Gelelim meditaston meselesine! İnsan ne düşünür meditasyon yaparken? Ne düşünmesi gerekir? Bu soru bütün dinlerdeki, huşu içinde yapılması gereken ibadetler için de geçerli aslında. Çaprazımdaki gutide kısa saçlı, yaşlı bir kadın sanırım meditasyon yapıyor. Bir sol eli kalkıyor göğüs hizasına, bir sağ eli. Sonra ellerini göbek hizasında kenetleyip baştan başlıyor. Fiziksel bir egzersiz mi yapıyor yoksa trans hâline geçti de bedenini kontrol etmeyi mi unuttu? Ama her ne yapıyorsa yapsın, ben yine de dünyasal bir şeyler düşündüğünü düşünüyorum. Belki çocuklarını düşünüyor, belki yeni doğacak torununu ya da sabah yemeğini vermeyi unuttuğu köpeğini...
Benim annem namaz kılarken aklına dünyanın binbir şeyinin geldiğini söylerdi. Ben de pek farklı değildim eski hayatımda. Az değildir namaz sırasında matematik sorusu çözdüğüm ya da sevdiğim bir filmden bir sahneyi gözümün önüne getirdiğim. Ama başka çaresi var mı insanın gerçekten de? Bilmediği bir dilde, tıpkı bir papağan gibi aynı kelimeleri söyleye söyleye, kelimelerin de cümlelerin de anlamını eritiyor insan. Ho Çi Minh Kentindeki motor sürücülerinin hep birlikte kornaya basmasıyla kimsenin korna sesini duymaması gibi bir şey bu. Ocakta pişen yemek de girer namaza, ödenmeyen elektrik faturası da! Burada da durum aynı. İnsanlar gündelik hayatta İsanca, resmi kurumlarda Tayca konuşuyor. (Bazen düşünüyorum neden İsan insanı da özgür bir İsan ülkesinin hayalini kurmaz diye. İsanland ya da İsanistan fena olmaz aslında.) Ama meditasyon sırasında zikrettikleri dualar (ya da çantingler) Buda’nın da konuşmuş olduğu dil olan Palice. Dolayısıyla dilleri anlamlarını bimediği kelimelerle meşgulken, zihinleri bildikleri ve aşina oldukları dil olan İsancayla dünyayı (ya da en azından köyü) turluyor. Hem mümkün mü öyle üç-beş kelimeyle kendini dünyadan soyutlamak ve saf zihinsel bir aleme girmek? Hiçbir şeyi düşünmek olanaklı olamayacağına göre düşünülen şeyin bir şey olması gerekmektedir. Ve bu şey de ister istemez dünyaya ait, ne kadar sefil ve kirli olursa olsun, dünya ile sınırlı oluyor. Namaz sırasında cehennemi ya da cenneti düşüneyim diyen müslüman, en çok ya gördüğü büyük bir yangının alevlerini ya da gördüğü güzel bir bahçenin dallardan sarkan meyvelerini hayal edebilir. Görüp, yaşadığı, bizzat deneyimlediği farklı görüntüleri bir araya getirip kendisine uygun güzel bir resim çizer. Sonra bu resmin dünya dışı olduğunu ifade eder. Oysa hayalgücümüzün ürünleri de dahil, ürettiğimiz her şey deneyimlerimizin birer uzantısı değil midir?
Şimdi ben burada oturmuş, hayatımda hiç yeltenmediğim bir iş hakkında ahkâm kesiyorum ama bütün bu kuşkucu yaklaşımımın kaynağı cehalet de olabilir. Böyle basit gözlemlerle ve ilgisiz analojilerle 3000 yıldan uzun bir geçmişi olan, köklü bir dinsel ayin hakkında atıp tutmak kolay olmasa gerek. Kuşkularımda ve eleştirel tavrımda ne kadar haklı olduğumu yarın ve sonraki günlerde göreceğim. Küçükken hiçbirşeyi düşünmeyi becerebilirsem uçacağıma inandırılmıştım. Çok denedim ‘hiç’i düşünmeyi ama beceremedim. En yakına vardığım zaman düşünmem gereken tek şeyin hiç olduğunu düşündüğüm zamandı ki bu noktayı da başlangıçtan çok uzakta görmek saflık olur. Bunun ötesine gidemedim. Tam hiçi düşündüğümü zannediyorum ki aslında düşündüğüm hiçin aslında hiç değil de bir şey olduğunu farkediyorum. O yaşımdayken bile insanın zihnini küvetin tıpasını çekip suyunu boşaltması gibi boşaltamayacağını öğrenmiştim.
Şaka maka! Üç sayfa doldu! Yerden 40 cm kadar yüksekte bu ufacık sandalyede oturup, yine oturmak için yapılmış olan beton oturağa eğilerek yazmak biraz yorucu. Şikayetçi olduğumu söyleyemem çünkü zihnim açık ve yazabiliyorum. Aklıma bu sabah uyanır uyanmaz J’ye söylediğim söz geldi. “Yazabilmem için tek gerekli ve yeterli şart senin benim yakınımda olup, benim senin uzağında olmam.” Bu lafımdan ne anladı bilemiyorum ama benim için güzel ve doğru bir saptama bu. Şu bir gerçek: J uzaktayken de çok yakınımdayken de yazamıyorum. Benim yakınımda olmalı ama benim onun uzağında olmama izin vermeli. Bencilce hatta gaddarca bir tutum olduğunu kabul edebilirim. Ama gerçek bundan ibaret. Yazmak için insanlardan uzaklaşmam gerekiyor. Bu şekilde zihnimi toparlayıp, yazacağım şeye konsantre olabiliyorum. Bunun yanında ben yazarken J’nin yakınımda olması gerek. Aynı odada değil ama yandaki odada, salonda, alışverişte, arkadaşının yanında olmalı. Geleceğini, beni yazma işkencesinden kurtaracağını bilmeliyim. Evet, bencilce! Ama yazmanın başka bir yolu da yok sanırım. En azından ben keşfetmiş değilim henüz. Hangi kadın ister kocasının kendisinin uzağında olmasını? Bazen aynı yatakta yattığımız hâlde, farklı kıtalarda yaşıyormuşuz gibi hissediyorum. O benim yüzüme bakıp, her zamanki kadınsı bakışıyla geri gelmemi arzuladığını belirtiyor. ‘Kefaret’deki kızın sevgilisine, sinirli bir anında hipnoz edercesine ‘come back, come back’ demesi gibi. Ben uzaklarda, geri gelmenin bana getireceklerini hesaplamakla meşgulüm. J kocasının ruhunu yanına çekmekle... Bir yazarla evlenerek hata yaptığını düşünmeye başlamadan kayda değer bir şeyler yayınlamalıyım. Yoksa bu beklentilerin biteceği yok.
Benim annem namaz kılarken aklına dünyanın binbir şeyinin geldiğini söylerdi. Ben de pek farklı değildim eski hayatımda. Az değildir namaz sırasında matematik sorusu çözdüğüm ya da sevdiğim bir filmden bir sahneyi gözümün önüne getirdiğim. Ama başka çaresi var mı insanın gerçekten de? Bilmediği bir dilde, tıpkı bir papağan gibi aynı kelimeleri söyleye söyleye, kelimelerin de cümlelerin de anlamını eritiyor insan. Ho Çi Minh Kentindeki motor sürücülerinin hep birlikte kornaya basmasıyla kimsenin korna sesini duymaması gibi bir şey bu. Ocakta pişen yemek de girer namaza, ödenmeyen elektrik faturası da! Burada da durum aynı. İnsanlar gündelik hayatta İsanca, resmi kurumlarda Tayca konuşuyor. (Bazen düşünüyorum neden İsan insanı da özgür bir İsan ülkesinin hayalini kurmaz diye. İsanland ya da İsanistan fena olmaz aslında.) Ama meditasyon sırasında zikrettikleri dualar (ya da çantingler) Buda’nın da konuşmuş olduğu dil olan Palice. Dolayısıyla dilleri anlamlarını bimediği kelimelerle meşgulken, zihinleri bildikleri ve aşina oldukları dil olan İsancayla dünyayı (ya da en azından köyü) turluyor. Hem mümkün mü öyle üç-beş kelimeyle kendini dünyadan soyutlamak ve saf zihinsel bir aleme girmek? Hiçbir şeyi düşünmek olanaklı olamayacağına göre düşünülen şeyin bir şey olması gerekmektedir. Ve bu şey de ister istemez dünyaya ait, ne kadar sefil ve kirli olursa olsun, dünya ile sınırlı oluyor. Namaz sırasında cehennemi ya da cenneti düşüneyim diyen müslüman, en çok ya gördüğü büyük bir yangının alevlerini ya da gördüğü güzel bir bahçenin dallardan sarkan meyvelerini hayal edebilir. Görüp, yaşadığı, bizzat deneyimlediği farklı görüntüleri bir araya getirip kendisine uygun güzel bir resim çizer. Sonra bu resmin dünya dışı olduğunu ifade eder. Oysa hayalgücümüzün ürünleri de dahil, ürettiğimiz her şey deneyimlerimizin birer uzantısı değil midir?
Şimdi ben burada oturmuş, hayatımda hiç yeltenmediğim bir iş hakkında ahkâm kesiyorum ama bütün bu kuşkucu yaklaşımımın kaynağı cehalet de olabilir. Böyle basit gözlemlerle ve ilgisiz analojilerle 3000 yıldan uzun bir geçmişi olan, köklü bir dinsel ayin hakkında atıp tutmak kolay olmasa gerek. Kuşkularımda ve eleştirel tavrımda ne kadar haklı olduğumu yarın ve sonraki günlerde göreceğim. Küçükken hiçbirşeyi düşünmeyi becerebilirsem uçacağıma inandırılmıştım. Çok denedim ‘hiç’i düşünmeyi ama beceremedim. En yakına vardığım zaman düşünmem gereken tek şeyin hiç olduğunu düşündüğüm zamandı ki bu noktayı da başlangıçtan çok uzakta görmek saflık olur. Bunun ötesine gidemedim. Tam hiçi düşündüğümü zannediyorum ki aslında düşündüğüm hiçin aslında hiç değil de bir şey olduğunu farkediyorum. O yaşımdayken bile insanın zihnini küvetin tıpasını çekip suyunu boşaltması gibi boşaltamayacağını öğrenmiştim.
Şaka maka! Üç sayfa doldu! Yerden 40 cm kadar yüksekte bu ufacık sandalyede oturup, yine oturmak için yapılmış olan beton oturağa eğilerek yazmak biraz yorucu. Şikayetçi olduğumu söyleyemem çünkü zihnim açık ve yazabiliyorum. Aklıma bu sabah uyanır uyanmaz J’ye söylediğim söz geldi. “Yazabilmem için tek gerekli ve yeterli şart senin benim yakınımda olup, benim senin uzağında olmam.” Bu lafımdan ne anladı bilemiyorum ama benim için güzel ve doğru bir saptama bu. Şu bir gerçek: J uzaktayken de çok yakınımdayken de yazamıyorum. Benim yakınımda olmalı ama benim onun uzağında olmama izin vermeli. Bencilce hatta gaddarca bir tutum olduğunu kabul edebilirim. Ama gerçek bundan ibaret. Yazmak için insanlardan uzaklaşmam gerekiyor. Bu şekilde zihnimi toparlayıp, yazacağım şeye konsantre olabiliyorum. Bunun yanında ben yazarken J’nin yakınımda olması gerek. Aynı odada değil ama yandaki odada, salonda, alışverişte, arkadaşının yanında olmalı. Geleceğini, beni yazma işkencesinden kurtaracağını bilmeliyim. Evet, bencilce! Ama yazmanın başka bir yolu da yok sanırım. En azından ben keşfetmiş değilim henüz. Hangi kadın ister kocasının kendisinin uzağında olmasını? Bazen aynı yatakta yattığımız hâlde, farklı kıtalarda yaşıyormuşuz gibi hissediyorum. O benim yüzüme bakıp, her zamanki kadınsı bakışıyla geri gelmemi arzuladığını belirtiyor. ‘Kefaret’deki kızın sevgilisine, sinirli bir anında hipnoz edercesine ‘come back, come back’ demesi gibi. Ben uzaklarda, geri gelmenin bana getireceklerini hesaplamakla meşgulüm. J kocasının ruhunu yanına çekmekle... Bir yazarla evlenerek hata yaptığını düşünmeye başlamadan kayda değer bir şeyler yayınlamalıyım. Yoksa bu beklentilerin biteceği yok.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder