Hayattaki en güzel şeyler hangi nedenden dolayı güzel olduklarını
anlayamadığımız şeyler değil midir? Bilmek istemeyiz güzelliğin arkasındaki
nedeni, korkarız bir nebze; bizden o güne kadar saklanmış olan sırrı öğrenirsek
etkisi altında yaşamaktan memnun olduğumuz sihrin bozulacağından, aynı
deneyimden eskisi gibi haz alamamaktan, daha önce hayatımıza anlam katan
inceliğin sıradanlaşıp basmakalıp hale gelmesinden ve en çok da bu gizemin başkaları
tarafından da öğrenilip güzel olanın sıradanlaşmasına yol açmasından endişe
ederiz. Bunu öyle sinsice, öyle akıl dışı bir zeminde arzularız ki kimi zaman
görmek istemediğimiz bu gerçekçi gerekçelerin hışmına uğrayıp hayatımızın
yörüngeden çıkmasına, tıpkı rezil olacağını bildiği halde yine de zil zurna
sarhoş olana kadar içen adam gibi izin veririz. Sırf bu yüzden, çözümlendiğinde
temel elementlere ve bu elementleri birbirine bağlayan basit denklemlere
dönüşecek olan o girift muammalar, o pırıltılı tılsımlar, o yakamozlu geceler,
bir daha yaşanmayacağına emin olduğumuz o muhteşem hayat hikâyeleri, imrene
imrene kendimizi tükettiğimiz özgürlük destanları mutluluk düşkünlüğümüzün ve
zevkperestliğimizin kurbanı olurlarken azıcık da olsa gocunmayız. Boticelli’nin
baktıkça insanda daha çok bakma isteği uyandıran Venüs’ün Doğumu tablosundan,
Mozart’ın en miskin insanın içinde bile kıpırdanmalara neden olan ritmik
melodilerinden, Mimar Sinan’ın sonsuz güzellikte bir imza gibi İstanbul’un
göbeğine işlediği Süleymaniye’sinden, Nazım Hikmet’in Yaşamaya Dair şiirinden
veya Marquez’in Boğularak Ölenlerin En Yakışıklısı’nda yarattığı o hikâye-ötesi
tılsımlı dünyadan bahsetmiyorum sadece; daha insani, daha evrensel, daha derin
duygulardan bahsediyorum. Âşık olduğun kadının kusurlarını görememekten mesela,
içinde aşkın olmadığı bir hayatı anlamsız ve çekilmez görme nankörlüğünden,
gerçekleri söyleyebilmek için sarhoş olmayı beklemekten ve her ayıldığında suçu
alkole atıp özenle seçilmiş kelimelerin yardımıyla özür dilemekten –karşı taraf
bu kelimeleri aynı özenle okumayacak olsa da-, iyilik yapınca iyilik bulacağını
ummaktan, başına gelen her beladan sonra çektiğin acıların daha önce yapılmış
bir kötülüğün diyeti olduğuna inanmaktan, seni öldürmeyen her şeyin mistik bir
yönlendirmeyle seni güçlendireceğini zannetmekten, doğup büyüdüğün toprakları
tüm olumsuzluklara rağmen, kayıtsız şartsız sevmek zorunda olmaktan, üzerine
bir de uzun süre ayrı kalınca özlemekten, özlemiş gibi görünmekten, özlemiyor
oluştan ve bu gamsızlığa rağmen özleniyor olmaktan dolayı suçluluk duymaktan
bahsediyorum…
Pasaportumdaki Türkiye mührüne baka baka –baktıkça soru işaretine dönüşüyor
mührün silik silüeti- geniş alandan geçip bavul nakil bantlarının olduğu kısma
geçiyorum. Uçaktayken okuduğum kitaptan kalan kelimeler patır patır
dökülüyorlar ayaklarım yere değince, tıpkı topraklanınca bedenden akıp giden
elektronlar gibi karışıyorlar dünyanın derinliğine. “Hayat duygusallık kaldırmıyor, Selim!” diyen
ve bunu derken kıs kıs gülen bezik gözlü eski bir dostun yüzü beliriyor
gözlerimin önünde. Etrafıma bakıyorum anıların ve düşüncelerin oluşturduğu
girdapta boğulmamak, gerçekliğin zayıf da olsa bir dalına tutunup evrene hak
ettiği hayranlığı besleyebilmek için. Kollarında otomatik silahlar taşıyarak
gezinen polisleri, tekerlekli çantalarını köpeğini yürüyüşe çıkarmış çıtı pıtı
hanımlar gibi arkalarından sürükleyen hostesleri, Arap turistlerin yüzlerce
kiloluk bavullarını taşımak için sıraya girmiş bıyıklı ve göbekli –bizden!-
hamalları, kutsal topraklardan döndükleri için olsa gerek yüzlerinde mübarek
bir gülümsemeyle ağır adımlarla –yaşlılıktan mı yoksa Kabe’yi birkaç gün önce
ziyaret etmiş olmanın ağırlığını omuzlarında taşıdıkları için mi bilemiyorum!-
ilerleyen sakallı amcaları ve bembeyaz başörtülü teyzeleri, annelerinin elinden
kurtulup hoplaya zıplaya uzaklaşan zıpır çocukları, bu çocukların peşinden
koşan telaşlı babaları, dipleri siyah uçları sarı saçlarını savura savura koşar
adımlarla ilerleyen genç kızları, gözlerindeki arzuyu saklama ihtiyacı
hissetmeden bu kızları baştan aşağı süzen parlak saçlarını geriye doğru taramış
delikanlıları; hepsini, hem de hepsini, Monet’nin dev bir tablosuna –şimdi
tablodan çıkıp benimle konuşacaklarmış duygusuyla- bakar gibi uzun uzun, biraz
hayranlık biraz da kıskançlıkla gözlemliyorum…
Devamı yayımlanacak romanda... (Bölümler bir hafta boyunca sayfada kalıyor, sonrasında başlangıçtan birkaç paragraf dışındaki kısımlar siliniyor.)
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder