuru kentin beton
zeminlerini döverek yumuşatma işine umarsızca girişmişti. Torunlarına yelpaze
olmaya ant içmiş diğerkâm babaanneler ve dedeler bacaklarına bir anda üflenen
gençlik iksiriyle binaların altlarındaki mobilet parklarına kaçmışlar, gökten
düşen her bir damlayla biraz daha harabe hale gelen sitenin ortasındaki yeşil
bahçe salyangozların ve solucanların sabırlı bekleyişine kalmıştı. Güvenlik
görevlilerinin kaldığı müştemilatın metal çatısına çarpıp sıçrayan su damlaları
hare hare ışıltılar saçarak dalgalar halinde bahçenin sınırlarının dışına
taşıyordu. Çamaşırları asmak için kullandığımız iki uzun metal sopa balkonun
tavanından ağrı beşik gibi sallanarak birbirlerine çarpıyor, gökyüzü kendisine
kazık atmaya çalışan seyyar satıcıya çemkiren yaşlı bir teyze gibi
homurdanıyor, duman rengindeki bulutlar şenlik günlerinde çatapattan vaz
geçemeyen ergen çocuklar gibi göğün ortasında anlık kıvılcımlar çakıyordu…
Ne oldu? Sıkıldınız mı hemen? Zora gelmeye
alışmamış, her on saniyede bir aksiyon bekleyen, umduğunu bulamayınca ufak bir
parmak hareketiyle bir sonraki eğlenceye geçiveren, sebatsız Z-kuşağı zihninize
ağır mı geldi betimlemelerim? Çok mu abarttım basit bir yağmuru? Shenzhen’da[1]
Temmuz ayında şiddetli yağmur yağmasından, etrafı selin götürmesinden, hatta
trafiğin allak bullak olmasından daha doğal, daha sıradan ve kimilerine göre
daha rezil ve kahredici ne olabilir! Ama ben ne yapayım; doğanın kendisi
abartıyorsa, çılgınlıklar peşinde koşuyorsa, en yalın haliyle bile uyuşuk
ruhları sarsabiliyorsa benim suçum ne! Ben gözümün önünde gerçekleşeni, yüreğimin
tellerini titreten sesleri ve görüntüleri, sanki bir daha tecrübe
edemeyecekmişim gibi kaygıya yakın bir hisle kaydetmekle sorumluyum. Öyle arzu
ediyorum ki sizin içiniz de titresin. Deneyimlediğim bu eşsiz an, zamanı ve
mekânı aşsın, binlerce yıl sonra Shenzen’ın adını bile duymamış insanların
içinde bir kıpırtıya, bir harekete neden olsun. Bilincimde bir virüs gibi
gezinen bu imgeler evrenin ve tarihin ulaşılamaz kıyılarında konuşlanmış başka
bilinçlerde yaşasın, ölümsüzleşsin, hep canlı kalsın. İnsanlar benim
yazdıklarımı okurken topuklarında bir ıslaklık, omuzlarında serin bir esinti,
dudaklarında belli belirsiz bir kaşıntı hissetsinler. Kulaklarında en donuk sevgililerde
bile sevişme isteği uyandıracak bir yağmur şırıltısı duysunlar. Fena mı olur
yani? Hem edebiyatın bundan başka bir misyonu var mı ki ona odaklanayım, o
konuda yeteneklerimi bileyeyim, geliştireyim, yeri ve zamanı geldiğinde sınırlarımı
zorlayayım, hatta üzerlerinden atlayıp aşayım! Naci burada olsaydı o da hak
verirdi bana. Belki de daha az kelimeyle, daha az kasarak yapılabilecek bir
şeydir yazma eylemi. Bilemiyorum. Nihayetinde yazmaya yeni başlamış
bir çaylağım ben. Bir tür emeklilik uğraşısı da denilebilir benimkisine,
can sıkıntısının ve maddi anlamda rahatlığın beni getirip bıraktığı son nokta. Kâğıt
boyamak ya da parkta yaşıtlarımla toplu halde dans etmek bana göre değil!
Deniyorum işte, belki ilk ve son öykümü yazdıktan sonra hevesim kaçar,
kurtulurum bu dertten. O gün gelene kadar gayretten kısıntı yapmak yok bana.
Hem sık görülmez mi yeni başlayanlarda kantarın ayarını kaçırıp işin cılkını
çıkarmalar? Olur, olur, hem de âlâsı olur. Beğenmediyseniz okumamış olun
bu paragrafı. Ben de bir daha araya girmem, konuyu gereksiz yere bölmem. Bu
durum Latin Amerikalıların Avrupalılara kıyasla daha koyu Hristiyan olmaları
gibi bir şey aslında! Analoji yanlış mı oldu? Yoooo! Gayet de isabetli bir buluş
oldu, ama konuyu daha fazla deşip ilerletmeyeceğim. Futbolda da iyiler gerçi,
oradan da bakılabilir meseleye. Neyse!...
Oturduğum yerden karnı tok bir ayı yavrusu
gibi salınarak kalkmış, balkona doluşan su salona girmesin diye kapıyı
pencereyi sıkı sıkıya kapatmış, ne olur ne olmaz diye eşiğin bu tarafına
kocamın eski giysilerinden birkaçını sermiştim. Sonrasında evin içine dolan derin
sessizlik, dışarıdan gelen uğultunun bir anda kesilmesi ve yerini kımıltısız
bir yalnızlığa bırakması beni önce biraz şaşırtmış, sonrasında kısmen de olsa rahatlatmıştı.
Evet, tek başınaydım; artık telefon kulübesine gazeteci olarak girip Süpermen
olarak çıkan Clark Kent gibi, ya da geceleri Mr. Hyde’a evrilen Dr. Jekyll gibi
ben de dönüşebilir, içimdeki casusun yakında anne olacak ev kadınını ele
geçirmesine izin verebilirdim. En az bir buçuk saat kadar başka bir işle
ilgilenmem gerekmeyecekti. Akşam yemeği için buzluktan çıkardığım et mutfak
tezgâhında çözülüyor, sitenin girişindeki manavdan aldığım sebzeler sodalı
suyun içinde mikroplarından arınıyorlardı. Kocamın eve gelmesine üç saat
vardı. Demek ki doya doya dosyayı inceleyebilir, bana verilen yeni görevin tüm
detaylarını ezberleyebilir, hatta bilmediğim bazı konular için internetten
bilgi edinebilirdim. Kocamın eve gelmesine 1 saat kala da mutfağa girer;
sevecen, çalışkan, güzel ve alımlı eş kimliğime geri dönerdim.
Ah benim saf kocacığım, ah karısının
yaptığı iş hakkında en ufak bir kuşku bile duymayan dünyanın en iyi kalpli, en
naif, en mülayim adamı… Etrafındaki herkesi de kendin gibi “dışı neyse içi de
odur” olarak gördüğün için seni suçlayamadım hiçbir zaman! Bilâkis, senin gibi
olamadığım, tüm hayatım boyunca senden büyük bir sır sakladığım, aralarda
yaptığım ufak tefek hatalara rağmen yakalanmamayı başardığım için kendimi
suçladığım çok oldu. Hem sadece sen değildin ki benim ikinci hayatımdan bîhaber
olan. Ailem, senin ailen, ortak dostlarımız… Herkes beni, oturduğum yerden ufak
tefek alışverişler yaparak küçük kârlar elde eden zeki, çalışkan ve hamarat bir
kadın olarak bildi. Adım Lai Zi Ran, dışarıda toptan alıp satım işlerini takip
eden insan sarrafı bir tüccarım, evde biricik kocasıyla mükemmel bir hayat
kurmuş olan döşürüklü bir ev hanımı! Çoğu zaman ben de inanamadım ikinci bir
kimliği ağır bir vicdan azabı gibi ruhumda taşıyabiliyor oluşuma. Şu yokuşu da
çıkayım, yükümü bırakır, kanatlarımı çırpa çırpa özgürlüğüme kavuşurum dedim
ama ne çıkılacak yokuşlar bitti ne de üzerimdeki yükün ağırlığı. İşin tuhafı, bazen
televizyonda gördüğüm birbirinden bağımsız iki hayat yaşayan insanları -başka
şehirlerde iki ailesi olan erkekleri, muhasebecilik yaparak kazandığı parayla
üç çocuk büyütüp bir yandan onlarca masumu öldüren seri katilleri, size çok
para kazandıracağım diyerek insanlardan para toplayan asıl işi motosiklet
tamirciliği olan finans danışmanlarını, dev salonlarda şatafatlı gösteriler
eşliğinde Bitcoin reklamı yapan ve birkaç yıl sonra milyarlarca dolar parayla
birlikte sırra kadem basan piramitçi dolandırıcıları…- kendime bile kabul
ettiremediğim bir gıptayla takip ettim yıllarca. Nasıl oluyordu da vicdan azabı
çekmiyorlardı? Nasıl oluyordu da içlerinde taşıdıkları bu dev sır, bedenlerini
ele geçirip çatlaktan sızan siyah sirke gibi dışarıya sızmıyordu? Bu sorunun
yanıtını hiçbir zaman bilemeyeceğim. Belki de beni onlardan farklı yapan unsur,
tıpkı bir öğretmen, hemşire ya da asker gibi, halkımın refahı için çalıştığıma
inandırılmış olmamdı. Kocasını aldatan fettan bir kadın, gizli gizli kumar
oynayıp ailesinin servetini çarçur eden bir derbeder, eline geçen tüm parayı
uyuşturucuya harcayan bir hergele değildim ben. Görevim kutsal, hedefim net,
kalbim temizdi. Bu sonuncusuna inanamadığım zamanlar da oldu ama o kadar kusur
siz Türklerin deyimiyle “Kadı kızında da olur!” değil mi? Hem geçmiş karalama
defteri mi ki beğenmediğimiz yerleri bulup silelim? Önceki sayfalardan
sileceğin her bir cümle ileriki sayfaların tamamının yanıp yok olmasına neden
olabiliyor… Bu yüzden kimseye bir borcum yok. İstediğim gibi, içimden gelen tüm
sesleri dinleyip tüm renklere kucak açarak, utanmadan, sıkılmadan, her ne kadar
küçük bir olasılık da olsa, bir gün gelecek Naci de bu yazdıklarımı okuyacak
hayaline tüm kalbimle inanarak yazabilirim bundan sonra.
Önce üç ayrı şifreden, yüz tanımasından ve
parmak izinden oluşan güvenlik aşamalarını geçtim. Öyle ki bu şifreleri
yazarken bir harfi yanlış bassam sistem beni iki saat dışarıda bırakır. Benzeri
bir hatayı ikinci denemede tekrar etsem kendimi Shenzhen İli İstihbarat Daire
Başkanı’nın karşısında hesap verirken bulurum. Neyse ki sakar biri değilim, hem
zaten sakar olsam bu işi bana niye versinler! Dikkatli, meraklı ve
kuşkucuyumdur. Girdiğim bir odada baktığım ilk şey çıkışların nerede olduğudur.
Sokakta yürürken nerede kamera var, nerede çıkmaz sokak var, nerede araç
girişine kapalı yaya yolu var, hepsini ezbere bilirim. İnsanlarla konuşurken
gözlerinin içine bakar, söylediklerinden ziyade söyleyemediklerinden yola
çıkarak onların ruhlarını, arşivde karşıma çıkan Tang Hanedanlığından kalma tarihi
bir ruloyu inceler gibi derinlemesine tetkik ederim. İyi yemek yaptığım gibi
iyi de iz sürerim. Saatlerce hiç sıkılmadan takip ederim hedefimi. Öyle ki
bazen, kocamla ya da yakın bir arkadaşımla birlikte alışverişe çıktığımda
birisini takip etmiyor oluşumun sıkıntısını yaşarım. Ter basar her yerimi,
kafam karışır, uçsuz bucaksız bir okyanusun ortasında ne yöne yüzeceğini
bilemeyen bir kazazede gibi gökyüzünden bana bir işaret gelmesini beklerim.
Öyle ya, birinin peşi sıra gitmek kolaydır, aklını kullanmazsın, karar
vermezsin, herhangi bir ikilemde kalmazsın. Güdümlü bir füzeden tek farkın
hedefini yok etmek değildir amacın, bilakis takip etmek, sana lazım olan
bilgiyi elde etmek ve hedefinin yaşadığından emin olmaktır. Söylediğim
yalanlar o kadar tutarlı, o kadar inandırıcı olur ki gerçeklikle karışmamaları
için ben bile ara sıra kendime notlar gönderir, hangi hikâyeyi hangi amaçla
kurguladığımı kendime anımsatırım. Günce diye tuttuğum defter aslında hangi tarihte
hangi yalanı kime söylediğimin şifreli kaydıdır. Bir casus olarak en büyük
korkum birilerinin bana casus muamelesi yapmasıdır. Biri tarafından adı
konduğunda kendi kendini imha eden bir meslektir bizimkisi. Aklımızın bir
köşesinde ikinci kimliğimiz, o herkesten sakladığımız sırlarımız vardır. Bir
yandan da çocuksu bir hevesle “Keşke etrafımdakilere casus olduğumu
söyleyebilsem de dumura uğrasalar, derin bir ohaaaa çekseler, ağızları bir
karış açık kalsa.” şımarıklığını ruhumuzun en kırılgan köşelerinde her
daim diri tutarız. En yakınımızdakilerin bile bizim yürüyen bir sır küpü
oluşumuzu bilmiyor oluşu, yeni alınmış pahalı oyuncaklarını arkadaşlarına
göstermesine izin verilmeyen zengin ailelerin şımarık çocukları gibi sıkar
içimizi, yeri ve zamanı değilken hırçınlaştırır ruhumuzun derinliklerindeki
sakin yeraltı göllerini.
Öyle ya da böyle, biz de insandık nihayetinde,
etten ve kemikten ve sabırsızlıktan ve zaaftan ve sadakatten ve ihanetten
ibaret, babadan olma anadan doğma evlatlardık. Aklımdan çok geçmiştir kocama
sıkı sıkı sarıldığım, boşta kalan başparmağımla hafif hafif onun göğsünü
okşadığım kış gecelerinin birinde “Sana bir sırrımı söyleyeceğim ama
kızmayacaksın ve kimseye söylemeyeceksin, tamam mı? Ölene kadar aramızda
kalacak.” demeyi. Hatta kafamın içinde onun vereceği yanıtları da kurgulayıp
birkaç senaryo yazdığım bile olmuştu ilk yıllarda.
- Sana
bir sırrımı söyleyeceğim ama kızmayacaksın ve kimseye söylemeyeceksin, tamam
mı? Ölene kadar aramızda kalacak.
- Çok
uykum var, yarın sabah söylersin.
- Amaan
sana da bir şey söylenmiyor…
-
Unutma sakın.
Ya da
- Sana
bir sırrımı söyleyeceğim ama kızmayacaksın ve kimseye söylemeyeceksin, tamam
mı? Ölene kadar aramızda kalacak.
- Dur
söyleme, ben tahmin edeyim. Sen aslında genç bir kadın değilsin. Yedi defa
bıçak altına yattın ve ıvır zıvır bir ton plastik operasyonla bu hale geldin…
- Güldürme
beni, altıma kaçıracağım!
- Bildim
yani?
Ya da
- Sana
bir sırrımı söyleyeceğim ama kızmayacaksın ve kimseye söylemeyeceksin, tamam
mı? Ölene kadar aramızda kalacak.
- Senden
önce ben söyleyeyim ama kızmak yok. Söz mü?
- Söz!
- Bir
metresim var ve beş aylık hamile…
- Hayvan
herif. Böyle şaka mı olur?
- Kız
olursa senin adını koyacağız… Ha ha ha… Dur vurma!
Yıllarca bir sırrı içinde acı bir zehir gibi
taşırsan ortaya böyle turşuvari bir sonuç çıkıyor işte. Yalnız kaldığım
zamanlarda kendimle değil de sırrımla konuşur oldum hep. Uyku tutmayan
gecelerde sırt üstü yatıp tavandaki ışık danslarını izlerken, tren
istasyonlarında kalabalıktan sızıp sıramı kapanlara gülümseyip kavga etmeyi gereksiz
görürken, parklarda sana benzeyen başka yabancıları görüp sırf eğlence olsun
diye peşlerine takılırken, akşamları senin peşinde puslu sokakları arşınlarken
ve en çok da seni zil zurna sarhoş bir halde yol kenarındaki çalıların dibine
kusuyorken görüp uzaktan çaresizce izlerken, arkandan usulca yaklaşamazken,
ceplerimde ısıttığım sıcak ellerimle sırtını sıvazlayamazken, kulağına eğilip
“Geçti artık, geçti, hepsini çıkardın!” diyemezken…
Ve işte dosya karşımda, Türkiyeli bir
Matematik öğretmeni. Kentin en prestijli liselerinden birisinde işe
başlayacakmış. Sadece bununla kalsa iyi. Bir de yazıyormuşsun. Denemeler,
şiirler, öyküler falan. Yani saklamasını bilen zümredensin ve dünyaya
başkalarının gözleriyle de bakmayı becerebildiğini iddia ediyorsun. İşimiz hem
çok kolay hem çok zor desene! Hakkında yürütülen tahkikattan milliyetçi mi,
muhafazakâr mı, demokrat mı, radikal mi sorusuna tatmin edici açıklıkta bir
yanıt bulamamışlar. Neye inanıp neye karşı olduğunu, ülkemiz hakkında olumsuz
düşüncelere sahip olup olmadığını ve bu düşünceleri yaymak için uğraşıp
uğraşmayacağını, TTXT[2]
hakkında hangi tarafı haklı gördüğünü tam olarak çıkarsayamamışlar. Liseli gençlerimizin körpe dimağlarını zehirleme
potansiyelin olduğu gibi başka amaçlara ulaşmak için işini bir paravan olarak
kullanma olasılığın da varmış. Bu yüzden attığın her adımın izlenilmesi,
telefonuna yüklenen casus programla tüm yazışmalarının ve konuşmalarının gözden
geçirilmesi, telefonunu bir yere bırakıp sağa sola gittiği zamanlarda da
fiziksel takiple kimlerle görüştüğün, kimlerle dostluk kurduğun, kimlerle hangi
konularda kavga ettiğin kayda geçirilmeliymiş. Daha önce bana verilen
görevlerde Siirtli bir iş adamını, Erzurumlu emekli bir subayı, Kayserili bir gazeteciyi
ve son olarak da baba tarafından Yozgatlı anne tarafından Alman bir aktörü
takip etmişliğim olmuştu. Bu sonuncusu hariç hepsi monoton, heyecandan ve
derinlikten uzak, bitsin diye neredeyse kendimi yakalatma noktasına getirdiğim
işlerdi. Tek ilginç yanları bir araya geldiklerinde ilginç bir örüntü meydana
getiriyor olmalarıydı. Sanki verilen her görevde biraz daha batıya
gidiyor, Çin’den biraz daha uzaklaşıyordum. Senin dosyanın elime geçtiği gün de
kendime en çok bu soruyu sormuştum. Acaba bir sonraki görevim Edirneli bir
ayçiçeği tüccarı mı olacaktı? Olmadı, bir sonraki görevim olsaydı belki yapmış
olduğum bu tahmini sınamaya ve nihayetinde hipotezimi kabul ya da reddetmeye
hakkım olurdu ama sen benim son görevim oldun. Yaklaşık 20 yıl süren,
okyanuslar kadar derin, Himalayalar kadar yüksek, yanardağların içi kadar sıcak
ve kış gecelerinin dinmeyen diş ağrıları gibi sızılı bir görev.
Ahh Naci, seni tanıdığımda 28 yaşındaydın.
Barda tanıştığın o reklamcı kıza dediğin gibi en mükemmel yaştaydın. 6 ya
da 496 olamayacağına göre! O gün demiştim içimden “Ne kadar da dangalakça kur
yapma teknikleri var bu adamın?”. İşe yarıyor olmaları ise ayrı bir muammaydı
benim gibi, araya başkaları girmiş olsa da nihayetinde lise aşkıyla evlenmiş
bir kadın için. Seni ilk defa canlı kanlı orada görmüştüm, ben kapının
arkasındaki köşede oturmuş limonlu soda içiyordum, sen ise Kanadalı arkadaşınla
-hani şu saçları döküldüğü için Geleneksel Çin Tıbbına başvuran bebek yüzlü
çocuk- barda oturmuş bisikletle Pekin’e gitme planları yapıyordun. Simsiyah,
gür ve kıvırcık saçların vardı. Sakalsız ve bıyıksız yüzünde bir üniversite
öğrencisinin mülayimliği ve neşesi okunuyordu. Benden beş yaş küçüktün. Gülüşün,
hareketlerin, kıpır kıpır bedeninle, ödevini bitirip kendisini basketbol
sahasına atmış bir ortaokul öğrencisinden farkın yoktu pek. Aramızdaki üç dört
sandalyelik mesafe bir dolup bir boşalıyordu. Müzik susunca konuştuğun her
kelimeyi duyabiliyordum, diğer zamanlarda da hâlâ nasıl o kadar ince
olabildiklerini anlayamadığım dudaklarını okuyordum. Haritanın üzerinde
parmaklarınla, fethe hazırlanan bir kumandan gibi ilerliyor, yanındaki
arkadaşına “Beraber gidersek çift yataklı otel odalarında kalırız, ucuza
getiririz seyahati.” gibi heyecanlı laflar ediyordun. Beşinci birayı bitirmiş
altıncıyı söyleyecektin ki o kız yanında belirmiş, sizin peçete kâğıdına
çizdiğiniz çarpık çurpuk haritaya gözünü dikmişti. Onun bahanesi de birasını
tazelemekti ama belliydi niyeti. “Beni gör, benimle konuş, beni avla ki zor
elde edilen bir ceylan olayım ve sen de kendinle gurur duy.” diyordu ilgiye
muhtaç kadın bedeninin pek de yorum gerektirmeyen diliyle. Ben ise içimden,
inanmadığım tanrılara dualar ediyordum o kadından uzak durasın, bu tuzağa
düşmeyesin diye. Ama tutmadı dualarım, büyük olasılıkla yeteri kadar
inanmadığım için ya da tanrılar beni pek samimi bulmadıkları için. Gerçi
sonunda istediğim olmuştu. Kızla iki kere öğlen yemeği yemiş, bir kere de
sinemaya gitmiştin. Yemekler neyse de o saçma sapan film neyin nesiydi öyle!
Zaten 14. dakikada sızdığını ve filmin son sahnesinde uyandığını telefonundan
gelen hareket sinyallerinden biliyorum. Ben bildiğime göre, kocaman bir paket
patlamış mısırı tek başına midesine indiren potansiyel yavuklun da çakmıştır herhalde
durumu. Sonrasında da tekrar
görüşmemiştiniz. Üzülmüştün biraz. Kızın senin mesajlarına yanıt vermemesine
değil de yürümeyeceği baştan belli olan bir ilişkiye bu derece gönül bağlamış
olmana. Oysa ben baştan beri biliyordum böyle olacağını, o yüzden sessizce
çırpınmıştım olduğum yerde. Neyse ki sarsmadı seni bu o kadar. Hem o zamanlar
seni sarsacak şeyin bu tarz yüzeysel ayrılıklar olmadığını bilmiyordum. Başka
pek çok konuda olduğu gibi ilişkiler konusunda da aramızda dağlar kadar fark
vardı. Aşılması gereken değil de anlaşılması gereken farklardı bunlar. Benim
gibi gördüğü ilk çiçeği koparıp saçına takan ve bir daha da bahçedeki bilumum
nebatata gözlerini kapayan bir eski dünya sofusundan seni öyle bir bakışta
anlamamı beklemek haksızlık olurdu zaten. Ama yılmadım, merak etme. Ne yıldım,
ne yoruldum, ne de şikâyet ettim. Debelendim durdum kum tepelerinin sürekli yer
değiştirdiği bir çölün ortasında yönümü tayin etmek ve içimi serinletecek
vahaya geç de olsa ulaşabilmek için…
Yine de olmadı Naci! Seraplardan başka bir şeyle
karşılaşamadım arkanda bıraktığın uzun ince çizginin bitmeyen kıvrımlarında;
dizlerim, karnım ve dirseklerim üstünde sürünürken. Kadınlığımın pürtüklü mağaralarında
hayalin için dahi olsa sana da yer açtım ama sen bir türlü giremedin o geniş eşikten
içeriye. Kimsenin sığamadığı zihnimin dar dehlizlerine o çocuksu cüssenle sığmayı
başardın ama her akşam cam gibi parçalanan ve her sabah yeniden toparlanıp
tutkalla yapıştırılan bedenime bir adım bile yanaşamadın. Ay ışığının çarpıp
yumuşattığı ıslak kaldırımlarda hep senin silüetini gördüm ama sen bir kere
bile görmedin beni, varmadın farkıma; çalıştığın okulda karşılaştığın, yıllarca
aynı katta çalışmış olmanıza rağmen adlarını öğrenme zahmetine bile
katlanamadığın o çıtı pıtı idareci kızlara cömertçe dağıttığın mahcup gülümsemeni
benimle bir kere bile paylaşmadın. Tıpkı, doğmamış çocuğumun, doğuma birkaç
hafta kala kaybettiğim oğlumun annesinin yüzünü bir kere bile görememesi
gibiydi aramızda gerçekleşen met cezir hadisesi. Ben sana yakındım, sen
kendinden bile uzaktın. Ben cıvıl cıvıl dünyaydım, sen ıpıssız ay! Ben çömlek
gibi şişkin karnına bakıp hayaller kuran anne adayıydım sen varışı müjdelenmiş
olan kutlu yüz. Evet, ben onu da aylarca beklemiş, onun bana bakıp
gülümseyeceği günü hayal etmiş, bana “anne” diyeceği ânı bedenimdeki tüm
hücrelerle arzulamıştım. Ne o bakabildi yüzüme ne de sen! Ne o sevebildi beni,
ne de sen! Ondan bana her daim yanımda gezdirdiğim ve hiç büyümeyen altı-yedi
yaşlarında, dolgun yanakları soğuk havalarda pembeleşen gözleri ışıl ışıl bir
rüya kaldı. Senden ise metruk bir kent, soğuk bir gezegen ve içinde akreplerin
ve yılanların cirit attığı ürkünç bir çöl gecesi. Yangzte nehrinin karşı
yakasında kalmış topal yavru tavşanlardınız ikiniz de. Sizi takip ederken nehir
boyu aşağı doğru koşuyor, umutla ve sevdayla önüme çıkan çalı çırpıları elimin
tersiyle itiyor, tenimi yırtıp kanatan dikenlere aldırmıyor, kimi zaman sizin
bana bu derece yakın olmanıza şaşırıyor, ara sıra daralan nehir yatağıyla
umutlanıyor ama nihayetinde Doğu Çin Denizi’nde son bulan maceramın makus
kaderini değiştiremiyordum. En çok acı vereni de neydi biliyor musun Naci Hocam?
Uyku tutmayan gecelerde o altı-yedi yaşlarındaki çocuğun pürüzsüz yüzünün senin
tıraşsız yüzündeki beneklerle buluşması, onun yüzünde senin gözlerinin, senin
yüzünde onun dudaklarının belirmesi, aklımın başımdan gitmesi ve tüm bu kafa
karışıklığının sonunda kendimi, sabahın üçünde balkonun serin demirlerine
dirseklerimi dayamış bir halde sessizce ağlıyorken bulmam…