Güzortası Bayramından iki gün önce, nadiren görüştüğüm bir aile dostumdan kısa bir sesli mesaj aldım. “Weichao Abi, nasılsın?” demiş, sonra da benim yanıtımı beklemeden ikinci bir sesli mesajla devam etmiş, “Çalıştığım şirket bana birkaç kilo elma verdi ama ben yarın tatile çıkıyorum. On gün boyunca da evde olmayacağım. Elmaları sana yollasam olur mu? Zayi olmasınlar.” Önce gurur yapıp “Hayır, olmaz!” demek geçti aklımdan. Alan el değil, veren el olmak abiliğin şanına daha çok yakışır ya! Sonra düşündüm, “Verecek bir şeyim yok ki, hem olsa bile vermek değil vermek düşüncesidir makbul olan.” dedim kendi kendime. Önce onun aklına geldi işte, kabul et. Hem kimi kandırıyorsun sen, kime caka satıyorsun? Nedir bu afra tafra! Bir yandan kafamın içindeki atışmaları dinlerken, diğer yandan da ilk yazdıklarımı ufak bir parmak hareketiyle siliverdim. Aklıma o anda başka bir bahane geldi. “Olmaz canım, maalesef benim çalıştığım şirket de bana elma verdi” diye bir yalan uyduracaktım. Güya, maçın başladığını bile fark etmemiş olan rakibini anlık bir ense kol hareketiyle tuş eden güreşçi gibi ellerim ve ayaklarım zıpzıp havada –hakem bile şaşkın, ne oluyor lan diyor şapşal bakışlarla!- meseleyi kapatacaktım. Ama yapmadım, yapamadım. Neden bilmiyorum... Belki de aklıma gelmedi. Şimdi, olayın üzerinden aylar geçtikten sonra, geçmişe dönüp o ânı kafamda tekrar kurguladığımda aklıma iki olası neden geliyor. Birincisi çalıştığım şirket son günlerde duyageldiğim tüm söylentilere rağmen bu bayramda meyve falan vermemişti. İşyerindeki herkes bu yıl elma vereceklermiş diyordu ama ortada eyleme yönelik bir icraat yoktu. Hep laf hep laf. Bak, başkalarının şirketi nasıl da biliyor çalışanının değerini?.. İkinci neden ise arkadaşımdan bu mesajı alınca çok uzun bir zamandır elma yemediğimi fark etmiş olmamdı. Üzüm yiyordum, armut yiyordum, arada erik yiyordum, hatta yaz bitmiş olmasına rağmen karpuz yiyordum ama elmayı nedense uzun süredir ne görmüştüm ne de yemiştim. Tadını bile unutmuştum. Azıcık değişiklik fena olmaz diye düşünmüş olmalıydım. “Olur” dedim, çok da nazlanmadan. “Yolla gelsin, azar azar yerim. Yiyemediklerimi de dağıtırım, eşe dosta veririm”. Arkadaşım yanıt vermedi. O da biliyordu benim pek de öyle eş dost canlısı birisi olmadığımı. Bildiğin müzmin bekâr, kronik yalnız, patolojik umutsuz bir adamdım ben. Adresimi yazdım, dış kapıya değil de dairenin kapısına bıraksınlar diye binaya giriş için geçici şifreyi paylaştım. Sonra da teşekkür edip işimin başına döndüm.
Günlerden Çarşamba’ydı, hava kalın bir
battaniyenin altında terleyen sıtmalı bir hasta gibi sıcak ve nemliydi,
telefona gelen mesajlar “Ufak Köpek” adını verdikleri bir fırtınanın
yaklaştığından bahsediyor ve vatandaşları sıkı sıkı tembihliyordu. Bak nasıl da
hatırlıyorum, felaket öncesini en ufak bir ayrıntısını dahi unutmadan hatırlayabilen
insan zihninin gerekçesi nedir acaba? Eskiye dönüşü kolaylaştırmak, mazinin
kucağında teselli bulup mutlu olmak, farazi solucan delikleri yaratıp
yaşanmışlıkları yaşanmamış hale getirmek mi? Yoksa, bedeni arafta kalmış bir
sarkaca dolayıp sonsuza kadar sürecek bir gel-git nostaljisine yol açmak mı?
Kim bilir? Benim bildiğim tek bir şey vardı. Bu hikâyenin de yazılmasının nedeni
olan olaylar o akşam, benim yorgun bir halde, ayaklarımı sürüye sürüye eve
dönmemle başladı. Binaya girdim, asansöre bindim, kıçı sidik kokan köpeğe ve
koltuk altı buram buram ter kokan yaşlı amcaya aldırmayarak gözlerimi kapattım,
on dokuzuncu kata kadar nefesimi tuttum. Asansörden çıkıp daireme yöneldiğim
âna kadar elmaları unutmuştum zaten. Kafam; bütün gün şirkette işleme soktuğum
sigorta başvurularıyla ve prim hesaplarıyla dolmuş; içi su dışı diken kaplı puf
balığı gibi şişmiş, zehrini zerk edecek uygun bir ortam arıyordu. İşte o anda
gördüm kutuları. Her biri büyük boy bir mikrodalga fırın boyutlarında, üst üste
konunca belime kadar gelen, üsttekinin ağırlığından olsa gerek alttaki biraz
ezilmiş iki kocaman karton kutu. İstemsiz bir “Ohaaaa!” çıktı ağzımdan. Ön
tarafa yapıştırılmış etikete bakıp göndericinin adını okudum. Evet, bunlar onun
gönderdiği elmalar olmalıydı. İyi ama neden bu kadar çoktu. Hani birkaç kiloydu!
Küçük bir market poşetine sığacak kadar olması gerekmiyor muydu? Ellerim
titreyerek anahtarı deliğe soktum, kapıyı açtım. Meimei gıcırdayarak açılan
kapının ağzına gelmiş, aldığı elma kokularından mayışmış bir halde mahmur
gözlerle bana bakıyordu. Anlamıştı şapkanın içinden işine yarayacak bir
tavşanın çıkmayacağını. Kutuların alttakini ayağımla itekleyerek dairenin içine
doğru sürükledim. Işığı açıp kapıyı kapatır kapatmaz telefonuma sarıldım. Tam
“Hani birkaç kiloydu, koca elma bahçesini göndermişsin!” diye çemkirecektim ki
aklıma mesajları tekrar dinlemek geldi. İşaret parmağımla, deliğe kaçmış bir
değerli taşı çıkarmaya çalışır gibi o sabah gelen ilk mesajı aradım. Bulmam
uzun sürmedi. Bacağıma sürtünen Meimei’i çevik bir ayak hareketiyle masanın
altına doğru savurup ikinci mesajı tekrar dinledim: “Weichao Abi, çalıştığım şirket
bana birkaç koli elma verdi ama ben yarın tatile çıkıyorum. On gün boyunca da
evde olmayacağım. Elmaları sana yollasam olur mu? Zayi olmasınlar.” Göğsümün
ortalarında bir yerlerden güçlü bir gülme arzusu doğdu o anda. Meimei’i
korkutup kanepenin arkasına kaçırtan kahkaham salonu öyle bir doldurdu ki ben
bile şaşırdım ses tellerimdeki bu beklenmedik güce.
Sonra oturdum kanepeye, sessizce bekledim,
Meimei’in korkusunu yenip saklandığı yerden çıkması uzun sürmedi. Yanıma
oturdu, gerildi, tırnaklarını ümitsizce kanepenin örtüsüne geçirdi. Daha fazla
zarar vermesin diye gıdısını okşadım, sol kulağını baş parmağımla işaret
parmağım arasında ovdum, yüzünü avcumun içine alıp başparmağımla alnını
okşadım. İyice yumuşadı, şımardı, elimi yalamaya başladı, yattı yuvarlandı.
Herhalde dedim bu halde uzun süre kalır, uyuklamaya başlar. Ama yok, hayvan
değil müneccim! Kıçını bana döndü, kış uykusundan yeni uyanmış bir ayı gibi iki
ayağı üzerine dikildi ve gözlerini kapının dibinde bıraktığım kolilere dikip
uzun uzun miyavlamaya başladı. “Ne yapacaksın bakalım bu kadar elmayı? Bari
ciğer falan getireydin, ben de yardım ederdim sana.” diyen muzip bir
haykırışla, içimde soğumaya bıraktığım külleri inadına inadına harlıyordu.
Baktım olmayacak, ensesinden tutup çektim onu. Kanepeye boylu boyunca yatırdım,
karnını okşadım, göbeğinin altındaki yağlı yumuşak yumruyu hafifçe sıktım.
Sonra da kalkıp kolilerin yanına gittim. Anahtarın sivri ucuyla üstteki koliyi
açtım; kesif, nahoş, sıcakta bırakılmış şekerli meşrubatlardan çıkan bayıltıcı
rayihaya benzer bir koku yüzüme çarptı. Elmalar gelişigüzel konmamıştı kolinin
içine. Marketlerde satılan yumurtalar gibi özenle yerleştirilmişti. 8x3’lük,
iki tabakalı, kalın bir karton, kolinin içine arada boşluk kalmayacak şekilde
oturtulmuştu. Hep binmek istediğim ama bir kere bile bana nasip olmayan iki
katlı Airbuslar geldi aklıma o anda, gelmesiyle de gitti bu hayal. Beynim,
kararsız kalıp afalladığım zamanlarda güvenli bir kaçış noktası olarak bildiği
hesap işine girişti hemen. 8x3x2x2=96 elma eder... Tam 96 elma. 100’den 4
eksik. Collatz Algoritmasıyla 12 adımda 1’e inecek bir sayı. Asal çarpanları
sadece 2 ve 3’ten oluşuyor, 400 ekleyince ya da 90 çıkarınca mükemmelliğe
eriyor... Hiçbir özelliği olmayan, sıradan bir sayı. Tıpkı benim gibi, tıpkı
işyerinde her gün gördüğüm müptezeller gibi. Tıpkı sokakları, çarşıları,
panayırları, stadyumları dolduran neden var olduğunu bilmeyen, daha da kötüsü
bu sorunun yanıtını merak etmeyen, hayatı para kazanmak, çocuk yapmak ve torun
sevmekten ibaret olan milyonlarca insan gibi! Yalnız başına yaşayan benim gibi
bir insan için çok büyük bir sayı olduğu da bir gerçek. Ne yapacağım ben bu
kadar elmayı? Günde 1 tane yesem, 3 ayda bile bitiremem. Bu arada çürümeye
başlarlar zaten. Dolaba koyacak olsam en fazla 20 tanesi sığar, peki ya
kalanları?..
Tam mutfak kapısını aralayıp, kolileri tezgâhın
üstüne kaldıracaktım ki Meimei’i masanın üzerindeki kendi resmiyle oynarken
gördüm. Resimde, iki haftalık tek gözü enfeksiyon kapmış Meimei vardı. Bir de
ona biberonla keçi sütü içiren benim elim. Sekiz yıl önceydi, fotoğrafı o
zamanlar sağ olan ablam çekmişti. “Bak, evlenmeden bebek sahibi bile
oluverdin.” diye dalgasını da geçmişti aklı sıra. Sonra da kızgın olduğu
zamanlarda annemin yüzünde görmeye alışkın olduğum bir ciddiyetle “Emin misin?
Sen kendine zor bakıyorsun. Kediye nasıl bakacaksın?” diye sormuştu. Emin
değildim, hayatta hiçbir şeyden emin olmadığım gibi bir kedinin bakımını
üstlenip üstlenemeyeceğimden emin değildim ama o zamanlarda kitaplarını büyük
bir şevkle okuduğum Nietzsche Abi’den öğrendiğim bir şey vardı. “Kaderini sev”
diyordu. Ben de sevecektim, sevemesem bile katlanacak, hayatın ancak ona
katlanılarak bana bir şeyler öğretebileceği gerçeğine yaşayarak tanık
olacaktım. Öyle de oldu, Meimei’in eve gelmesiyle hayatım değişmedi ama onun bana
tanıttığı başka dünyalardan, zamanla geliştirdiğim özdisiplinden ve beni
gocundurmayan ıssızlıktan çok şey öğrendim. Başıma gelen her şeyden -ister
inayet olsun isterse felaket- olumlu sonuçlar çıkarmayı ve bu sonuçları
öğrenilmiş dersler olarak hayatımın bilumum alanlarına yaymayı seçtim. Şikâyet
etmemeyi, sadece ve sadece planlarımız dışında gerçekleşen olaylar sayesinde
hayatı gerçek anlamda sorgulabileceğimizi, sadece ve sadece güvenli
alanlarımızın sınırlarının dışına çıktığımızda hayatın başkalarına nasip
olmayan sırlarına vakıf olabileceğimizi, sadece ve sadece kaderin önüne koyduğu
kapalı kutulardan çıkan fırsatlar sayesinde değişip gelişebileceğimi bana
Meimei öğretmişti, öğretmeye de devam ediyordu. Evet, o da bir kutudan
çıkmıştı. Çalıların arasına terk edilmiş, ıslak ve kirli bir kutudan. Şimdi ise
benzeri kutulardan 96 elma çıkmıştı. Bu elmalar ıslak ve kirli değillerdi.
Hatta, piyasadaki en iyi elmalar oldukları parlak ve pürüzsüz ciltlerinden
anlaşılıyordu. Şikâyet etmemeliydim. Yetişkin yaşıma kadar hayattaki en büyük
korkumun kronik bir vurdumduymaz olan babama benzemek olduğunu sanan benim için
aslında en büyük korkumun dev bir şikâyet makinesi olan anneme benzemek
olduğunu da bana Meimei öğretmişti. Şimdi de benzeri bir bilgelikle, benden bir
adım öteye geçmiş ve “Oluruna bırak” demişti. “Su akar yatağını bulur.”
değildir peşinden gidilesi gerçek, “Su akar yatağını yapar.”dır.
Bu düşüncelerle resmi Meimei’in patilerinin
arasından kurtardım, onun erişemeyeceği bir yere koydum. Sonra da ne yapacağını
bilen kararlı bir şef gibi hızlı adımlarla mutfağa daldım. Buzdolabı pek dolu
sayılmazdı ama yine de haftalar öncesinden kalma kokuşmuş sebzeleri atmak için
iyi bir fırsattı bu. Yeni bir siyah çöp torbası açıp; dibinde yeşil sular
birikmiş ıspanak, lahana ve marul poşetlerini, uçları güz yaprağı gibi sararmış
patlıcanı, zamanın darbelerine dayanamayıp iktidarsızlaşmış salatalığı, yürek
sıkıntısından içine doğru çökmeye başlamış domatesi, varoluşsal krize girip
tepelerinde sarımtırak küfler peydahlamış mantarları, suyunu kaybettiği için
golf topu gibi sertleşmiş yeşil limonları, ne zamandan kaldığını hatırlamadığım
dibindeki marmelatın katılaştığı kavanozları aheste hareketlerle –ağır kokuları
derin uykularından uyandırmamak için- bu siyah torbaya doldurdum. Yine de tüm
kararlılığıma rağmen sarımsak turşusuna, evrimin ilk aşamasını emekleyerek
geçirmiş ve son haliyle oyuncak bir bebeğe benzeyen zencefile; ablamın, vefat
ettiği günün sabahı “akşama içeriz” niyetiyle en üst rafa koyduğu ve o gün
bugündür elimi sürmediğim çilekli süt şişelerine, Kore Yemek Festivalinden
aldığım kimçi paketine dokunmadım. Yeteri kadar yer açılmıştı zaten.
Buzdolabına anlık bir devrim yaşatıp, kimlik krizine sokmak doğru olmazdı.
Şimdi sırada, kutularda huzursuz radyoaktif elementler gibi bekleşen elmaları
itinayla dolabın uygun yerlerine yerleştirmek vardı. Onu da çabucak
hallediverdim. Sandığımdan daha geniş çıktı dolap, 96 elmanın yarısından
fazlasını içeriye sığdırmayı başarmıştım. Üst üste, yan yana, sebzelikten
kapıdaki raflara kadar her yere elma doldurmuştum. Öyle ki dolabın kapağını
kapatıp tekrar açtığımda iki tanesi tıkıldıkları hücreyi beğenmemiş yeni
mahkumlar gibi kaçmaya çalıştılar. Düşenleri yerden alıp, geldikleri boşluklara
tekrar tıktıktan sonra kapıyı uzun süre açmayacağım umuduyla kapattım. Geride
kalan 42 elma hâlâ benim onlar için bir şeyler yapmamı bekliyorlardı. İyi dedim
kendi kendime, 42 meşhur bir sayı ne de olsa, 96 gibi gereksiz değil. İçinde 7
var, bu bile yeter özel olması için. Hem hayatın, evrenin ve içindeki her şeyin
nihai sorusunun yegâne yanıtıdır 42... İşte bu özel sayıyla müşerref olmuş
elmalara bakarken boşalan diğer kutuyu yere attım. Ardından beni bile şaşırtan
bir çeviklikle çıplak ayağımın ucuyla sert bir tekme vurdum kutunun böğrüne.
Havada taklalar atarak uçan kutu portmantonun önüne, içine bozuk paraları
koyduğum fincanın dibine düşmüştü. İşte dedim o anda, işte. Bu bir işaret, bu
bir simgesel mesaj, bu göklerin dile gelip ışıkları yanmayan iniş pistinin
ışıklarını yaktığı an. Kalan 42 elmayla ne yapacağımı artık biliyordum.
***
42 elmayı masanın üzerine dizdim. Önce 6x7 şeklinde,
sonra 3x14, en son da 2x21. Oturup bir süre onları izledim. Dünya onlara
güzeldi. Her kılığa girebiliyorlardı; ince ve uzun ya da şişman ve tıknaz
olabiliyorlardı. Canları hiç sıkılmıyordu. Hatta alınıp satılmaya, bir kutuya
konulup teşhir edilmeye gıklarını çıkarmıyorlardı. Kendime sormadan edemedim
tabii, elma olmak ne demekti? Dünyaya bir elmanın gözünden bakmak ya da bir
elmanın hissettikleriyle dünyayı algılamak nasıl bir şeydi? Bu soruyu hiçbir
zaman yanıtlayamayacağımı bilsem de zihnimi bu soruyla meşgul etmek hoşuma
gitmişti. Yine de aklımı bu düşünsel eğlenceye fazlasıyla kaptırmamalıydım.
Elmaları geldikleri kutuya özenle yerleştirdim ve bir elimde kocaman bir kutu
-neyse ki tepesinde tutacağı vardı- bir elimde de siyah çöp poşeti, aşağıya,
sitenin girişine indim. Amacım, site kapısının yanındaki masaya elmaları serip
giren çıkanlara elmaları satmaktı. Zor olmasa gerekti, tanesini 3 Yuan’a satsam
yeter de artar diye düşündüm. Baktım çok hızlı satılıyorlar, fiyatı 4 Yuan’a,
hatta 5 Yuan’a çıkarırım. Baktım hiç satılmıyor, 2 Yuan’a düşürürüm. Benim işim
bu zaten, ürün fiyatlamak, arz eğrileriyle talep eğrilerini çakıştırıp ortaya
çıkan kıvılcımın bahşedeceği kârı elde etmek. Sigorta poliçelerini satabilen
adam üç-beş tane elmayı mı satamayacak? Hem de kaliteli elmalar,
piyasadakilerin en iyisi, en dirisi, en güzeli, bal gibi tatlı şurubunu onu hak
edecek has insanlara sunacak olan ıssız orman pınarları… Bu son düşündüklerim beni
bile güldürdü, hatta biraz da ürküttü. Daha işe başlamadan havaya girmiş, her
zamanki tez canlılığımla parmağımı sokup sıcaklığını tespit etmeksizin bilmediğim
sulara dalmıştım. Ama olsun, arada böyle düşünmeden yaşamak, gelişine vurmak
lazım, değil mi? Hem ne demişler, tiyatro eğitimi soyunma odasında başlar. Nereden
baksan haklıydım, nereden baksan zafer beni bekliyordu.
Her şey istediğim gibi gitti, satış kısmı hariç.
Kutuyu üstü açık bir şekilde masanın üzerine koyup, iki yanına yapıştırdığım
beyaz kâğıtlara “Tanesi 3 Yuan” yazdım. Site girişinde görevli bekçinin kuşkucu
bakışlarına aldırmaksızın beklemeye başladım. Ne yapıp ne edip bu 42 elmayı
satmalıydım. Kalan 54 elmayla ne yapacağımı da yarın düşünecektim. Hem onlar
dolaba sığmıştı ne de olsa, en az on gün kadar bozulmadan kalacaklardı. Mühim
olan dışarıda kalan bu bahtsızları elden çıkarmaktı. Bekledim, bekledim,
bekledim… Gelen giden bakıyor, bakmayanlar gözlerinin kenarıyla süzüyor, nadir
de olsa site giriş çıkış yapanların bazıları durup elmalarla ilgileniyorlardı
ama “Şuradan iki elma sar da eve gidince çoluk çocuk birlikte yiyelim.” diyen
çıkmıyordu. Öyle ki bir süre sonra bu insanların bana hırsızmışım gibi
baktıklarını düşünmeye başladım. O yan yan bakışlarında, dudaklarının kenarında
bir belirip bir kaybolan alaycı kıvrımlarda, meyvenin kokusunu alınca şekli
değişen burunlarını zapt ediş şekillerinde hep bir yukarıdan bakma, hafife
alma, bir çeşit “Sen bizden değilsin.” ayrımcılığı sezmeye başladım. Neyse ki
çocuklar böyle değildi. Onlar çekinmeden, yargılamadan, sorgusuz, sualsiz
yanaşıyorlardı. Yedi sekiz yaşlarında bir çocuk cebindeki 5 Yuan’ı çıkarıp bana
uzattı. Uzun zamandır kâğıt para görmemiş olan ben önce afalladım ama kendimi
toparlamam uzun sürmedi. Hatta cesaretinden dolayı çocuğu tebrik ettim.
Üzerimde ona verecek 2 Yuan olmadığı için, iki elmayı bir poşete koyup çocuğun
eline tutuşturdum. “Al bakalım” dedim, “babana söyle, elmaları beğenirse benden
daha fazlasını alabilir.” Çocuk utangaç gözlerle bana bakıyordu, yüzünde ne bir
sevinç emaresi vardı ne de en ufak bir neşe. Sanki elma almak için
görevlendirilmiş bir askerdi de görevini yapıyordu, bir yandan da kendisini
gözetleyen ve eksiğini yakalamaya çalışan üstlerine mesaj veriyordu. Neyse ki
çok durmadı çocuk, poşeti alır almaz koşarak uzaklaştı, sitenin ağaçlık
kısmında gözden kayboldu. O kayboldu ama benim ümidim yeni alevlenmişti. İlk
müşteri ağıma düştüğüne göre devamı da gelecekti. Genelde böyle olurdu,
insanlar bir malı ya da hizmeti ihtiyaçları olduğu için değil, başkalarında
gördükleri için alırlardı. Bu da öyle olacaktı, çocuğun elindeki elmaları gören
bir yakını birazdan yanıma gelecek ve benden elma isteyecekti. Bir yandan
gökler tarafından vaat edilen bu ikinci kişiyi beklerken bir yandan da kalan
kırk elmaya bakıyor, onların bu konuda ne düşündüklerini merak ediyordum.
Alibaba’nın küplere saklanmış haramileri gibi heyecanla ve ümitle, her türlü
konuşmayı birkaç laf alışverişinden sonra fısıldaşmaya çeviren kadınlar gibi
fettan gözlerle bekliyorlardı. Neyse ki onların da benim de sabrettiğimize
değdi ve bizi çok bekletmeden ikinci müşterimiz tanıdık gölgesiyle beraber
yanımda beliriverdi. Gelir gelmez de kim olduğunu ve ne amaçla geldiğini açıkça
belirtti.
“Utanmıyor musun kardeşim küçücük çocuğu kandırmaya?
Ha? Bir de parasını almışsın bebenin! Senin gibiler hep böyle savunmasız
zavallıları hedef alır zaten. Yiyorsa yetişkinlere satsana! Almıyorlarsa vardır
bir bildikleri. Kim ne yapsın senin çürük elmalarını, bir de utanmadan sitenin
girişini kapatmışsın. Girene çıkana musallat oluyorsun. Kapatmadın mı? Daha ne
yapacaksın? Köprü başını tutan eşkıyalardan farkın ne be adam? Al elmalarını,
ver geriye çocuğun parasını. Ver, ver, itiraz falan istemem. Şikâyet ederim
bak. Mesele para meselesi değil, mesele prensip meselesi. Çocuğuma sokakta
gördüğü her şeyi almaması konusunda… Amaaaan sana ne! Uzat oğlum elmaları
satıcı amcaya, uzat. Hah, al elmalarını, ver şimdi çocuğa parasını. Ha şöyle,
herkes yerini bilecek, çok akıllıysan git yetişkinleri kandır. Benim oğlumdan
ne istiyorsun? Bir tek o mu enayi? Ne? Elmanın birisinin yarısı yenmiş mi? Ne
yapayım kardeşim ben elmanın birisi yenmişse. O kadar zayiat her ticarette olur.
Bunu el kadar velede elma satarken düşünecektin. Hem senin kâr marjın bit kadar
kaybı kapatacak kadar yüksektir. Ne yapayım şimdi, işi gücü bırakıp bir de sana
mı acıyayım, zararını mı karşılayayım? Hem suçlu hem güçlü olacaksın yani, öyle
mi? Olmaz, hele hele çocuğun gözleri önünde hiç olmaz. Aldım mı oğlum paranı.
Tamam, koy şimdi onu cebine. Hadi düş şimdi önüme. Git süpermarketten çikolata
mı alıyorsun, ne alıyorsan al. Yürü yavrum, yürü. Arkandayım ben. Hah, dikkat
et merdivenlerde. Düşeceksin, koşma…”
İşte böyle geldi, elma pazarımın ikinci müşterisi,
geldiği gibi de beni 41 buçuk elmayla baş başa bırakıp gitti. Elmaları poşetten
çıkarıp masanın köşesine koydum. Isırılmamış olanı iyice kontrol edip kutudaki
yerine yerleştirdim. Isırılmış olanın gerçi yarısından çoğu duruyordu. Tam elma
3 Yuan ise bu ısırılmış elma en azından 2 Yuan ederdi ama kimsenin başkasının
ısırmış olduğu elmaya ağzını sürmeyeceğini bildiğim için yapılabilecek tek
şeyi, belki de bir elmanın başına gelebilecek en güzel şeyi yaptım. Isırılmış
elmayı yakınlardaki bir ağacın sert ve kalın dallarının arasına sıkıştırdım.
Onu orada, gecenin ılık koynuna bırakırken içimde derin bir huzur belirmiş, su
içen sokak kedilerini izlerken duyduğum duyguya yakın bir duyguyla kendime
gelmiştim. Varsın bu sefer de bahçenin kuşları sabaha kadar ziyafet çeksinler, gagaların
darbeleriyle iyice incelen elma koçanı yere düştükten sonra da karıncalar ve kurtlar
kalanını halletsinler. Çekirdekleri de mümkünse toprağa karışsın, yeni ağaçlara
gebe kalsın, elma elmalığını mümkün olan en ulvi hedefin yolunda feda etmiş
olsun.
Elmayı ağacın kollarına teslim edip satış masama geri
döndüğümde içimde umut adına kalan son kıvılcım da sönmüştü. 41 elma ve ben
greve çıkar çıkmaz işten atıldıklarını öğrenen maden işçileri gibi ortada
kalmıştık. Gerçi, eve gitmeye hazırlandığım anda parktaki danstan dönen bir
yaşlı kadınla iki lafladık. Kadın bana elmaları nereden aldığımı, bu kadar
elmayla ne yapacağımı -buzdolabındaki 54 elmayı söylemedim ona-, elmaları ne
sıklıkta yediğimi sordu. Belki birkaç tane alır umuduyla tüm sorularını sabırla
yanıtladım ama kadın yanıtlarımı beğenmemiş olacak ki bana ve elmalara acıyan
gözlerle bakıp sitenin kapısına doğru ağır adımlarla yürüdü. O anda bana öyle
geldi ki bu yaşlı kadın bana sadece acımakla kalmıyor, bir de beni orada bir
başıma bırakırken suçluluk hissi duyuyordu. “Vah zavallı adam” diyordu içsesiyle,
“bu sıcak havada bir başına sokak ortasında…” Neyse ki gözden kaybolması çok
sürmedi. O sitenin girişinin sol kısmında kalan bir binaya girer girmez -tam
yedi kere dönüp baktı bize binaya girene kadar- ben ve 41 elmam evin yolunu
tuttuk. Eve girdiğimde aklım çelişkili düşüncelerle doluydu ama elmaları mutfak
tezgâhına gelişigüzel bırakıp salona geçer geçmez az biraz toparladım kendimi.
Meimei uyuyordu. Bir süre onun inip kalkan karnını izledim. Sonra da elime
telefonu alıp yakınlardaki bir lokantadan etli Lanzhou eriştesi siparişi
verdim. Yemek gelene kadar da telefonu elimden bırakmadım, binanın weixin
grubuna gün boyu gelmiş olan mesajları baştan sona okumaya, anlam
verebildiklerimin kim tarafından gönderildiğini saptamaya, anlam
veremediklerimin de ne amaçla gönderilmiş olabileceklerini çözmeye çalıştım.
***
Devam edecek...
* İleride öyküyü Çinceye çevirecek olan çevirmene not. Çincede gi ge (birkaç tane) ve gi he (birkaç kutu) kelimeleri, yazılışları çok farklı olsa da ses yönüyle benzeşmektedir. Bu benzerlik yanlış anlama olayının Çincede de gerçekleşebilmesi için yeterlidir.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder