Evrim kuramı, hayatın başlangıcı, dinlerin geçerliliği ve
yaratılış hipotezi gibi konularda paylaşımlar yapan birkaç forumu çok sık
olmasa da takip etmeye çalışıyorum. Bu forumlarda yapılan tartışmaların büyük
bir çoğunluğu; insanların sağdan soldan duyduğu ama ciddi anlamda bir fikir
sahip olmadıkları konularda atıp tutmaları sonucunda gereksiz kısır döngülere
dönüşüyorlar. Bu yazıda, kısır döngüye dönüşen konulardan birisini ele alıp, bu
döngünün nasıl kırılabileceğini işleyeceğim. Aralara başlıklar ekleyeceğim ki
okumak daha kolay olsun. Umarım çok uzun bir yazı olmaz.
Bilmemek Bizi
Rahatsız Ediyor
İnsanlığın kadim soruları vardır. Nereden geldik? Nereye
gidiyoruz? Varlığın anlamı nedir? Neden yok değiliz de varız? Bilinç nedir?
Zaman nedir? Gerçeklik nedir? Sorular artırılabilir, azaltılabilir de.
Azaltılabilir çünkü pek çok insan hayatı boyunca bu soruların bir tanesini bile
sormaz, ya da kendisine peşin olarak verilen yanıtlarla tatmin olduğu için
kurcalamak istemez. Öyle ki yeryüzünde var olan ve bir zamanlar var olmuş tüm
uygarlıkların hemen her birisinin kendisine ait bir kozmogoni (evrendoğum)
mitolojisi vardır. Bugün bizim gülüp geçtiğimiz, hatta alay ettiğimiz pek çok hikâye
bir zamanlar insanların sıkı sıkıya inandığı birer inançtan ibaretti. Zamanın
çarkları arasında sıkışıp ezilen ve yok olan bu inançlar günümüzde gülünç ya da
saçma olarak algılanıyor olsalar da bu durum, tarihin bir devrinde bu
inançların mensuplarını bizden daha aptal oldukları anlamına gelmez. İnsansoyu
(insanoğlu dememek için bu sözcüğü kullanıyorum), yaşadığı her devirde
bilinmeyen tarafından rahatsız edilmiş ve bilinmeyenin kendisine zarar
vereceğinden korktuğu için kendisini emniyet altına alma çabasına girişmiştir.
Bu hem evrimsel süreçte, insansoyuna diğer hayvansoylarına karşı bir üstünlük
getirmiştir hem de insanların tarihsel süreçte meydana getirdikleri
topluluklarda sosyal/ekonomik sınıfların oluşmasına neden olmuştur. Bilen ya da
bildiğini iddia eden kişi (rahip, büyücü, şaman, hekim vb) her zaman için
toplum tarafından üstün bir sınıf olarak kabul görmüştür, saygı ile anılmıştır.
Bunun yanında bilmeyen kişi değersizdir, herhangi birisidir.
İnsanlık tarihinin oluşturduğu bilgi birikimine bakarsak
bilginin genelde pratik amaçlı kullanımlar için üretildiğini görürüz. Bu yüzden
pek çok icat; askeri ya da ticari amaçlara hizmet etsin diye yapılmıştır.
Yalnız, insanlığın bilgi birikimi pratik bilgilerin dışına da çıkmıştır. Matematik
ve felsefe bu konuda ilk örnekleri vermiştir. Örneğin, karekök iki sayısının
irrasyonel olması teknik anlamda antik Yunanlıların hiçbir işine yaramamıştır.
Ya da pi sayısını milyarda birlik hatayla hesaplamak şimdi bile çok gerekli
değildir. Buna rağmen insanda bitmek tükenmek bilmeyen bir bilme arzusu, soru
sorma isteği ve sürekli daha fazla yanıt talep etme dürtüsü vardır. İnsan
doğası gereği meraklıdır ve bu merak sayesinde içimizden bazıları belli
konularda takıntılı hale gelirler ve yıllar, on yıllar süren çalışmaların
sonunda bir takım önemli buluşlara, ufuk açan bilimsel devrimlere ön ayak
olurlar. İnsanın neden meraklı bir varlık olduğu sorusunu yanıtlamak kolay
değildir ve bu soru evrimsel biyoloji, evrimsel psikoloji, antropoloji gibi
disiplinlerle uğraşan bilim insanlarına sorulabilir.
Bilmemenin bizi bir nebze rahatsız etmesi güzeldir. Bunun yanında bilinmeyen karşısında takınılacak tavrın ne olduğu sorusu da yanıtlanması gereken bir sorudur. Çünkü bu rahatsız edici durumu lehimize çevirmek bizim elimizdedir.
Bilinmeyen Karşısında
Takınılacak Tavır
Bundan beş bin yıl önce insanlar yıldırım ile gök gürlemesi
arasındaki nedensel bağı bilmiyorlardı. Hatta ne yıldırımın nasıl oluştuğunu
biliyorlardı ne de gök gürlemesinin aslında yıldırımla aynı anda
gerçekleştiğini. Bilmiyorlardı ama bilmek istiyorlardı. Bu yüzden de hipotezler
üretiyorlardı. Zamanın imkânları henüz elektrik yüklü bulutların varlığından
haberdar değildi. Bu yüzden ortaya atılan hipotezler bilinmeyen bir dünyadan
ödünç alınan tanrılar ya da tanrısal varlıklar içermek zorundaydı. Örneğin, gök
tanrısı Tieng’in kızgınlığının işaretiydi bu. Yıldırım onun kılıcı, gök
gürlemesi onun homurdanışıydı. Asla yanlışlanamayacak bu hipotez bir kere doğru
olarak kabul gördü mü yüzyıllarca insanların bilme iştahını karşılayacaktır.
Sorgulayan bir insan çıkıp, “Ya belki de Tieng kızgın olduğundan değildir.
Başka bir nedeni vardır.” diyene kadar bu hipotez tek alternatif olarak
yaşayacaktır.
Beş bin yıl önce yaşayıp, böyle yaratıcı bir hipotezle
bilinmeyene yanıt bulan insan bulduğu çözüm için tebrik edilmelidir. Aynı insan
bilinen karşısında daha emin, daha tutarlıydı elbet. Örneğin, ormanda bulduğu
bir otu yedikten sonra midesine ağrı girmiş ve birkaç gün sancılar içinde
kıvranmışsa, içinde yaşadığı topluluğa bu otu yememelerini tavsiye etmiştir.
Aptal değildir yani; en az bizim kadar çevreye uyumlu, zekâsıyla gündelik
hayatını şekillendirme yeteneğine sahiptir. Otun neden midesini ağrıttığını
bilmeyebilir ama yine de bu durum aynı otu ikinci görüşünde tekrar yiyeceği anlamına gelmez.
Bundan beş bin yıl önceki insan böyleydi de günümüzde durum
çok mu farklı? İnsanın bilinmeyen karşısındaki tavrı aslına bakılırsa pek
değişmişe benzemiyor. Bilimsel gelişmelerin de yardımıyla artık biliyoruz ki
gök gürültüsünün nedeni yıldırım, yıldırımın nedeni de elektrik yüklü
bulutların birbirlerine yakınlaşmalarıdır. İnsanlar akıllarına yatmayan bir
olay gördükleri zaman artık işi tanrılarla, ruhlarla, hayaletlerle değil de
nesnel ve sınanabilir dünyanın elverdiği ölçütlerle izah etmeye çalışıyorlar.
Gökyüzünde tuhaf renkler gören insanın aklına ilk başta “Doğaüstü bir olay”
düşüncesi gelse de, oturup sakin bir kafayla düşündüğünde “Mutlaka bilimsel bir
açıklaması vardır.” diyor. Bu çıkarım,
bilimsel düşüncenin kafamızın içinde yerleşmiş olmasından değil elbette. Bilimin
bir kurum olarak toplumda yer etmiş olması insanların bu şekilde düşünmelerinin
ilk nedeni. Ayrıca gökyüzündeki tuhaf ışıklar insanın hayatını çok da
etkileyen, dünyadaki varlığını sorgulatan bir oluşum değil. Zaten iş bilimin de henüz elinin ulaşamadığı
noktalara gelince fark ediyoruz beş bin yıl önce yaşayan atalarımızdan ne kadar
farksız olduğumuzu. Bunun en güzel örneklerini Büyük Patlama (BP) kuramı
gibi evrendoğum üzerine konuların tartışıldığı forumlarda görüyoruz.
Büyük Patlamadan Önce
Ne Vardı?
Bilimin konusu bilinebilenlerdir. Bilinmeyen bir konuda
bilim insanı “Henüz bilmiyoruz.” der, asla bilinemeyecekler için ise “bilim
dışı”. Bilememek bilim insanını rahatsız eder ama bu bilememek onu daha çok
çalışmaya, daha çok vaktini bilimsel araştırmalara vermeye yönlendirir. Bilim
insanın “Bilemediğimize göre yapacak bir şeyimiz yok.” deme lüksü yoktur.
Elinden geldiğince aynı resme tekrar tekrar bakar, verileri kontrol eder, ilk
bakışta ilgisi olmayan araştırmaların sonuçlarını inceler. Bir yerden bir
şeylerin çıkıp, onun yoluna ışık tutacağı ânı beklemez. Ya da kolaya kaçıp
“Madem bilemiyoruz, o halde bunun arkasında her şeye gücü yeten bir Tanrı
vardır.” da diyemez. Bunu diyemez çünkü böyle bir yola girdi mi yakayı asla
kurtaramayacaktır. Her yanıtını bilemediği soru karşısında “Tanrı böyle
arzuladığı için.” deme fırsatını yakalamıştır çünkü. Bu durumda ne bilimin bir
anlamı kalır ne de bilme isteğinin. Ayrıca, tüm varlığın kökeninde her şeye
gücü yeten bir Tanrı olduğunu kabul edecek olan bilim insanı, eğer bu noktada
durmayı tercih ederse bilim insanı olma sıfatına ters davranmış olmaz mı? Bilim
insanı olmanın getirdiği koşullarca “Peki bu her şeye gücü yeten Tanrı nereden
geldi?” sorusunu sorması gerekmez mi? Ayrıca bilim insanı soruların asla
bitmeyeceğinin farkına varmış olan kişidir. Bir soruya yanıt ararken pek çok
yeni soru ortaya çıkar. Bilim, soruları bitirmek için değil, var olanları
yanıtlamak için vardır. Bunu yaparken de soruların sayısının artmasına engel
olamaz. Bu yüzden de yanıtı olmayan soruların varlığı bilim insanını rahatsız
etmez, tam tersine meraklandırır, kamçılar, onu tembellikten korur. Sorular
artsın ki bilim gelişsin ister. Tüm soruların yanıtının bilindiği bir yerde
bilimin yapılmasının bir anlamı kalmamıştır. Bilememenin ağırlığını,
bilememenin neden olduğu dinamizme yorumlayıp, hafifler bilim insanı. O dayanılmaz hafiflik
içerisinde keşifler yapar, varlığı anlamlandırır, olayların nedenlerini ve
sonuçlarını gözlemler. Bilememenin dayanılmaz hafifliği önemlidir bu yüzden,
diyalektik bir sihir vardır içinde, bilemediği için daha çok bilmek ister. İnanan insan her şeyin net ve kolay bir yanıtının
olmasını ister. Soru kalmasın ister. Ancak o zaman rahat edecektir içi. Soru
işaretleri rahatsız eder onu, önüne çıkan ilk ve en kolay yanıta sarılışı
bundandır. Sorulardan kurtulup hayata dalmak ister, hayatı sorusuz ve kuşkusuz
yaşamak ister. Çünkü kuşku inancın en büyük düşmanıdır.
Bu arada ufak bir parantez açıp şunu da belirteyim. Yukarıdaki ifadelerde; ne tüm bilim insanları bilgi peşinde koşan fedakar insanlardır demek istiyorum ne de inanan insanların hepsi kolaya kaçıcıdır. Örneğin, birkaç hafta önce Zaman gazetesinde bir haber vardı. Habere göre yıllarını inşikak-ı kamer mucizesinin gerçekleştiğini kanıtlamaya harcamış bir jeoloji profesörü, NASA'nın son verileri ışığında bu mucizenin kanıtlandığını iddia ediyor. Oysa azıcık bir araştırma yapar, en azından haberde adı geçen derginin sayfasına giderseniz (NASA'nın resmi sayfası da olur), durumun inşikak-ı kamerle uzaktan yakından ilgisi olmadığını görürsünüz. Olay kısaca şudur: Daha önce Ay üzerindeki yarıkların nedeni olarak meteor çarpmaları gösteriliyordu. Malum; Ay'ın atmosferi yok. Dolayısıyla Ay'a çarpan taşlar Ay'ın yüzeyinde ciddi izler bırakabiliyor. Son yapılan gözlemlerden sonra bu yarıkların bazılarının meteor çarpması sonucu değil de, Ay'ın kendi içindeki yanardağların patlamasından kaynaklandığı düşünülüyor. Çünkü meteor çarpması olsaymış izler yuvarlak olurmuş. Gözlemlere göre yarıklar çok geniş bir alanı kaplayan büyük bir dikdörtgen şeklindeymiş. Yani milyonlarca yıl önce Ay'ın üzerinde lavdan nehirler akıyormuş. Olay bundan ibaret. Böyle bir haberden yola çıkarak 1500 yıl önce (Ay'ın yaşına göre çok yakın bir tarih) gerçekleştiğini iddia ettikleri bir mucize için kanıt bulduk demek, bilim değildir, şarlatanlıktır. Bilimsel bulguları inandıkları bilim dışı söylentilere göre eğip bükmek ve bu bilim dışını bilimmiş gibi göstermeye çalışmaktır. Bana kalırsa, bu tip haberler bilim çalışmak ve gerçek anlamda bilgi peşinde koşmak isteyen gençlere, herhangi bir din aliminin söylemlerine nazaran daha çok zarar vermektedir.
Bu arada ufak bir parantez açıp şunu da belirteyim. Yukarıdaki ifadelerde; ne tüm bilim insanları bilgi peşinde koşan fedakar insanlardır demek istiyorum ne de inanan insanların hepsi kolaya kaçıcıdır. Örneğin, birkaç hafta önce Zaman gazetesinde bir haber vardı. Habere göre yıllarını inşikak-ı kamer mucizesinin gerçekleştiğini kanıtlamaya harcamış bir jeoloji profesörü, NASA'nın son verileri ışığında bu mucizenin kanıtlandığını iddia ediyor. Oysa azıcık bir araştırma yapar, en azından haberde adı geçen derginin sayfasına giderseniz (NASA'nın resmi sayfası da olur), durumun inşikak-ı kamerle uzaktan yakından ilgisi olmadığını görürsünüz. Olay kısaca şudur: Daha önce Ay üzerindeki yarıkların nedeni olarak meteor çarpmaları gösteriliyordu. Malum; Ay'ın atmosferi yok. Dolayısıyla Ay'a çarpan taşlar Ay'ın yüzeyinde ciddi izler bırakabiliyor. Son yapılan gözlemlerden sonra bu yarıkların bazılarının meteor çarpması sonucu değil de, Ay'ın kendi içindeki yanardağların patlamasından kaynaklandığı düşünülüyor. Çünkü meteor çarpması olsaymış izler yuvarlak olurmuş. Gözlemlere göre yarıklar çok geniş bir alanı kaplayan büyük bir dikdörtgen şeklindeymiş. Yani milyonlarca yıl önce Ay'ın üzerinde lavdan nehirler akıyormuş. Olay bundan ibaret. Böyle bir haberden yola çıkarak 1500 yıl önce (Ay'ın yaşına göre çok yakın bir tarih) gerçekleştiğini iddia ettikleri bir mucize için kanıt bulduk demek, bilim değildir, şarlatanlıktır. Bilimsel bulguları inandıkları bilim dışı söylentilere göre eğip bükmek ve bu bilim dışını bilimmiş gibi göstermeye çalışmaktır. Bana kalırsa, bu tip haberler bilim çalışmak ve gerçek anlamda bilgi peşinde koşmak isteyen gençlere, herhangi bir din aliminin söylemlerine nazaran daha çok zarar vermektedir.
Nasıl Bir Yanıt Sizi
Tatmin Edecek?
Sorulardan en önemlisi budur. Hakikaten nasıl bir yanıt
bekliyorsunuz bilim insanından? Diyelim ki bilim insanları önümüzdeki yüz yıl
içinde BP’yi kanıtladılar ve BP’nin oluşumunu tetikleyen dinamiklerin
denklemlerini bir bir sıraladılar. Öyle ki artık BP’nin neden meydana geldiğini
öğrendik. Bilim insanları bu dinamiğe “CP” adını vermiş olsunlar. Yani, BP’nin
kaynağı CP’ydi. Bu durumda inanan insan “İyi ama CP’nin kaynağı ne? Onu izah et
bakalım. İşte CP’nin öncesinde Tanrı var.” diyecektir. Hadi bir yüz yıl daha
geçsin. Bilim insanları CP’nin arkasında meydana gelmiş olan fiziksel
dönüşümleri de izah etsinler, matematiksel tutarlı denklemlere indirgesinler ve
bu yeni çözüme “DP” adını versinler. Ne diyecek inançlı insan? “İyi ama sen
bana CP’nin arkasında DP var diyorsun. Peki DP’nin arkasında ne var? İşte orada
her şeye gücü yeten, her yerde hazır ve nazır olan ulu Tanrı var.” diyecek.
Kısacası bitmeyen bir öteleme yarışı yaşanacak. İnanan insan “Bunu da izah et,
görelim.” diyecek. Bilim insanı onu izah ederken yeni bir takım bulgulara
ulaşacak, evren hakkında yeni şeyler öğrenecek. İyice köşeye sıkışan inançlı
kişi “Ha ha, iyi ama sen bana onu izah ettin. Onun nedeni ne bakayım. Onu da
izah et de görelim.” diyecek. Saçma bir kısır döngünün içerisinde kendilerince
yuvarlanıp gidecekler. Kısacası hiçbir yanıt inanan insanı tatmin etmeyecek ve
onu inandığı Tanrı’dan vazgeçirmeyecektir. Çünkü aşağıda da belirteceğim gibi
inanan insanın inanmasının nedeni bilimsel bir bulgu değildir, kendini güvende
hissetme arzusudur. Kendi başına bir anlamı olmadığı hayatına dışarıdan anlam
enjekte etme arayışıdır.
Tanrı İnancı Neden Bu
Kadar Çekici?
Hepimizin bildiği bir tarihtir dünya merkezli evren
anlayışından merkezsiz bir evren anlayışına uzanan insan bilgisinin serüveni.
Antik Yunan’da dünya merkezdedir çünkü kendisini bir halt zannetmek isteyen
insan içinde yaşadığı gezegeni ortaya almak ister. Diğerleri onun için vardır,
ona hizmet etmek için yaratılmıştır. Galileou, dönenin güneş değil de dünya
olduğunu söylediğinde; insanın bu kendini beğenmiş görüşünü sarstığı için
engizisyona gönderilir. Kopernik, güneş
merkezli bir sistemi ortaya koyduğunda artık insanın tahtı durdurulamayacak
şekilde sarsılmaya başlamıştır. Bırakın dünyanın evrenin merkezinde olmasını;
ne güneş merkezdedir, ne de içinde bulunduğumuz Samanyolu Galaksisi. Aslına
bakılırsa kocaman bir evrenin bir köşesinde, belli belirsiz bir noktadan ibaret
olduğumuzu öğrenmişizdir. Galaksimizin konumu, bir futbol sahasının herhangi
bir köşesine düşürülen toplu iğnenin durumu gibi bir şeydir. O kadar küçük, o
kadar değersiz, o kadar “hiç kimsenin umurunda olmayan” bir nesneyiz.
İşte bu yüzden inançlı insan çekici bulur Tanrı
inancını. Çünkü inanınca biyolojik bir
varlığın ötesinde değerinin arttığını hisseder, evrende bir önemin olduğunu
düşünür, varlığının bir anlamı olduğunu zanneder, ölümsüz olduğuna inanıp ölüme
karşı kendince bir kalkan geliştirir. Yetim ve öksüzüzdür oysa. Başımızı okşayacak
bir Tanrı yoktur hastalanıp, zayıfladığımızda. Ölünce kurtlar yer bedenimizi,
ateşlere atarlar, akbabalara yem ederler. Hayat bu kadar gerçektir işte.
Doğadan gelip doğaya gideriz. Çünkü ondan farklı bir yanımız yoktur. İnanan
insanın BP’nin arkasında bir Tanrı aramasının asıl nedeni bilimsel bir hipotezi
sınamak ya da kanıtlamak değildir. Onun yerine yanıtı olmayan sorulardan dolayı
sıkışan ruhunu rahatlatmak, kendine evrende bir yer açmak ve böylece
anlamsızlık/amaçsızlık sorununa ucuz bir çare üretmektir. Tanrı’nın olmadığı
bir evreni soğuk, karanlık ve itici bulur. Kendi bedeninin evrenin bir parçası
olduğunu, evreni oluşturan elementlerin kendi bedenini de oluşturduğunu kabul
etmek istemez. Anlamsızlık ve amaçsızlık en büyük korkusudur.
Sana Kötü Bir Haberim
Var
Sana kötü bir haberim var. Diyelim ki bilim insanları BP’nin
arkasında bilinçli bir varlığın var olduğuna dair kanıtlar buldular ve bu
durumu kabullendiler. Sence bilim insanı duracak mı? O çok güçlü bilinçli
varlık nereden geldi demeyecek mi? Demeyecekse bilim insanı olma özelliğini
yitirmiş olmaz mı? Büyük Patlama kuramını duyunca “Ondan önce ne vardı ha?”
diye bilgiçlik taslayan inançlı insan, neden iş bilinçli bir varlığa varınca
hemen yelkenleri suya indiriyor? Eğer BP’nin arkasında ne var sorusunda
samimiyse, Tanrı’nın arkasında ne var sorusunu da sorabiliyor olmalıdır. Ha
burada, “Ama Tanrı kendiliğinden var olandır, gücü sonsuzdur, onu var eden bir
başka güce ihtiyacı yoktur.” denilecekse, samimiyetini kanıtlama konusunda
tarih boyunca daha güzel örnekler vermiş olan bilim insanının bu çıkışa da
vereceği bir yanıt vardır.
Sana Kötü Bir Haberim
Daha Var
Öncelikle varlığı kendinden ifadesi kabul edilebilir
değildir. Neden bilinçli ve güçlü bir varlığın kendiliğinden var olabileceğine
inanıyorsun da sonlu ve bilinçsiz olan bu evrenin kendiliğinden var olabileceğine inanmıyorsun? Mantıklı olarak düşününce bilinçsiz ve sonlu bir evrenin
kendiliğinden var olma olasılığı daha yüksek görünüyor. Bilinci yok ne de olsa,
sonu da var! Diğerine göre sonsuz derecede kolay olmalı böyle bir evrenin var
olması. Oysa Tanrı, kendiliğinden var olacaksa onun bilincinin nereden geldiği
sorusunu sormamız gerekir. Bilincin var olması bilnçsizliğin var olmasına göre
çok daha zor olmalıdır. Hem nasıl sonsuz oluyor bu bilinç? Sonlu olan bir şeyin
bile kendi kendine var olabildiğine inanmayan insan, sonsuz olanın kendi
kendine olduğuna nasıl inanabilmektedir? Madem bir şeyin kendi kendine var
olabildiğine inanacağım, o halde gözümün önünde her gün gerçekleşen evrenin var
olduğuna inanırım. En azından evrenin var olduğunu görüyorum, inkâr edemiyorum.
Oysa Tanrı’nın var olduğuna dair tek bir fiziksel kanıt bile yok ortada. Var
olduğunu iddia edenler kafa karıştırmaktan, spekülasyonlar üretmekten ileriye
gidemiyorlar maalesef.
Ayrıca, sonsuzluk hiç de öyle sanıldığı gibi, bir yerde bitebilen ve bir “şey” olabilen sabit bir kavram değildir. Sonsuz tane sonsuz vardır ve her bir sonsuzdan daha sonsuz olabilen sonsuz tane sonsuz vardır. Kafa karıştırıcı gelebilir ama maalesef gerçek budur. Yani, Tanrı sonsuzdur deyince işin içinde sıyrılamıyorsun maalesef. Çünkü her sonsuzdan daha büyük bir sonsuz daha vardır. Kısacası en sonsuz diye bir şey yoktur. En sonsuz kavramı kendi içinde çelişkilidir. Bu durumda Tanrı’nın kendisini var eden daha büyük bir sonsuz tarafından var edildiği gerçeği ortaya çıkar. Yani Tanrı sonsuzdur ama ona bu sonsuzluğu bahşeden daha büyük bir sonsuz vardır. Kısacası Tanrı mutlak surette kendisinden daha büyük bir sonsuzluğun altkümesi olmak zorundadır çünkü altküme olmayan bir sonsuz tanım gereği imkânsızdır.
Tanrı Sormuyor mu
Kendisini Var Eden Gücü?
Biz kullarına düşünerek ve sorgulayarak kendisini bulmamızı
emreden Tanrı kendi gücünü sorgulamıyor mu? Dünyadaki güzelliklere, yıldızların
ahengine, hayvanların nizam içindeki davranışlarına, kalbimizin atışındaki ihtişama bakıp Tanrı’ya ulaşan insan,
neden Tanrı’dan aynı olgunluğu beklemez? Öyle ya, Tanrı sonsuz gücün kendisine
nereden geldiğini sorgulamalıdır tıpkı bizim yaptığımız gibi. Biz insanlar içinde yaşadığımız evrenin kendi
kendine var olacağına inanamıyorsak ya da böyle bir şeye inanmamız
yasaklanıyorsa, bu durumda Tanrı’nın da kendisinin kendi kendine var olduğuna
inanması yasak olmalıdır. Bu yasağı ona kim bildirecektir? Tabii ki kendisine
bu gücü veren Mega-Tanrı yapacaktır bu işi. Peki bu Mega-Tanrı nereden
gelmiştir? Süper-Mega-Tanrı’dan mı? Sorular sürüp gider, anlamsız ve tekrar
eden bir dizi üzerinde gereksiz yere vaktimizi harcamaktan başka bir iş yapmış
olmayız.
Tanrısız Bir Hayat
Mümkün mü? Amaç ve Anlam
Büyük Patlama’yla ya da Evrim Kuramı’yla ilgili her
videonun, her resmin altına yorum yazmayı ve temcit pilavını ısıtıp ısıtıp her
misafirin önüne süren ev sahibi gibi “Peki ilk hücre nereden geldi?”, “Peki,
Büyük Patlama’dan önce ne vardı?” sorularını yapıştıran arkadaşım. Bu sözlerim
sana, iyi dinle.
Tanrısız bir dünyanın amacı yoktur ama anlamı vardır. Ona
anlamı sen vereceksin. İlla bir amaç arıyorsan boşuna uğraşma. Kocaman bir
evrenin uzak bir köşesinde dönüp duran bir gezegenin içindeyiz. Yaşamaktan, üremekten ve
ölmekten başka bir amacımız varmış gibi görünmüyor. Tüm bunları da amaç olarak saymak pek anlamlı olmaz eğer dünyanın bir gün soğuk bir kaya parçasına dönüşeceğini biliyorsak. Yok yani, kabul edelim
bunu. Yaşamın bir amacı yok. Yalnız, amacı olmayan bir şeyin anlamı da yok
diyemeyiz.
Lunaparka gidersin, dönme dolaba binersin. Eğlenirsin, çığlıklar atarsın, şakalaşırsın, mutlu olursun… Sonra vakit dolar ve evine gidersin. Eğlendiğinden, mutluluğundan başka elinde bir şey kalmamıştır geride. Lunaparkta eğlenmenin bir amacı yoktur ama bir anlamı vardır. Mutlu olmuşsundur, dertlerini unutmuşsundur, çocuğunu sevindirmişsindir, yükseklik korkunu yenmişsindir. Hayat da böyledir. Boştur aslında, bomboştur. Ona anlamını sen vereceksin. Sanatla, bilimle uğraşacak ve yaşadığın ânı doya doya yaşayacaksın. Spor yapacak ve deli gibi terleyip rahatlayacaksın. Bir düşmüşe elini uzatıp onu yerden kaldıracaksın. Bir yetimin başını okşayıp, eğitim masraflarını karşılayacaksın. Güneşin batışını izleyip hayran kalacaksın. Yağmurda şarkı söyleyeceksin. Sevgiline sıkı sıkı sarılıp, aşkınız hiç bitmeyecekmiş gibi öpüşeceksin. Bunlar hayata anlam katar, seni ve etrafındakileri mutlu eder. Çocuk gibi, lunaparktan çıkınca “Ama ben parkta sonsuza kadar kalmak istiyorum.” demenin bir anlamı yoktur. Bu çocukluktur, olgunlaşamamaktır, kendini olduğundan yüksek yerde görmektir. Olgun insan, yaşadığını yaşar ve bitiş zili çaldığında da sessizce çıkmasını bilir. Daha fazlasını istiyorum deyip, ortalığı velveleye vermenin ne insanın kendisine ne de etrafındakilere bir faydası vardır.
Lunaparka gidersin, dönme dolaba binersin. Eğlenirsin, çığlıklar atarsın, şakalaşırsın, mutlu olursun… Sonra vakit dolar ve evine gidersin. Eğlendiğinden, mutluluğundan başka elinde bir şey kalmamıştır geride. Lunaparkta eğlenmenin bir amacı yoktur ama bir anlamı vardır. Mutlu olmuşsundur, dertlerini unutmuşsundur, çocuğunu sevindirmişsindir, yükseklik korkunu yenmişsindir. Hayat da böyledir. Boştur aslında, bomboştur. Ona anlamını sen vereceksin. Sanatla, bilimle uğraşacak ve yaşadığın ânı doya doya yaşayacaksın. Spor yapacak ve deli gibi terleyip rahatlayacaksın. Bir düşmüşe elini uzatıp onu yerden kaldıracaksın. Bir yetimin başını okşayıp, eğitim masraflarını karşılayacaksın. Güneşin batışını izleyip hayran kalacaksın. Yağmurda şarkı söyleyeceksin. Sevgiline sıkı sıkı sarılıp, aşkınız hiç bitmeyecekmiş gibi öpüşeceksin. Bunlar hayata anlam katar, seni ve etrafındakileri mutlu eder. Çocuk gibi, lunaparktan çıkınca “Ama ben parkta sonsuza kadar kalmak istiyorum.” demenin bir anlamı yoktur. Bu çocukluktur, olgunlaşamamaktır, kendini olduğundan yüksek yerde görmektir. Olgun insan, yaşadığını yaşar ve bitiş zili çaldığında da sessizce çıkmasını bilir. Daha fazlasını istiyorum deyip, ortalığı velveleye vermenin ne insanın kendisine ne de etrafındakilere bir faydası vardır.
Burada keseyim. Bir anda gelen bir istekle yazdım bu yazıyı.
Ne daha önceden planını yaptım ne de üzerinde ciddi anlamda kafa yordum.
Yazının başında bahsettiğim forumlarda gördüğüm yorumlardan sonra gelen aşırı
bir yazma isteğiyle doğdu yazı. Zaten böyle derin konularda birer paragraf yazıp geçiştirmek pek de doğru bir iş değil. Yine de sayfaya koyuyorum. Belki birilerinin kafasını karıştırırım, düşünmelerine vesile olurum. Umarım hem kendimin hem de siz okuyucunun vaktini
israf etmemişimdir. Çünkü hayat güzel, sokaklar güzel, insanlar güzel, hafta
içi çalışan bizler için Pazar günleri ayrı güzel. Boşa harcamaya gelmez,
eğlenmenize bakın.