Merdivenlerden inerken hissettim ilkin, lokantadan çıkmadan hemen önce ağzıma attığım anason çeşnili bir avuç çerezin boğazımı hafiften tahriş ettiğini. Azımsanamayacak derecede bir yanma hissi, gülünç denilebilecek bir gıdıklanma, ne kadar yutkunsam da yemek borumdan aşağıya inmeyen, inmemek için direnen, bilakis inatla tutunduğu boğazımın iç çeperlerini acıtan sinsi bir gıcıklık haliydi bu. Sanki küçük dilime takılmış bir zımpara kâğıdı, dikenini etime batırmış bir kaktüs bitkisi ya da ağzımın içine doluşmuş ısırgan otu yaprakları… Ben zorladıkça daha da çok yıpratıyor damağımın arka duvarındaki hassas dokuyu. ”İyisi mi vazgeçeyim, unutmaya çalışayım, o da durduğu yerde iyileşir.” diye nasihatte bulunuyorum kendi kendime. Hep yaptığım gibi, bu ülkede yaşadığım yıllar boyunca yumuşak bir zorbalıkla kendimi alıştırdığım gibi, daha öncekilerin bir işe yaramadığını bilen içimdeki diğer benin yılgın sesini ne pahasına olursa olsun susturmak ister gibi... Oluruna bırakıyorum tortuyu, ben onunla ilgilenmiyorken düzelsin istiyorum, ben onu unutayım ama hiçbir şeyi unutmayan zaman sırası geldiğinde söküp atsın onu tutunduğu pürtüklü yüzeylerden diye ümit ediyorum. Öyle unutayım ki hatırlayınca içimi yoğun bir neşe kaplasın, “Ahh!” diyeyim yokuş aşağıya seğirten gümrah bir heyecanla, “ne basit sorunlarla, ne anlamsız safsatalarla, ne lüzumsuz kuruntularla ağrıtmışım başımı!”
Platforma inince gideceğim yönü tayin edip, cam kapıların
birisinin arkasında beklemeye başlıyorum. Sağımdaki ekranda trenin gelmesine 3
dakika kaldığı yazıyor. Tekrar yutkunuyorum, “Belki gafil ânına denk gelirim de
anlık bir darbeyle mideme gönderirim” diyorum içimden. Kimdi o, Tanrı’yı gafil
avlayıp fotoğrafını çekmek isteyen? Bu topraklara ait olmadığı kesin,
uzaklardan, okyanusun diğer ucundan, benim doğup büyüdüğüm yerlere bile çok
uzak bir diyardan gelen bir sesti o. Yok, hâlâ orada, umurunda değilim ukala
şeyin. Balığın kılçığı gibi çengelini takmış boğazıma, belki de ben zorladıkça
bal görmüş karınca sürüsü gibi daha çok yayılıyor vücuduma, bir örümcek gibi sarıp
sarmalıyor iç organlarımı, bir sarmaşık gibi sabırla örüyor ağını iç dünyama.
“Bir parmak atıp çıkarsam mı acaba!” diye geçiriyorum içimden. Kendi bedenimi
tahayyül ediyorum o anda; yangın söndürme cihazlarıyla oturakların arasında
kalan parlak zemine çömelmiş bir halde, iki büklüm olmuşum. Hasta bir kuğununki
gibi upuzun ve takatsiz bir boynun ucunda sallanan zararsız bir gaga haline
gelmişim. Sapsarı kesilmiş yüzüm duvara dönük, ayaklarıma doğru ağır ağır akan
yeşil sıvı yanımdan geçenlerin cıkcıklamasına aldırmadan köpük köpük ışıldıyor,
yeni yakılmış bir buhurdan gibi ince bir duman yayılıyor merdivenlere doğru.
Maskem de bu yoğun lav akıntısının ortasına düşmüş, kâğıttan bir kayık gibi
yüzüyor, birazdan şelaleyi boylayacak salaş bir sandal gibi raylara doğru
sallana sallana ilerliyor. “Yok daha neler, o kadar da değil! Metro durağında
böğürerek kusmaya mı kaldık kala kala. Zamanı gelince çıkacaktır.” deyip
vazgeçiyorum bu anlık fanteziden.
Ehm ehm, ehhhhhm, ıhhhhh! Bana mısın demiyor! Tuvaletler de yukarıda
kaldı. Lanet olsun. Maskem de ağzıma girdi durduk yere! Tü, tü, tü… Gören var
mı acaba etrafta? Ne yapıyor bu adam böyle demesinler! Gerçi durakta pek fazla
yolcu yok, hafta içi bu saatte metro istasyonu ne kadar da sakin oluyormuş. Hep
gelmek lazım, en azından serin, sessiz, bomboş, dışarısı gibi insan kaynamıyor.
Her taraf ışıl ışıl, nasıl temizliyorlar, neyle temizliyorlar da bu kadar
parlıyor yerler acaba! Yüksek tavanlardan gelen ışığın, çarptığı her yerde bin
parçaya bölünüp dalgalar halinde istasyonun dört bir yanına yayılması da
izlemesi ayrı bir güzellik. Sanki şafak seyrine yüksek bir dağa çıkmışım da
güneşin ayaklarımın altında kalan her şeyi yıkayıp paklayan tayfları karşısında
içimde kabaran hayranlık hissi beni kösnül bir cümbüşün içine doğru sürüklüyor.
Ehm, ehm, ıhhhhh! Boğazıma değil de aklıma takıldı bu zıkkım. Güzel bir şey
düşünmeme bile engel oluyor, iki dakika zevk-ü sefa sürmeme izin vermiyor.
Nereden de attım ağzıma o kızartılmış fasulyeyi? Halbuki çok iyi biliyorum, ne
zaman yesem bu mereti kabuğu boğazıma yapışıyor, üzerine lıkır lıkır su içmem
gerekiyor tekrar rahatlamak için. Sana göre değil işte be adam, anla artık.
İstediğin kadar bu ülkede yaşa, bazı şeylere asla alışamayacaksın, bazı şeyler
derini kaşındırıp gözlerini acıtacak. Hem sen inat edip alışsan bile bünyen
reddedecek, sana küsecek, miden ve bağırsakların saatler sonra dahi olsa
intikamlarını alacaklar.
Öhhööö, öhhöööö… Canlı canlı yenen kalamarın, yiyen kişinin
boğazına yapışıp nümayiş düşkünü insanları yere sermesi gibi bu fasulye kabuğu
da benim sonum olur mu acaba! Yok ama, soluk alıp verebiliyorum nihayetinde.
Tek sorun boğazımdaki kaşınma arzusu, diş fırçasını sokup gümüş takımları
parlatır gibi ovalamak istiyorum orayı. Hak ettim ama, ne demişler, tedbirsiz hacet
gideren domala domala taş ararmış! Kim demişti bu lafı? Geçen haftaki tuvalet
fuarına beyaz yüz olarak katılanlardan birisi. Türk bir emekli kargo
pilotuymuş, karısından uzak bir gece geçireceği için mart kedileri gibi gördüğü
her kıza çengel takmaya çalışıyordu.
Sanki adamları bu fuar için özel olarak seçip getiriyorlar. Ha ha ha,
boğazım acıyor, gülemiyorum bile. Zıkkımı tıkınırken iyiydi, hapur hupur hapur
hupur, sadece ağzın değil kıçın başın her yerin bayram ediyordu taneleri midene
gönderirken. Hayır be adam, azıcık sahip çıksana iradene, az sonra metroya
bineceksin, hiç mi düşünmüyorsun ağzım kokar diye, hiç mi aklına gelmiyor diğer
yolcuları canlarından bezdiririm diye! Hadi başkalarını bırak, zevkten dumura
uğramış beynin hiç mi idrak edemiyor bu kadar hızlı yersem lokmayı soluk
boğazıma kaçırırım, geberir giderim diye. Gerçi biranın yanında iyi gittiydi
acılı acılı, ağzımın içi kâh yangın yeri oluyordu kâh buz gölü, kâh yanardağ kâh
okyanus… Şimdi de intikamını alıyor alçak şerefsiz! Hayat böyle işte, bir
kapıdan verip diğer kapıdan ücretini tahsil ediyor. Bunu idrak etmek için acı
çekmek şart mıydı? Şarttı tabii ki, başkalarının nasihatleriyle hayat
öğrenilseydi şimdiye dek çoktan yeryüzünde cenneti yaratmış olurduk. İlla o
hatalar yapılacak, ille baş yakılacak, illa herkesin ezbere bildiği bir takım
kadim acılar çekilecek… Ehm, ehm, ehm…
Metronun gelmesine 2 dakika var. İstasyon boyunca bir ileri bir
geri yürüyen güvenlik memuru kaşlarını çatıp bana bakıyor, gözleriyle ölçüyor
boyumu, kilomu, nereli olduğumu. Boğazımın yutkunduğunu, gözlerimin
sulandığını, şakaklarımın kızardığını da sezebiliyor mu acaba? Sezse ne olacak?
“Sen neden ikide bir boğazını temizliyorsun bakalım!” deyip hesap mı soracak
benim gibi yaşlı bir adama? Sanmıyorum; aşıların tamsa, test sonuçların
güncelse, masken takılıysa, girişte yeşil koduna ve vücut sıcaklığına
bakmışlarsa -hepsi de tamam bende- hiçbir aklı başında güvenlik görevlisi
boğazından hırıltılı sesler çıkaran bir yolcuyu hesaba çekmez. Başı belaya
girsin istemez çünkü. Hele ki benim gibi bir yabancıyla uğraşmayı göze alamaz.
Hassas bir denge var bu ülkede, herkesin bildiği ama kimsenin üzerinde
konuşmadığı. Çizgi alabildiğince ince, ifrata da tefrite de çok müsait. Hata
yaparım korkusuyla kimse inisiyatif almıyor, dolayısıyla tepedeki emir aşağıya
inene kadar bin kat daha sertleşiyor, bükülmez ve kırılmaz hale geliyor.
Kimsenin hata yapmaya, hususi durumlar için çözüm üretmeye, oturup bir kere
bile olsun “Ya, iyi güzel de biz bunu neden yapıyoruz” diye sormaya cesareti
yok. Kurallar kurallar kurallar… Zayıfları çizgide tutmanın tek yolu ya çizgiyi
kalınlaştıracaksın -Ha ha, nerede bizde o şans!- ya da çizginin iki tarafına
ateşten teller öreceksin. Bak bak bak, gözlerini nasıl da dikmiş bana, avına
odaklanmış bir kaplan gibi. Ne istiyorsun be adam, boğaz temizlemek de mi
yasak! Istakoz yedim az önce, deniz hıyarı ve kuzey denizlerinden gelme mavi
sırtlı yengeç yedim. Zenginim ben, saçıyorum paraları, metroya da sıradan
birisi gibi görünmek için biniyorum. Yürü git işine hımbıl herif, volta atmana
bak sen. Senin cakan ancak bu şehre yeni gelmiş ve senin o ucuz üniformanı
görünce süklüm püklüm olan göçmen işçilere söker! Ben on yıldan fazla bir
zamandır bu şehirliyim. Sen yokken ben vardım, anlıyor musun? Basıyor mu o
sümsük beynin? Bana doğru yürüyor, hay bendeki talihsizliğe. Ne olur ne olmaz,
ben yine de sessiz olayım, durduk yere başım derde girmesin, hah şöyle, örnek
vatandaş, her şeyi düşünür ama hiçbir şeyi söylemez. Aklı var dili yok. Dili
olduğu zamanlarda da aklı yok. Öyle, papağan gibi bir şey. Ayağımı da sarı
çizgiden çekeyim, eller arkamda, başım önümde. Hah, tamam oldu işte!
Uzun boylu, geniş omuzlu, siyah çerçeveli gözlük takmış görevli
yanımdan geçerken nefesimi tutuyorum. Bir arkadaşımın “Eskiden kalabalık içinde
osurmaya çekinirdik, şimdi öksürmeye çekiniyoruz.” demesi geliyor aklıma.
Gülmek istiyorum, bir şiş saplanıyor boğazıma. O acıyla daha fazla tutamıyorum
kendimi. Öksürmeye başlıyorum. Öhhö, öhhö, öhhhhööö… Maskemi hafiften çeneme
doğru indirince az önce yanımdan geçip giden güvenlik görevlisinin geriye dönüp
bana baktığını fark ediyorum. Eliyle maskemi ağzıma doğru çekmem için işaret
ediyor ama hiç de öyle uyarıları dinleyecek halde değilim. Salıyorum kendimi,
artık kararlıyım boğazıma saplanmış ve kök salmaya ant içmiş o kabuğu tutunduğu
yerden koparıp atmaya. Öksürmeye, aksırmaya, yırtınmaya devam ediyorum. Lanet
olası kabuğun laf dinlemeyeceği aşikâr, artık istenmediği kendisine açık açık
belirtildiği halde bir türlü evi terk etmeyen arsız misafir gibi. Güvenlik
görevlisi bana doğru yürüyor. Neden bilmiyorum, anlamlandıramadığım bir
kaygıyla ben de aynı yönde yürümeye başlıyorum. Bir yandan öksürürken bir
yandan da trenin platforma varacağı zamanı kontrol ediyorum. Evet, 1 dakikadan
az kalmış, belki kırk saniye, belki yirmi. Bu şekilde yürürsem güvenlik
görevlisi bana yetişemeden ben trene kendimi atmış olurum. Bu iyimser düşünce,
bu minicik umar kırıntısı kesiyor öksürüğümü. Tamam diyorum içimden, herhalde
çıktı kabuk, ağzımın içinde dolanan yabancı bir cisim arıyor dilim, yuvasından
dışarıya kafasını çıkarmış bir yılan gibi dişlerimin arasında geziniyor. Bir
şey bulamayınca eski taktiğe geri dönüyorum. Yutkunuyorum. Hayır, hâlâ orada.
Jilet kesiği gibi acıyor boğazımın sol yanı.
Ehmmm, ehmmm! Trenin ışığını görüyorum uzaktan, yaklaşıyor,
yaklaşıyor, arkamdaki güvenlik görevlisi bağırıyor. “Hey sen, bir bakar mısın?
Neyin var?”. Ayak seslerini işitiyorum, sıklaşarak bana doğru geliyorlar. “Bir
şeyim yok” diyorum zayıf bir sesle, o kadar zayıf ki bana ait değil sanki. Tren
yavaşlıyor, vagonlardaki koltuklara oturmuş, gözlerini cep telefonlarına gömmüş
yolcuları görüyorum. Sona doğru yolcu yoğunluğu da artıyor iyice. Ya da
psikolojik bir yanılsama bu. Seçenekler azaldıkça kaçırdığı fırsatların
değerini daha iyi kavrayan bilincin bana ve tüm insanlığa oynadığı basit bir
oyun. Güvenlik görevlisi bana ulaşmadan binebilecek miyim trene? Yoksa
enseleyecek mi beni? Bendeki tüm bu kuruntulara rağmen metro durağında benden
ve güvenlik görevlisinden başka hareket eden yok sanki. İki vagon beride bir
anne ve çocuğu cam kapıya iyice yanaşıyorlar. Kadının bir elinde telefon var,
diğeriyle çocuğunun kolunu tutmuş. Onların da berisinde yaşlı bir adam var, o
da cep telefonuna bakıyor. Duraktaki ışıklar o tarafta etkisini yitiriyor olsa
gerek ki telefonun ışığının adamın yüzünde bıraktığı ışıltıyı görebiliyorum.
Tapınaklardaki Buda heykellerinin kafaları gibi, aydınlanmış, sükuna ve huzura
ermiş. “Hey sen, sakın binme trene. Konuşalım önce!” Cam kapı açılıyor, ama
binmiyorum. Bir sonraki kapıya yöneliyorum. Ne yapıp ne edip arkamdan binmesine
izin vermemeliyim. Anonslar, uyarılar… “Lütfen kapı kapanma sinyali öttükten
sonra içeriye girmeye yeltenmeyiniz.”, “Lütfen metro içerisinde müzik dinlerken
kulaklıklarınızı takınız”, “Lütfen vagonları kirletmeyiniz.”, “Lütfen
birbirinizle bağıra çağıra…” Bir kapıyı daha geçiyorum. Çok seçenek kalmadı
önümde. Son iki vagon. Kapı kapanma sinyali ötüyor, güvenlik görevlisi hâlâ çok
yakınımda değil ama her an yakalanabilirim. Komşu şehrin metrosunda cam
kapılarla vagon arasına sıkışıp feci şekilde can veren yaşlı kadın geliyor
aklıma. O da kapı kapanma sinyalinden sonra binmeye kalkmıştı değil mi? Kaynar
bir ürperti göğsümü yakıyor. Dönüp bana doğru yaklaşan güvenlik görevlisinin
yüzüne bakıyorum. Telaşlı gözleriyle yapacağım hareketi tahmin etmeye
çalışıyor. Boğazımda o acıyı tekrar hissedince istemsizce öksürüyorum. “Öhhö,
öhhö, öhhööö” Kendimi kapıdan içeriye atıyorum. Omzum kapıya tam sıkışacakken
basit bir kalça hareketiyle vücudumu döndürüp vagona dalıyorum. Bu yaşta bu
çeviklik, büyük bir aferini hak ettim. Kapı arkamdan kapanıyor. Güvenlik
görevlisi arkamdan bağırıyor. “Neyin var dedim be adam! Kaçarak beni daha çok
şüpheye düşürüyorsun.”
Kapının hemen yanındaki boş koltuğa oturuyorum. İçerisi istasyona
göre daha serin, benden başka dört yolcu daha var. İlki turuncu tulumun içinde
şekerleyen genç bir işçi, diğeri telefonunda oyun oynayan bir lise öğrencisi,
sonuncular da telefonunda mesajlaşan bir anneyle bacaklarının arasına
sıkıştırdığı küçük kızı. Onlar beni çok umursamaz diyerek hırıltılar çıkararak
boğazımı temizleme gayretime devam ediyorum. “Ehhhm, ehmmm, ehmmmm…” Seninkisi
inatsa benimkisi de inat! Öyle değil mi pek sayın fasulye kabuğu! “Ehhhm,
ehmmm, ehmmmm…” Yolcuların umurlarında bile değilim. Şurada düşüp bayılsam
trenden inmek üzereyken ayakları takılınca fark ederler. Tabii yani, daha mı
önemliyim ben oyundan. Keşke ben de oyun oynayabilseydim şimdiki gençler gibi.
Görüyorum arada, parklarda ya da alışveriş merkezlerinde, üç beş genç bir araya
gelip cep telefonlarında birbirlerine karşı oyun oynuyorlar. Onların o sessiz
sedasız, adeta bir şamanın büyüsüne kapılmış da transa geçmiş gibi görünen
durumları bana aşırı dozdan dolayı sokak ortasında yığılıp kalan bağımlıları
anımsatıyor. Biz küçükken yoktu böyle şeyler. Büyüyünce de iş işten geçmiş
oldu. Oysa kim istemez ölüp ölüp dirilmeyi, karşına sert bir kaya çıktığında
tali yola sığınıp bir süre dinlenmeyi, ikinci bir hayatı birincisinden aldığın
derslerle sıfırdan şekillendirmeyi. Ya da tam tersine, ikincisinden
öğrendiklerinle birincisinde caka satmayı! Bizimkisi hayatı tek atımlık bir
oyun olarak yaşamak. Ölümü de ancak boğaza bir şey kaçtığında ya da uzun zaman
görmediğin bir akrabanın vefat haberini aldığında akla getirmek. Hep derim ben,
yaşlanıp başkalarının eline düştükten sonra ölmek yerine, kendi kendimin
işlerini halledebildiğim bir zamanda ölmeyi yeğlerim. Arkamdan, “Çok
yaşlanmıştı moruk”, “Öldü de kurtuldu”, “Ona da zordu, ona bakana da”
demelerini istemem doğrusu. Tam tersine “Daha yapacak bir yığın işi vardı.”,
“Yaşasaydı kim bilir ne projelere ön ayak olacaktı”, “Genç gitti, ardından
gelenlere öğreteceği o kadar çok şey vardı ki” desinler, hakikaten üzülsünler
gitmeme, eksikliğimi hissetsinler. Varlığı yokluğu aynı olan bir insansan ve
arkanda bıraktığın boşluk bir gün içinde dolduruluyorsa hiç yaşamamışsın
demektir. Öyle değil mi, öhhhööö öhhööö… Öğrencinin ilgisini çekmeyi
başarıyorum ama hepi topu iki saniye sürüyor çocuğun bakışları. Bu bile büyük
başarı. Ürkmüş olmalı. Burnunun ucuna düşmüş olan maskesinin en üst kısmını
işaret parmağıyla baş parmağı arasında, tıpkı bir pilicin ümüğünü sıkar gibi
sıkıyor. İyice yukarı çekiyor. Şimdi bir de bu moda oldu, eskiden gözlüğümüzü
işaret parmağımızla yukarı doğru hafifçe iteler ya da çerçeveyi laboratuvardaki
petri tabağı gibi tutup düzeltirdik. Bu hareketle kızlara çekici görünmek gibi
bir amacı da gizlice güder, herkes öyle düşündüğü için de amacımıza bir nebze
ulaşırdık. Öyle ya da böyle; sırf ceketin altındaki saat görünsün diye
gözlüğüne dokunan film yıldızlarının, cazibesine kapıldığı erkeğe ondan
etkilenmiş olduğunu gözlüğünün sapını dişlerinin arasına alarak gösteren
sarışın bombaların posterlerine bakarak geçti bizim gençliğimiz. Şimdilerde
maskenle yaşadığın ilişki karşındakine verdiğin mesajı belirler oldu. Bir de
maskelerini indirirken adeta bir sapanı gerer gibi kulaklarına asılanlar var.
Onların derdi ne acaba? “Yetti artık, git başımdan!” demenin yeni yöntemi mi
yoksa?...
Tren duruyor, yeni yolcular biniyor. Üç genç kız, şakalaşarak
giriyorlar vagona, tam karşıma oturuyorlar. Yeni çiçek açmış birbirinden zarif
üç erik ağacı. Vagonun içi bahar havasıyla doluyor bir anda. Şimdi gel de boğazınla
cebelleş. Üçünün de maskesi pembe, ya aynı yerde çalışıyorlar ya da aynı
mekânda bir etkinliğe katılmışlar. Kaçar mı benden! Üzerlerindeki çiçekli
böcekli elbiselere bakılırsa bugün özel bir gün onlar için. Ehmm, ehmm, ehmm,
hhhımmm, hhhımmm… Elleri hemen maskelerine gidiyor. Burunlarını tamamen
kapatacak şekilde kaldırıyorlar bezi, neredeyse gözleri de örtülecek. Doğrusu
da o zaten, burundan giren virüs gözden girmiyor mu? Öhhhöö, öhhhööö… Bu
sonuncusunu bilerek yaptım, tepkilerini ölçmek için. Beklediğimi de görmüş
oldum. Ödlekler! Ahmaklar! Öksüreyim de görün gününüzü, öksüreyim de daha çok
korkun. Öhhööö, öhhööö, öhhööö… Karnıma bastırıyorum boğazımdan geçecek havanın
tazyikini arttırmak için. Hafif bir titreşme hissediyorum dişlerimin arasında.
Ha gayret, çıkacak bu sefer. Öhhöö, öhhööö… Aralarında fısıldaşıyorlar, sonra
da mini eteklerini iki yandan çekiştirerek kalkıyorlar oturdukları yerden,
yüksek topukların üzerinde bir yengeç gibi yalpalayarak diğer vagona
geçiyorlar. Ay çok umurumdaydı, defolun gidin, hemen en yakın polis karakoluna
haber verin, metroda birisi öksürüyor diye ihbarda bulunun tıpkı eli bıçaklı
bir magandayı polise bildirir gibi. Siktir olun gidin, burası boğazına
takılan kılçıkları ne pahasına olursa olsun çıkarmak isteyenlerin vagonu. Ha ha
ha… Susmayacağım işte, öhhöö, öhhööö, öhhööö… Trenin içinde mekik dokuyan genç
güvenlik görevlisini o anda fark ediyorum. “Eyvah” diyorum, “bunları unuttum!”
Genelde iki tane olurlar, tren içinde bezgin bir halde, çölde susuz kalmış iki
bedevi gibi yürürler. Gözümün ucuyla onları izlemeye başlıyorum. Birisi
diğeriyle vagonların birleştiği yerde karşılaşıyor. Aralarında göz kaş
işaretiyle iletişim kuruyorlar. Tıknaz olan ikide bir bana bakıyor çaktırmamaya
çalışarak. O an aklıma düşüyor, duraktaki güvenlik görevlisinin trendekilerle
iletişim halinde olabileceği. Bana yol göründü diyorum içimden. Bir sonraki
durakta inip caddeye çıkayım bari. Yol kenarındaki dükkânların birisinden su
alır, boğazımdaki kabuktan kurtulduktan sonra metroya geri dönerim. Güvenlik
görevlisi maskemi yukarı çekmem için eliyle işaret ediyor. Maskem zaten
yukarıda, ne yapayım kafama çuval mı geçireyim! Bana bakıp anlamsızca
gülümsüyor. Belli ki duraktakinden haberi yok ya da haber henüz ulaşmadı
kendisine. Derin bir oh çekip arkama yaslanıyorum. Anonsları, çaprazımda kalan
gencin telefonundan gelen sesi, trenin altından gelen uğultuyu dinliyorum bir
süre. Kafamın içinde sevdiğim müzikleri çalmaya yelteniyorum. Çello ile
çalınmış Für Elise geliyor ilkin nedense. Annem çok dinlerdi
gençliğinde. Dünyanın en neşeli insanına “Ben neden intihar etmiyorum?”
sorusunu sordurtacak bir parçadır bu. Tam tersi de mümkün olabilir. İntihara
meyilli, yaşamın dertleriyle malul bir zihne “Lan, benden de beterleri var.”
dedirtip onu hayata da döndürebilir. Hayat dediğimiz şey, en sıradan
düzlüklerden yola çıkıp en umulmadık, en sıra dışı, en fantastik zirvelere
varabilme sanatından başka nedir ki zaten…
İneceğim durağa beş durak var daha. Karşı camda kıpraşan siluetime
bakıyorum arada. Bir yandan da elimle boğazımı okşuyorum, belki içerideki
kasların beceremediğini dışarıdan destekle hallederim. Hırıltılarımı en aza
indiriyorum, onlar gibi görünmeye çalışıyorum, kalabalığın içinde herhangi
biri; sabahtan akşama kadar kendileri için belirlenmiş sınırlar içerisinde
otlayıp süt vermekten, zamanı gelince çiftleşip sürüye yeni üyeler katmaktan ve
yaşadığı sürece mevcut düzeni bozmamak için meeee meeee meeee demekten başka
bir şey yapmayan sıradan bir koyun oluveriyorum. Olur mu, yapabilir miyim
gerçekten? Kendi kendine yanan ve ışığını kimseye göstermeyen bir deniz
fenerinin varlığının ne anlamı vardır ki? Maskemi sıkıp öksürmeye başlıyorum
tekrar. Pek umudum yok ama olsun, belki bu sefer başarırım. Karşı camdaki titrek
görüntülere bakarken aklıma sosyal medya hesabından virüsle yaşamayı
öğrenmeliyiz diyen öğretmen geliyor. İki hafta kodes, hesabının kapatılması,
çalıştığı okuldan atılması. Çizgi o kadar ince ki, dışına taşmamak imkânsız,
ânında mıhlıyorlar adamı, ânında hizaya sokuyorlar. Sen sabahtan akşama kadar
elinde çekiçle gezersen doğal olarak gördüğün her sivri şeyi çivi telakki edip,
ânında ezersin. Anaokuluna giden çocuklar bile daha özgürler bu ülkede. En
kötüsü de çizgiden çıkan kişinin ağzından yazılan özürler. Yer miyim lan ben!
Çocuk mu kandırıyorsunuz? -Eveeeeeet, aynen öyle, çocuk kandırıyoruz! Bugüne
kadar işe yaradı, bugünden sonra da…- Böyle bir ortamda virüsle yaşamayı
öğrenmeliyiz deme cesaretini gösteren bir insan iki gün sonra, yani hapse girmeden
hemen önce hakkında haber yapan gazeteciye “Çok büyük eşeklik ettim, devlet
büyüklerim beni affetsin, ben ettim siz etmeyin, tarifsiz bir pişmanlık
içindeyim.” der mi? Demez, ama o demese bile gazeteler o demiş gibi yazarlar
haberi. Orta parmağını gırtlağına kadar sokup orada takılıp kalmış olan balık
kılçığını çıkaran adama “Hayır efendim, çıkaramazsınız, geri koyun onu yerine.”
demekten ne farkı var bunun? Yok ama, meeeeee meeee meeeee! Mutlu olmak
istiyorsan meeeee, sorunsuz yaşamak istiyorsan meeeeeee, para kazanmak ve
ailenle birlikte kazandığın paranın keyfini sürmek istiyorsan meeeeee!
Dört durak kaldı. Tıknaz güvenlik görevlisi yine geçiyor önümden.
Boğazımı sıkacakmış gibi dikizliyor gözünün kenarıyla. Sık, gel sık, belki sen
çıkarırsın benim çıkaramadığımı. Sanki düşüncelerimi okuyor, koyun postuna
bürünmüş kurdun sinsi gözlerine baktığının farkında sanırım. Bir bahane arıyor
zihninde, durup sorgulayacak beni, hasbelkader girdiği metro güvenliği işinin
üzerine giydirdiği üniformanın hakkını vermek istiyor. Hoş, hangimiz farklıyız
ki! Ben de onun gibi bir göçmenim sonuçta, yüzüm pembe, seyrelmeye başlayan
saçlarım sarı, gözlerim fındık yeşili olunca farklı mı oluyoruz? Bu şehirde
herkes misafir, herkes “Ocakta yemeğim var, şu kanepenin köşesine azıcık
ilişeyim, birazdan evime gideceğim!” diyerek gelmiş ama sonrasında bir daha
geri dönememiş zoraki turistleriz. Bunu en iyi, dev mantarları andıran yaşlı
ağaçların dibinde ya da parklardaki masaların etrafında kümelenip iskambil
oynayanlar bilir. Her biri ülkenin farklı bir yerindendir. Birbirlerinin
ettikleri küfürleri bile anlamazlar ama oynadıkları oyun onları birleştirir.
Geçici bir masalın cazibesi sayesinde bir araya gelip, kısa bir süre için
yalnızlıklarını unuturlar. Oyun denilen yapay kimlikler yaratma eylemi zaten
başka ne işe yarar ki! Hoş, öyle bir devirde yaşıyoruz ki tüm kimlikler yapay,
tüm değerler birbirlerine sıkı sıkıya bağlı büyük masallardan ibaret. Bak
gidiyor üniformalı delikanlı, benimle oyalanacak bir bahane üretemedi demek ki.
Ben de iyi tuttum öksürüğümü… Şimdi azıcık rahatlayayım, ağzımın içi talaşla
doldu sanki. Öhhööö, öhhööö, öhhhööö! Boğazımın sol yanı daha az acıyor şimdi,
alıştı sanırım orayı işgal eden yabancı cisme, bükemediği bileği öpmeye karar
verdi herhalde. O alıştı ama güvenlik görevlisi alışmadı metroyu işgal eden bu
yabancı adama! Dönüp bana bakıyor tekrar, içimdeki kurdu görmeye çalışıyor.
Boşuna uğraşma delikanlı, senin gibi çok çaylak gördüm ben bu coğrafyada. Öyle
birkaç tehditkâr bakışa pabuç bırakacak kadar korkak olsaydım bu ülkede bunca
yıl yaşayıp, yıllardır yaptığım işi hâlâ yapıyor olamazdım.
Gidiyor, arkasındaki gücün simgesi olmaktan başka bir işe
yaramayan üniforması da onunla birlikte uzaklaşıyor. Ben ömrüm boyunca üniforma
giymedim, üniforma giyenlere de hep gıcık oldum. Ne doğru dürüst bir arkadaş
çevrem oldu ne de kayda değer bir gönül ilişkim. Kadınlarla ilişkilerimde, ucuz
lokantalardaki yemek çubuklarının talihsiz uyumsuzluklarından ileriye gidemedim
maalesef. Kıçlarımız uyum gösterse uçlarımız birbirine uzak kalıyordu,
uçlarımızı birleştirsem kıçlarımız ayrı dünyaların müziklerini çalıyordu. On
beş yıl önce bu ülkeye bir viski reklamının çekimi için gelmiştim, geliş o
geliş. Yağmur dursun da evime öyle giderim deyip yıllarca evine dönemeyen ve
nihayetinde misafir kaldığı evin kızıyla evlenip kendine yeni bir yuva edinen
öykü kahramanı gibi takıldım kaldım buraya. Bir barda kavga çıkarıp, barın
güvenliğinden sorumlu iki izbandut tarafından karga tulumba kapı dışarı atılan
bir sarhoşu oynamıştım o viski reklamında. O kadar güzel oynamışım ki o gün
bugündür hep aynı rolleri oynayarak sağladım geçimimi. Yerli halkın gözünde
kendisini kontrol edemeyen, içtikçe sapıtan, sapıttıkça yaralarını açıp
başkalarına teşhir etmekten zevk alan, hatta kimi zaman ulu orta yaralarını
yalayan, bu şekilde “içiyorsam haklı bir gerekçem var kardeşim!” demeye
getiren, ölmeden önceki son tepinmelerini gerçekleştiren batı uygarlığının
temsilcisiyim ben. Sabırsız, saldırgan, bencil ve akılsız batılı… İşin tuhafı
yarı Türk yarı Almanın, tam anlamıyla batılı bile sayılmam yani. Tenim beyaz,
gözlerim yeşil, saçlarım hafiften sarı olduğu için bencil bir Amerikalıyla ya
da kibirli bir Fransızla aynı tutuluyorum. On beş yıldır sayısız lokantadan,
bardan, gece kulübünden, düğünden, doğum günü partisinden, kafeteryadan
atıldım. Her seferinde yüzüme bir ton makyaj yapıyorlar tabii, saçlar peruk,
kimi zaman kirli sakal, kimi zaman porno yıldızı bıyıklar, kıyafetler bazen
boşanma aşamasındaki CEO’nun takım elbiseleri, bazen de kalbini dağlayan kızın
yırtıp koparamadığı yakasız mintanlar… Hep atıldım mekânlardan, ama güzel
atıldım. Havada taklalar atarak, topaç gibi dönerek, ağzımdan burnumdan salya
sümük savurarak, düştüğüm yerde kandan birikintiler bırakarak… İyi bilirim yani
asfalt zemini esir almış kesif yağ ve bulaşık kokusunu, meslek sahibi
insanların acıyan bakışlarını, ölçülü içip ayyaşları her daim vahvahlayan akıl
küplerinin tahfif edici kaş göz hareketlerini. Rolümü o kadar iyi oynuyordum ki
hemen her dizide, her sinema filminde hiç gereği yokken bile benim için rol
yazan birileri çıkıyordu. İki aylık sözleşmeyle geldiğim bu ülkede şaka maka on
beş yılımı tamamladım. Bundan sonra da kolay kolay çıkmam. Barlardan, gece
kulüplerinden atıyorlar ama ülkeden atamıyorlar… Kendi ajansımı kurdum üç yıl
önce, burada yaşayan genç yetenekleri -İngilizce öğretmenlerini, kocaları
çalışan sarışın ev kadınlarını ve en çok da parasız pulsuz Avrupalı öğrencileri-
piyasaya kazandırıyorum. Filmlere figüran, reklamlarda arka plan görüntüsü,
sergilere ve fuarlara beyaz yüz sağlıyorum. Aktörlük işlerimi de eskisi kadar
sık olmasa da elimden geldiğince yapmaya çalışıyorum. Yaşlandım artık, yüzüm
buruştu, gözlerimin feri kaçtı. Genç nesillere alkol alışkanlığı edindirmeye
çalışan dev firmalar yaşlı bir batılıyla değil de bu ülkenin yakışıklı
gençleriyle çalışmayı tercih eder oldular.
Duruyoruz. Üç durak kaldı. Nasıl da yavaş bu zımbırtı bugün. Çok
düşündüğümden midir yoksa boğazımdaki dikenin inatçılığından mıdır bilemiyorum,
hayat yavaşladı sanki. Turuncu tulumundaki işçiyle, gözünü oyundan ayırmayan
öğrenci iniyorlar. Çocuk inerken önüne bakmıyor bile, karanlık mağaralarda ses
dalgalarının yankıları sayesinde hiçbir yere çarpmadan uçabilen yarasalar gibi
kimseye dokunmadan buluyor kapıyı. Onlar inince kırlangıç sürüsü gibi bir yığın
genç biniyor vagona. Bir süre onlara bakıyorum, kalabalık başımı döndürüyor.
Sağıma, soluma, karşıma, çaprazıma, kısacası her tarafıma doluşuyorlar. Gel de
öksür şimdi! Ehhhm, ehhmm, ehhhhmmmm! Genç bir anne, telefonundan başını
kaldırıp beni süzüyor. Yabancı olduğumu fark edince maskesini düzeltiyor,
etrafında dolanan beş altı yaşlarındaki oğlunu dizine yapıştırıyor. Sonra da
aldığı tüm bu önlemler yetmezmiş gibi bana arkasını dönüyor. Siyah uzun
çizmelerinin üzerinden sabunla yıkanıp cilalarla ovulmuş parlak bir sütun gibi
yükselen ince uzun bacaklarını izlemek kalıyor bana da! Ama çocuğun benimle
aynı fikirde olmadığı belli, ne annesinin lafını dinliyor ne de kendisine
uzanan eli tutuyor. Vagonun bir ucundan diğer ucuna koşuyor, fazla
uzaklaştığını anlayınca ters yönde geriye koşuyor, çığlık atıyor arada bir,
gülerek diğer yolcuların ayaklarına, bacaklarına, çantalarının püsküllerine
dokunuyor. Annenin durumdan rahatsız olmadığı belli, yüzü bana dönük olmasa
bile gözlerinin telefonun ekranına gömülü olduğunu çıkarsamam için müneccim
olmama gerek yok. Çocuk vagon boyunca üçüncü turunu yaparken onun varlığından
haberim yokmuş gibi ayağımı uzatıyorum. Benim kürek gibi -pek sevgili annemin
tabiridir- ayaklarımı görünce çocuk duraksıyor, tam üzerlerinden geçmeye
yeltenecekken öksürmeye başlıyorum. Çocuğun ödü kopuyor, annenin ise neresinin
koptuğunu tahmin etmem zor. Hışımla önce bana, ardından çocuğuna bakıyor.
Telefonunu çantasına atıp, çocuğa uzanıyor. Azarlıyor, hafiften hırpalıyor,
hatta kıçına birkaç defa vuruyor ince uzun parmaklarıyla. Çocuk zırlamaya
başlıyor. “Hay aksi!” diyorum içimden, “Bir bu eksikti…” Vagonun içi çocuğun
kesik kesik gelen hıçkırıklarıyla doluyor. Bu sırada yanımdakiler anneyle
çocuğun adil olmayan savaşında çocuğun tarafını seçip fısıltılarıyla anneyi
eleştirmeye başlıyorlar. Yaşlı bir kadın -ne zaman bindi bu kadın trene?-
çocuğa bakıp gülümsüyor, nine sevecenliğiyle çocuğu avutmaya çalışıyor. Ben ise
durumdan gayet memnunum. Hiç gocunmadan boğazımı temizliyorum. Bundan daha iyi
bir ortam mı bulacağım! Ehhm, ehhhhhhm, ehhhhmmm… Öhhö, öhhööö, öhhööö…
Duruyoruz. Ne inen var ne binen! Son iki durak…
Ne düşünüyordum, hah çocuk meselesi. Benim çocuğum boğazımdaki bu
kılçık. Başka da bir çocuğum yok, olmadı, olmasını istemedim. Olsaydı da
kesinlikle böyle olmazdı. Nasıl olurdu bilemiyorum ama böyle olmayacağını
biliyorum. Hem zaten bu devirde insanlar neden çocuk yapar ki? İlla çocuk
seveceğim diyorsunuz, buyurun evlat edinin. Milyonlarca çocuk anasız babasız büyüyor.
Olmaz ama, benim kanım, benim canım olacak. Nüfus olmuş sekiz milyar, kirlilik
bir yandan, tükenen kaynaklar bir yandan, açlık sefalet bir yandan. Ara verin
bir 20 yıl, dünya rahatlasın, bir nefes alsın, sonra kaldığınız yerden devam
edersiniz çoğalmaya. Ama yok, en doğal hakkımızmış çocuk yapmak. Yeri gelince
doğanın bir parçası oluyorlar, diğer zamanlarda doğanın efendisi. Bir karar
verin artık. Bana kalırsa doğanın hatasıyız bizler insansoyu olarak! Evrim
ağacı adını verdiğimiz milyar yıllık süreç, intihar mektubunun altına imzayı
insan denilen bilinçli varlığı dallarının ucunda yeşillendirerek atmıştır.
Neymiş, dünya akılcılıkla daha adil olacakmış, bilimsel düşünce insanları eşit
yapacakmış, bilgi cehaleti yenip toprağı altın haline getirecekmiş. Hah,
götümün kenarı düşperestler. İçinde yoksulun ve mazlumun olmadığı bir toplum
yaratmak, dibinde tek bir kırıntının olmadığı cips paketi üretmek kadar
imkânsızdır. Mutlaka birileri birilerini ezecek, normalin üstünde kabiliyeti
olanlar üste çıkıp normalin altında kabiliyeti olanları dibe itecek. Herkes
yaptığı çocuğun üste çıkacağını hayal ederek girişiyor işe ama doğan çocukların
çoğu tepedeki üç beş şanslıyı beslemekle geçiriyor ömürlerini. Yalan mı? Ben bu
yüzden yapmadım, hem ben ne kadar kendime aitim ki doğacak çocuğa benim çocuğum
diyebileyim? Yani, Yozgat’ın bir köyünden çıkıp Berlin’e çalışmaya gitmiş bir
babayla, onun fabrikada tanıştığı bir Alman annenin ortak ürünüyüm ben. Onlar
da kendi ebeveynlerinin rastgele bir araya gelmelerinin ürünü. Bu zincir
milyonlara, milyarlara kadar gidiyor. Eeee, ben neredeyim? Sonsuz uzunlukta ve
genişlikte bir Excel sayfasında sıradan bir kareden farkım var mı? Kendimi
bölüp yeni kareler elde etmişim etmemişim kime ne? Ben bana ait değilim ki
benden doğacak çocuklar bana ait olsunlar! Kendime “ben” demem bile bir
küstahlık, bir bencillik, bir kibir ilanıyken, bir de tutup canımın uzantısı
bir varlığı aynı ateşin devasa alevlerinin içine mi atayım? Kimse kusura
bakmasın -bunu en çok hayattayken anneme söylerdim-, ben böyle iyiyim. Çocuk
yapmayarak hem dünyaya hem de kendime en büyük iyiliği yapmış oluyorum, iklim
krizine karşı alınan önlemlere de katkımı sunmuş oluyorum. Ha ha ha! Ahhhh,
nasıl da acıdı gene!
Tekrar duruyoruz. Bir sonraki durakta ineceğim, sadece boğazım
değil başım da ağrımaya başladı. Haylaz bir çocuğun haklı çığlıkları beni
nerelere getirdi bak! Gerçi çocuk susmuş, annesinin kucağında, telefonu
kurcalıyor. Vagondakiler de sessizleşmişler. Anneye sesimi çıkarmayarak büyük
bir medeniyetler çatışmasının önüne geçtiğimi düşünüyorum. Maskenin altında
terleyen yüzüme bir gülümseme geliyor. Hemen ardından bir öksürük. Öhhööö,
öhhööö, öhhhööööö… Kahrolası kabuk, nasıl da yapıştın oraya, çok da memnunsun
herhalde bulunduğun yerden. Benim huzursuzluğum senin huzurun. Öyle olsun
bakalım, şu metrodan bir çıkayım, göstereceğim sana dünyanın kaç bucak
olduğunu. Mecazen demiyorum ha, dünyayı göreceksin diyorum. Güneşin ışıklarını,
mavi gökyüzünü, dağlardan yollara vuran yeşilin tonlarını. Sonra da bir mazgal
deliğini boylayıp kaybolacaksın… Ha ha ha… Ehmmm, ehmmm, hmmmmmmm,
öhhhhö, öhhööö… Az daha sabret. Güvenlik görevlisi giriyor vagona, inenlere yol
veriyor, yeni binen yolcuları bir sonraki vagona yönlendiriyor. Tren harekete
geçince benim önümde dikiliyor.
“Neden öksürüyorsunuz?”
Hayır, bu soruyu o bana sormuyor. Benim kafamın içinde uğuldayan
sesin anlamlı bir cümle halinde tecessüm etmesinin sonucu bu. Her saniyemi
izleyen kameraların, her hareketimi kayda alan telefonumun, ağzımdan çıkan her
kelimeyi büyük belleğe gönderen sistemin içimde yankılanan sesi. Güvenlik
görevlisi önümdeki direğe yaslanıp telefonuyla oynamaya başlıyor. Sabahtan
akşama kadar trenin içinde yürümekten yorgun olsa gerek. Maskesini doğru
takmayanları uyarmaktan ve yeşil kodu olmayanlara yardım etmekten başka bir iş
yapmıyorlar. Benden başka kimsenin de onları gördüğünü sanmıyorum. Eğer
boğazıma takılıp kalan bu kabuk olmasaydı belki ben de fark etmeyecektim bu iki
zavallıyı. Ne demiş kadim bilgelerden birisi, eğer bir suç işlemediysen gece
yarısı kapın çalındığında korkman için bir neden yoktur. Demek ki tarihi bir
yönü var işin. Yani biz senin kapını çalar, evinde terör estirir, varlığımızı
tüm hücrelerinde hissettiririz. Sen bizim malımızsın ve masumiyetini
kanıtlayana kadar suçlusun. Bu mu yani? Bunu mu demek istiyorlar? Telefonu
yüzüne iyice yaklaştırıyor, harıl harıl bir şeyler yazıyor. Belki bir sevgilisi
var, belki ateşi çıkmış beş aylık bebeği. Ya da? Ya da benim trene bindiğim
istasyondaki güvenlik görevlisiyle iletişim halinde. Hakkımda bilgi alıyor
ondan. “Uzun boylu, orta yaşlı yabancı, ikide bir öksürüyor. Boncuk boncuk
terliyor biz yanından geçerken…” Yoksa neden vagon aralarındaki boşluklar
varken gelip benim tam önüme kursun otağını?
Ağır hareketlerle kalkıyorum oturduğum yerden. Benden
kuşkulanmasın diye nazik bir sesle müsaade istiyorum geçmek için. Beni ilk defa
fark etmiş gibi ablak bir yüzle gülümsüyor. Gözleri kısılıp uzun ince düğme
deliklerine dönüşüyorlar. Ben kapının önüne dikilip trenin durmasını
bekliyorum. Anonslar başlıyor, tren yavaşlıyor. İçimde heyecanla karışık bir
sevinç var. Uzun zamandır gevişlediğim ama türlü bahanelerden dolayı bir türlü
el atamadığım o mega projeye nihayet başlayacakmışım gibisinden bir mutluluk
hissi yüreğimi doldurup taşırıyor. Gözlerim kapıda, iki yanımda baykuş gözlerle
beni izleyen güvenlik görevlilerinin bu büyülü ânı bozmasına izin vermeyeceğim
diyorum içimden. Boğazım kaşınıyor, sabrediyorum. Bu kadar sabrettim, birazdan
metronun çıkışında istediğim gibi öksürürüm. Sabreden derviş, beklemekten… Kapı
açılıyor, duman dolu bir evden kendini dışarıya atan bir yangınzâde gibi
fırlıyorum dışarıya. Ağzım omzumda birkaç kere hafifçe öksürüyorum. Dikkat
çekmemeye özen göstererek aheste adımlarla yürüyen merdivene ulaşıyorum. Evet,
artık bir nebze daha hürüm, en sevdiğim iki renk olan yeşil ve mavi beni
bekliyorlar dışarıda. Turnikeden geçip evime en yakın olan 3 numaralı çıkışa
yöneliyorum. Hedefim köşedeki büfeden su alıp bu işi bitirmek. Öhhööö, öhhhööö,
ıhhmmm, ıhmmmm… Arkama dönüp bakıyorum, takip eden yok. Çok iyi. Çıkıştaki
yürüyen merdiven çalışmıyor, kahretsin! Mecburen o duruyor ben yürüyorum
şiddetini bir türlü tutturamadığım acemi adımlarla. Başım dönüyor her zamanki
gibi. Ayaklarıma değil de beni bekleyen gökyüzüne çeviriyorum başımı. Hava her
zamanki gibi puslu, ya da pus benim zihnimde, izin vermiyor göğün berrak mavisiyle
aşk yaşamama… Amaaan, neyse ne! Bırak şimdi bu romantizm zırvalıklarını. Tepeye
az kaldı, ha gayret! Tuvalete yaklaştıkça uzun zamandır tutulan çişin mesaneye
daha çok baskı yapması gibi boğazımdaki kabuk da varlığını daha çok
hissettirmeye başlıyor. Paniklemiş katil adayı gibi, sokup sokup çıkarıyor
bıçağı boğazıma. Öhhhö, öhhhööö…
Ve artık dışarıdayım, metro istasyonunun çıkışında. Kaldırım boyu
park edilmiş bisikletler ve mobiletler, mangalda tatlı patates satan yaşlı bir
adam, basamakların ağaçlara yakın olan karanlık ucunda oynaşan genç bir çift.
Koşar adımlarla merdivenlerden iniyorum. Önümde bir otobüs durağı var, bu
durağın arkasında da bir büfe olmalı. Durağın arkasıyla çalılar arasında fazla
boşluk olmadığı için mecburen önünden geçmeye yelteniyorum. Lanet olası otobüs
tam zamanında geliyor. Önümde bir yığın insan, onlar otobüse binerken her
zamanki zarif ve uygar batılı kimliğimi takınıp bir İngiliz beyefendisi gibi
onlara yol veriyorum. İşin ilginç yanı otobüse binen yolculardan yeşil kod
sorulmaması. Ne vücut sıcaklığına bakıyorlar ne de test sonucuna. Eee, rahmetli
babamın deyimiyle insan demez mi “Bu ne perhiz, bu ne lahana turşusu!” Metroda
bulaşan virüs otobüste bulaşmıyor mu? Aynı durum okullar için de geçerli.
Arkadaşlarımın çocukları var, ne kod gösteriyorlar ne seyahat kaydı okulun
kapısından girerken. Gelen geçen giriyor okula. Oysa, yolun aşağısındaki müzeye
gireyim deseniz on tane kanıt isterler salgının olduğu yerlerde bulunmadığınıza
dair… Yoksa, yoksa hepsi bir gösteriden mi ibaret? Size istediğimizi yaptırırız
diyen sistemin bir dayatması mı tüm bunlar? İyi ama neden, saçma değil mi
böylesi bir güç gösterisi? Kime ne faydası var? Önümdeki sıra bitiyor bu arada,
“lanet olsun” diyorum son kadın otobüse binerken. O da duysun istiyorum
memnuniyetsizliğimi, daha ne kadar tutacağım bunu içimde zaten! Dönüp bakıyor
kadın, ne kadar da terbiyesiz bir adamsın diyen gözlerle beni baştan aşağıya
süzüp otobüse biniyor. O anda aklım başıma geliyor, sana ne be adam, hakikaten
saa naaa neeee! Sen bir an önce büfeye eriş, bir an önce suyunu iç. Bak nasıl
acıyor boğazın, belki de yırttı boğazını, kanattı etini o mendebur fasulye
kabuğu… Ağzımın içine kan tadı doluyor, ılık, metalik, yapış yapış. Ehmmmm,
ehmmm…
Durağı arkamda bırakıp yoluma devam ediyorum. Kaldırım boyunca
afişler asılmış. Çevreyi koruyan, kurallara uyan, sağlığına dikkat eden
bireylerin sadece kendilerini değil, toplumu da korudukları anlatılıyor
afişlerde. Bir saat öncesine kadar ben de onlardan birisiydim, ama şimdi
boğazıma saplanmış bir hançerle yürüyorum. O hançeri oradan çıkarırsam tüm
dünya aydınlanacak sanki, herkes uyanacak derin uykusundan, perde kalkacak ve
gerçekler bir daha üstleri örtülemeyecek şekilde yeryüzüne yayılacak. Peki ya sonra?
Sonrası için bir planın var mı? Yangın ortasında kalmış çıkışı olmayan bir evde
uyuyanları uyandırıp onları acılar içinde öldürmenin kime ne yararı var? Bırak
uykularında versinler son nefeslerini, en azından huzurlarını kaçırmamış
olursun… Ah içimde birbirleriyle güreşen bu sesler yok mu, ömrüm tükendi ama bu
sesler tükenmediler. Gerçi; bir yarısı Alman, diğer yarısı Türk olan bölünmüş
bir atomdan başka ne beklenebilir ki! Almanya'da Kanaken, Türkiye'de Alamancı;
Berlin'deki arkadaşların arasında Karl, İstanbul'daki kuzenlerin yanında
Mehmet... Köşeye az kaldı, düşünmemeliyim böyle şeyleri. Ne yapıp ne edip
çıkarmalıyım o kabuğu boğazımdan. Öhhhöö, öhhhööö, öhhhööö… Öhhhööö, öhhhöööö,
öhhhöööö… Çok hızlı yürüdüm, nefesim tükendi. Zaten boğazımı bir el esir almış,
daha dikkatli olmalıyım. Ahhh, büfe kapalı. Allah kahretsin. Şimdi ne olacak?
Yolun karşı tarafında bir dükkân olacaktı. Sahibini de tanırım. Oraya gideyim
bari.
Işığın yeşile dönmesini beklemeden karşıya geçiyorum. Göğsüm su
tulumbası gibi inip kalkıyor. Çalıların arasından geçip dükkâna giden
merdivenlere adımımı atıyorum. Yukarıda, saksı içine konmuş, yeni yılda şans
getirsin diye kırmızı zarflarla süslenmiş iki adet mandalina ağacı var. O kadar
çok mandalina var ki bana Efesli Artemis’i anımsatıyor. Bir tanrı kadar
şatafatlı, bir tanrı kadar gerçekdışı. Saksıların arasından geçip dükkâna
giriyorum. Kasadaki çocuk beni tanıdığı için selam verip arkadaki dolaba
yöneliyorum. Bir pet şişenin kapağını açıp kafama dikiyorum. Lıkır lıkır sular
iniyor boğazımdan ama son bir saattir o bölgeyi esir almış olan kabuk aynı
yerde durmaya devam ediyor. Öksürüyorum, aksırıyorum, boğazımı temizliyorum ama
nafile. Tam arkamı dönüp şansımı bir de dükkânın önünde -Artemislerin arasında,
onların da hayır duasını alıp!- deneyeyim diyorum ki bir el omzuma dokunuyor.
Dönüp bakıyorum. Aman Allah’ım, bu o değil mi? Metroya bindiğim istasyondaki
gözlüklü uzun boylu güvenlik görevlisi!..
“Benimle gelmeniz gerekiyor beyefendi.” diyor resmi bir sesle. Bu
sırada diğer yanımda iki tane daha görevlinin beklediğini fark ediyorum.
Üniformalarından onların polis olduğunu anlıyorum. “Şaka mı bu? Ne yaptım ki
beni alıp götüreceksiniz?” Elini omzumdan çekiyor. Ben içtiğim suyun ücretini
ödeyeceğimi belirterek temkinli adımlarla içeriye giriyorum tekrar. Bir gölge
gibi takip ediyorlar beni, elleri kollarımı yakalamak için hazır bekliyor,
adımları ağır ve tehditkâr. Telefondaki kodu okutup ücreti ödüyorum kasadaki
gence. Sonra dönüyorum tekrar cellatlarıma, “Neden sizinle gelecekmişim bana
izah edebilir misiniz?” diye soruyorum umutsuzca. Diğer iki polisten birisi
sorumu duyunca kavgaya hazırlanan horoz gibi dikleniyor. Boyu kısa olduğundan
uzun görünmek gibi bir amacı var gibi. “Burada olmaz. Gittiğimizde öğrenirsiniz
neden olduğunu.” diyor. Kolay kolay vazgeçecek değilim ama bu adamlara laf
anlatamayacağımı da biliyorum. Büyük bir olasılıkla görevli memura mukavemetten
dolayı ceza kesecekler. “Sakın trene binme” demişti bana ve ben haddimi aşıp
binmiştim. Çizgi o kadar ince ki… İşte sonucu. Görevli memura mukavemet ha!
Ehh, madem öyle ben de onlara mukavemetin âlâsını göstereyim. En azından cezamı
hak etmiş olurum. Göğsümü göğsüne vurdurup kaçmaya yelteniyorum. Kasanın
yanındaki raflara tutunup kendimi ileriye doğru fırlatıyorum. Onu kolaylıkla
geçiyorum ama kapıdakilerden birisi bacağımdan yakalıyor beni. Bu sırada
arkamdan gelen diğeri kollarımı tutuyor. Üçüncüsü ise bağırmamam için ağzımı
kapatmaya çalışıyor. Dükkân bir anda harabeye dönüyor. Kol, bacak, kafa, göz,
ne varsa meydana dökülüyor. Yerlerde bisküvi paketleri, çerezler, ta ileriki
raftan düşüp yuvarlanarak buraya gelmiş bir siyah sirke şişesi, üzerine
basıldığı için patlamış bir tavuk ayağı paketi… Bir süre daha boğuşmaya devam
ediyoruz. Ben teslim olmuyorum, tepinmeye, çırpınmaya, sağı solu tekmelemeye
devam ediyorum ama nihayetinde üç genç adam karşısında kurbanlık boğa gibi yere
serilmemin önüne geçemiyorum. Kapının ağzına beni getirdiklerinde öksürmeye
çalışıyorum, nefesim o kadar tükenmiş ki hiçbir şey çıkmıyor boğazımdan. O anda
aklıma rolümü oynamak geliyor, tekrar debelenmeye başlıyorum, ellerinden
kurtulmaya çalışırken yüzlerine gözlerine öyle sert vuruyorum ki artık benden
kurtulmak zorunda hissediyorlar kendilerini. Beni tutup dükkândan dışarıya
atacaklar, evet evet, atılacağım bu mekândan da… “İlk defa sıradan bir
bakkaldan atılacağım, hakkını vermeliyim” diyorum içimden, küçük bir buz
parçası sırtımdan aşağıya doğru ağır ağır iniyor.
Onların bana yaptıklarını öylesine abartıyorum ki eğer bir
kameraya kaydedilseydim, Altın Palmiye’den Gümüş Ayı’ya kadar piyasada ne kadar
ödül varsa hepsini heybeme koyacağımdan eminim. Son bir gayretle olduğum yerde ırganıp
ellerinden kurtuluyorum ve bedenimi boşluğa doğru fırlatıyorum. Havada taklalar
atarak uçuyorum. Gökyüzü şimdi masmavi, dünya ne kadar da ufak, insanlar nasıl
da minik minik… Gövdem, kollarım ve bacaklarım birbirinden bağımsız gök
cisimleriymiş, tıpkı kırık bir kuklanın uzuvlarıymış gibi sallanıyorlar,
saçlarım ahenkle dans ediyor kendimin yarattığı meltemin ortasında ve en
olmayacak bir inişle merdivenin son basamağının dibine yüzü koyun, tıpkı bir
sarhoş gibi, tıpkı gerçeğin sadece ve sadece şarap bardağının dibinde olduğuna
inanan sadık bir ayyaş gibi, tıpkı ömrünü düşme provalarıyla geçirmiş deneyimli
bir aktör gibi düşüyorum. Ama ne oluyorsa bu son anda oluyor. O hengâmede,
havada attığım sayısız taklaların birisi nasıl oluyorsa boğazımdaki o arsız
kabuğu, o galiz ifriti yerinden söküyor ve yeşilimsi ıslak şey benden ümidini
kesmiş gibi ağzımdan dışarıya fırlıyor. Önce kara bir sinek gibi vızıldıyor
havada, dev bir eşek arısı gibi dans ediyor boşlukta. Ardından, beni de
şaşırtan hızlı bir dönüşümle, gök kuşağının tüm renklerini kanatlarına işlemiş
dünyalar güzeli bir kelebeğe dönüşüyor. Pırpır eden kanatlarını çırparak
merdivenin öteki başındaki ağaçlara doğru uçuyor, mobiletlerin park yerini
belirleyen sarı çizginin üzerinden geçip ince bir dalın ucunda soluklanıyor.
"Uç diyorum" hırıltılı sesimle, "uç, benden ümit yok, sen kurtar
kendini." İlk defa sözümü dinliyor. Uçup gidiyor, gözden kayboluyor
gökyüzünün puslu maviliğinde. Ben ise hâlâ yerdeyim, sertliğini, soğuğunu,
kokusunu ve verdiği dersleri çok iyi bildiğim beton zeminde. Artık ne ayağa
kalkacak kadar gücüm var ne de başımı yerden kaldıracak kadar iradem.
Ölmediğimi, bayılmadığımı, bir yerimde ciddi bir yara olmadığını anlayan
polisler bileklerime kelepçeyi geçirip beni kaldırıma oturtuyorlar. Maskesiz
yüzüme -arbede sırasında kim bilir nerede düştü!- çeltik tarlaları gibi geniş
ve ümit dolu bir gülümseme yayılıyor. Bu gülümsemeden rahatsız olmuş olmalılar
ki yüzüme yeni bir maske takıyorlar. Kulaklarım güvenlik görevlisinin anlamsız
nasihatlerini dinlerken gözlerim boğazımı terk edip beni rahat bırakan kabuğu
arıyor. “Evet” diyorum kendi kendime, “Kodeste birkaç gün geçireceğim belki ama
en azından boğazımın anasını ağlatan o lanet kabuktan kurtuldum artık.” Keyifle
gülüyorum, etrafımda telaşla dolanan ve kopan gömlek düğmelerinden dolayı
âmirlerine şikâyette bulunan polise inat büyük bir keyifle kahkahalar atıyorum.
Ekip arabası gelene kadar da susmuyorum.
12-28 Ocak 2022, Shenzhen
* Bu öykü 2022 Oğuz Atay Öykü Yarışmasına gönderildi. Ödülü alamadı ama 713 katılımcı arasından anı kitabına girmeye hak kazanan 11 öyküden birisi olmayı başardı. Birinci seçilen öykü de bu 11 öykü arasındaydı.