Birinci Bölüm - Kilitlerin Tarihi
Uyandım ama gözlerim halâ kapalı. Dişimin ağrısından doğru dürüst uyuyamadım. Yatmadan önce aldığım ağrıkesicilerin etkisi geçmiş olmalı ki zonklamalar dayanılmaz hale geldi. Ne zannediyordum? İki hap yutunca sonsuza kadar kurtulacak mıydım ağzımın içindeki kara delikten? Geçici çözümlerin acıyı geciktirmekten başka bir işe yaramadıklarını herkes gibi ben de biliyorum ama yine de kendimi onların yalancı dokunuşlarından alıkoyamıyorum. Çilingir değil de postacı olsaydım geçici çözümlerden medet umuyor olmam izah edilebilirdi. Paketin sahibi evde yoksa ertesi gün ya da ertesi hafta bir daha gelirsiniz, olur biter. Bir kapının kilidini geçici olarak tamir ederseniz, hırsızlara davetiye çıkarmış olursunuz. Sonunda da soluğu mahkemede alırsınız. Yargıç sizin geçici çözümünüzün geçici olmayan bir zarara yol açtığını söyler ve tüm sorumluluğu üzerinize yıkar. Teknik imkansızlıkları, inadına yağan yağmuru, çalışma ortamının uygunsuzluğunu, tepenizde bekleyen evsahibinin sabırsızlığını göz önüne almaz. Bu yüzden bizim mesleğimiz ya hep ya hiç mantığıyla işler. Bir kapıda kilit ya vardır, yani sadece yetkili kişi tarafından doğru anahtarları kullanarak açılabilir ya da yoktur, yani herhangi birisi belki biraz zorlamayla belki de hiç zorlamadan kapıyı açabilir. Bu ikisinin arasının olmaması işimizi zorlaştırmaz, tam tersine kolaylaştırır. Tek sorun geçici çözümlerin suiistimale açık olmasıdır.
Gözlerimi açtım. Odanın içerisi karma karışık: sağda solda bırakılmış çilingir malzemeleri, sökülmüş kilitler, pense, farklı boyutlarda keskiler, ucu kör bir eğe, ufak tefek vidalar ve yaylar, yüzlerce anahtarın asılı olduğu geniş bir tahta, masanın üzerinde açık bırakılmış bir çanta ve çantanın yanında sayfaları aralanmış, tavuskuşunun kuyruğunu andıran renkli bir defterle onun hemen yanında, odada hayatın devam ettiğinin tek göstergesi olan yarım bardak su. Dükkanı kapatıp, her şeyi yatak odama doldurduğumdan beri pek az çıkıyorum evimden. Şu anda içinde olduğum bu odayı da satın alıp, yandaki odaya dahil ettiğimizde balkonu odanın içerisine dahil edip, odanın kuzeye bakan cephesininin belden yukarı olan kısmının tamamını camekân yaptırmışdık. Böylece tüm Bangkok gözlerimizin önündeydi. Naam çok severdi sabahları pencereyi açıp, yavaş yavaş ısınan ve ısındıkça uyanan kentin ilk seslerini dinlemeyi. Bu odada vermişti son nefesini. Hastaydı ama hastalığına rağmen sabahları erken kalkıp, pencereyi açma işini benim yapmama izin vermemişti. Her pazar olduğu gibi onun önce kalkıp, pencereyi açmasını beklemiştim yağmurun ince ince, adeta insanın içini acıtarak yağdığı o uğursuz Pazar sabahında. Oysa uyanmamıştı Naam o sabah. Ne uyanmış ne de beni uyandırmıştı. Ben gözlerimi açıp, onun gözlerini açamadığını fark ettiğimde, soğuk bedenini yatakta doğrultmuş, yüzünü son bir defa kentin binalarına ve onları esir almış gri bulutlara çevirmiş, “Bak Naam, yağmur yağıyor! Hem de senin sevdiğin yağmurdan. İnsanın içine içine yağan, sevgilileri ıslatmayan yağmur bu” demiştim. O gün Naam’ın da onun sevdiği yağmuların da sonu olmuştu.
Şanslı bir erkektim. Sevdiğim kadın karım olmuştu. Otuz yıl bu evde birlikte yaşadık ve bir sabah, tıpkı geldiği gibi sessizce çıktı gitti hayatımdan. Gideli neredeyse altı ay oldu ama sanki daha dün akşam ‘birazdan geleceğim’ sözüyle kapıdan çıkmış ve beni merakta bırakmıştı. Bazen bu otuz yılın bir rüya olup olmadığını merak ediyorum. Birazdan uyanacağım ve yirmi yaşında, hayatıma kaldığım yerden devam edeceğim. Ona tekrar aşık olacağım, onu tekrar sevip koklayacağım. Her şey bir rüya olsaydı mutluluk da rüyanın bir parçası olacağı için rüyada mutlu olmanın yollarını arıyor olmamız gerekirdi. Oysa o rüya değildi, geçici bir heves hiç değildi. Hayatıma anlam katan, onu genişleten, tüm diğer sorunları küçültüp paspas altına sıkıştıran mutlak bir sarhoşluktu. Belki de onun yokluğuyla azdı dişimin oyuğu, onun yokluğuyla hareket etmeye başladı gölgeler, onun yokluğuyla sardı beni anılar... O varken sadece ‘aşk kırıkları’ doldururdu odamızı. Başka bir şeyin odaya girmesine izin vermezdik. Şimdi dışarıda ne varsa içeride de o.
Gözlerim doldu yine pencereye bakıp Naam’ı düşününce. Böyle işte! Alışmak kolay değil yokluğuna. Pencereden aşağıya kayıp tekrar odanın dağınıklığına dalıyor gözlerim. Ne kadar toparlasam da yine bu hâle geliyor oda. Şaşıracak bir şey yok bunda. Tüm eşyalar bıraktığım yerde. Tuhaflık gölgelerde! Ağır ağır hareket eden, yatağın etrafını, duvarları ve tavanı, masanın gereğinden uzun bacaklarını, malzemelerin dağınık coğrafyasını esir almış gölgelerde var bir yanlışlık, belki bir hesap hatası, beklenmedik bir duruş. Sanki bir Nang Dalung oyununun ortasındayım ve varlığım da siyah bir gölgeden başka bir şey değil. Bir keser ya da pense gibi sapımı tutacak birilerini beklemem gerekiyor işe yaramam için. Gerçi buna inandığım zamanlar olmadı da değil. Babamın elimden tutup, beni mahallenin öteki ucundaki gölge oyununa ilk götürdüğü o yağmurlu günü unutmamın imkanı var mı? Yağmurun çoğalarak arttığı, yüzüme çarpan her damlanın hevesimden bir parça alıp götürdüğü, mahallenin dizboyu sulara gömüldüğü, insanların, köpeklerin ve bisikletlerin yağmura ve rüzgara esir olduğu o akşam üzerinde yağmurdan ve bisiklerden bağımsız olarak var olan, ıslanmayan ve asla ıslanmayacak bir şeylerin varlığını keşfetmiştim.
Orada, üstü saçaklarla örtülü, etrafı siyah bez parçalarıyla kapatılarak karartılan, başka zamanlarda şampuan, motor yağı ve kızarmış muz satan dükkanda, gölgelerin kendilerini hareket ettirecek iradelere sahip olmamalarına rağmen, insanlardan daha uzur ömürlü ve hatta insanlara kıyasla daha dayanıklı olduklarını farketmiştim. Yüzyıllardır değişmeyen yüzleri, birbirlerinden kesin çizgilerle ayrılan söylemleri ve hareketleri, sanki zamanın aşınmışlığına aldırmıyormuş gibi eskinin söylencelerinden dem vurmaları beni fazlasıyla etkilemiş, çocuk yüzüme gülücükler getirmişti. Önceleri hayranlık duyduğum bu gölgelere ilerki yaşlarda acıdım. Onların sopalara ve iplere bağlanmış halleri, biz özgür izleyicileri onlara karşı üstün kıldığı için mutlu ediyordu. Bizi bağlayan ipler ve sopalar yoktu ya da vardı da biz farkında değildik. O gün ve takip eden çocukluk günlerimde çok eğlenmiştim gölgelerin danslarını, gülünç konuşmalarını dinlerken. Ama sonraları içimde duyduğum acıma hissi ağır gelmeye, gölgelere karşı sorumluluk duymaya başladım. İnsanların çoğuna aptalca gelebilir böyle bir düşünce. Ama çocukluktan gençliğe geçen ve değişimi hisseden birisi için çok da abartılacak bir yanı yoktu. Karar vermiştim bir kukla olmamaya! Birileri tarafından idare edilmemeye ve kendi kendimin patronu olmaya. Çilingirliğe başladığım ilk yıllarda bu ilke en büyük dayanağım olmuştu. Oysa zamanla kaybettim bu özgürlük düşüncesini. Bir kukla olmaktan kaçmanın bir anlamının olmadığını, eninde sonunda birilerinin sopalarına takılıp gösterinin bir parçası olacağımı anlamam uzun sürmedi. Evlenip oğlum dünyaya gelince de kuklalar hakkındaki düşüncelerimin yanlış olduğunu anladım. Önemli olan kukla olup olmamak değildi. Bağlı olduğun sopalarla ve iplerle mutlu olup olamamandı. Zincirlere rağmen bir şeyler yapabilmek, bizi kontrol etmek isteyen güçlere inat mutluluğu avucunun içine alabilmekti. Gerçi bunda da pek başarılı olduğumu söyleyemem. Dünyayi değiştirmek için sarıldığım hayatımın bu gökten inme gibi görünen ilkeleri, değişenleri izlemekten başka pek bir şey yapamayacağımı fark etmemle birlikte buharlaştı, ortalıktan kayboldu. Geriye bir tek beni kontrol eden ailemle benim kontrol ettiğim ailem arasında sıkışmış bir çilingir ustası kaldı.
Doğrulup odaya daha derinden bakmak istiyorum. İnce yorganımın üzeri ay kırıkları ile dolmuş. Dışarıdan gelen köpek havlamaları ve ara sıra geçen motorsikletlerin çıkardığı sıradan gürültü otuz yıllık evimin duvarlarında bildik yankılar oluşturuyor. Odanın içerisi dayanılmaz sıcak, yorganı yatağın kenarına itip pencereyi açıyorum. Tıpkı Naam gibi! Kollarımı iki yana açıp, ayı kucaklıyorum. Beklediğimden de büyük. Sanki cama iple bağlanmış sarı bir uçan balon, orada öylece hareket etmeden duruyor. Belki de hareket ediyor da ben fark edemiyorum. Kendimin üzerinde durduğum dünyanın hareket ettiğini ne kadar fark edebiliyorum ki karşımda duran, binlerce kilometre uzaktaki devin yürüyüşünü farkedebileyim?
Dışarıdan bir ambülans sesi geliyor. Kim hasta acaba bu saatte? Hem bu saatte yollarda araba mı var da siren çalmaya gereksinim duyuyor şoför? Yoksa siren çalmadığı zaman acele etmesi gerektiğini mi unutuyor? Belki de sirenin insanın kulak zarını zorlayan sesi şoföre önemli bir iş yaptığını, hayat kurtardığını hatırlatıyordur? Ben de hayat kurtarmıştım bir keresinde. Hem de tıpkı bir ambülans şoförü gibi zamana karşı yarışarak. Buraya yakın bir hastanede yoğun bakımda tutulan yeni kaza geçirmiş bir hastanın bulunduğu odanın çelik kapısı nasıl olduysa kilitlenmiş ve kimsede anahtar bulunmadığı için ben çağrılmıştım. –Hastanede çalışan doktorlardan birisinin daha önce evinin kilidini tamir ettiğimi ve benim numaramı ondan aldıklarını işimi bitirdiğimde öğrenmiştim- Kapının kilidi bildiğimiz silindirli gömme kilitlerdendi. Kildin dili mekanizmayı es geçip, kasadaki zamaktan yapılmış oluğa takıldığı için maymuncuk ya da diğer keskin aletler işe yaramıyordu. Zamanım azdı. İçerideki hasta can çekişiyor hatta ölümle hayat arasında gidip geliyor olabilirdi. Biz çilingirler genelde işimizi sakin ortamlarda yapmayı severiz. Öyle ki çoğu zaman abuk subuk espriler yapar, evin ya da işyerinin sahibini güldürür, uzun süren çalışmanın stresini bu şekilde azaltmaya çalışırız. Oysa hastanedeki bu kapı elimi ayağımı birbirine karıştırmıştı. Sonuçta içerideki hastanın hayatı benim ellerimdeydi ve arkamdaki bir grup doktor ve hemşire sabırsızlıkla benim işimi bitirmemi bekliyorlardı.
Sonunda işin nezaketini bir tarafa bıraktım. Kiliti sökmeye yetecek kadar zaman yoktu. Hemen ucu ince keskilerle kapı ile kasanın arasının levyenin girebileceği kadar açtım. Ardından da levyeyi kapı ile kasanın arasına sokup, aralığı genişlettim ve oluğa kaçan dili pense ile yavaş yavaş kapının kilidine doğru çektim. Dilin son parçası kilide girdiğinde kapı kendiliğinden aralandı. Arkamdaki grup o anda sevinç çığlıkları atarak odaya doluştular. Ben kapının ağzında bekleyip, hastayı kurtarıp kurtaramadıklarını merak ederken, bir yandan da alnımdan dökülen terleri siliyordum. Hastanın kurtulduğunu, işimi doğru yaparak bir hayat kurtardığımı bana kahve getiren genç hemşireden öğrendim. Biraz daha geç kalsaymışım –bu ifade bana halen hiç bitmeyen televizyon dizilerinden ya da ucuz sermayeli filmlerden alınmış gibi gelir- hastayı kaybedebilirlermiş! Keyifle içtim kahvemi, sanki daha fazlasını hak etmişim ve büyük insanlara yakışır bir iş yapmışım gibi. Bir doktor ya da bir öğretmen için bu doğru olabilirdi çünkü bu insanlar mesleklerini kendileri seçiyorlar ve mesleklerini severek, çoğu zaman özveriyle yapıyorlar. Peki ya çilingir? Bir çilingirin mesleğiyle övünmeye hakkı var mıdır? Ufacık çocukların –kendi oğlum da dahil- “ben öğretmen olacağım, ben doktor olacağım” hatta uzayı dünyanın üstüne serilmiş tavan zanneden ilkokul örencilerinin “ben astronot olacağım” dediklerini duyarız. Ben bir çocuğun, “ben çilingir olmak istiyorum” dediğini ne duydum ne de bir yerde okudum. Bunun nedenini de şu anda yazmakta olduğum kitabın önsözünde açıkladım. Bir ambulans şoförü gibi hastanın hayatını kurtardığım o günün akşamı evime gururla döndüm. Çünkü birilerine yardım etmiş, topluma faydalı olmuştum.
Bir başka zaman da öğrenciliğin getirdiği parasızlıkla kiraladıkları, pencereleri ve balkonu olmayan karanlık odalarında kilitli kalmış bir sevgili çifti kurtarmıştım. Bu genç çift içeride kilitli kaldıklarını fark ettikleri hâlde, bunu saatlerce hatta günlerce durmaksızın sevişmek için iyi bir bahane olarak gördüklerinden önce durumu önemsememişler. İlk akşam yorgun düşene kadar sessiz sessiz, birbirlerinin bedenlerini sanki yeni öğreniyormuş gibi usul usul sevişmişler, karınları acıkınca da odada bulunan hazır yemekleri yeyip uyumuşlar. Sabahleyin uyanıp kendilerini kurtarmaya kimsenin gelmediğini fark ettiklerinde, yalnızlıklarını ve çaresizliklerini unutmak için tekrar sevişmişler. Kimi zaman yatağın üstünde, kimi zaman masanın üzerindeki tabakların yanında, kimi zaman da odanın sert zeminine serdikleri havlunun üzerinde, bazen üstüste, bazen yanyana, dakikalarca birbirlerinin nefeslerini derinlemesine hissederek, aşkla ve hırsla sevişmişler. Öyle ki birbirlerinin üzerlerine bal sürüp yapış yapış olana, aynalarda çoğalan görüntülerde ihtirasla hareket eden bedenlerini izleyip kendilerinden utanana, birbirlerine açık saçık sözler söyleyip yaptıklarının kelimelerle ifade edildiklerinde güzelliklerini korumadıklarını anlayana kadar akıllarına gelen her türlü fanteziyi deneyip, öğleden sonra tekrar uyumuşlar.
Akşam üzeri çıplak bedenlerine yapışan karıncaları temizleyip, masadaki artık yemekleri hızlıca silip süpürdükten sonra tam tekrar sevişmeye başlayacakları sırada kızın aklına o ana kadar hiç düşünmediği bir soru gelmiş: Mutlu olmak için bir insanın gereksinim duyacağı iki şey gıda ve aşk ise ve kilitli kaldıkları odada her ikisine de kolaylıkla ulaşabiliyorlarsa dışarı çıkmayı neden isteyeceklerdi? Buzdolabında ve lavabonun altındaki çekmecelerde kendilerine bir hafta yetecek kadar yiyecek vardı. Aşkları da daha önce hiç olmadığı kadar ateşli idi. Öyleyse devam etmeliydiler.
Ama işler hiç de düşündükleri gibi gelişmemiş. Ben onların hikayesini ücretimi almak için bir hafta sonra aynı odaya gittiğimde, o zaman odada yalnız başına yaşayan delikanlıdan duymuştum. Beni içeri almış, bankamatikten yeni çektiği bursundan ayırdığı taze banknotları elime tutuşturmuştu. Gözlerinde, “keşke bizi hiç kurtarmasaydın da bu odada, birbirimizin kollarında ölseydik” der gibi fersiz hatta sadece aşkı anlamamış gençlere yakışan bir bakış vardı. Üçüncü günün sonunda, delikanlıya göre güneşi uzun süre görmediklerinden dolayı, kıza göre ise sevişirlerken oğlanın kendisine değil de sağda solda hareket bile etmeyen nesnelere bakmasından dolayı, ufak bir kavga etmişler. Sinirlenip, heyheyleri ayyuka çıkınca kapıyı çarpıp, çekip gitmek de mümkün olmayınca çareyi aynı odanın içerisinde iki yabancı gibi yaşamakta bulmuşlar. Öğlen olmadan yemek yüzünden ikinci, hemen ardından da bulaşıklar yüzünden üçüncü kavga patlak verdiğinde kız olduğu yerde tepinmeye, sinirinden kapıyı yumruklamaya, eline geçirdiği kirli tabakları yere çarparak alt kattan yardım istemeye başlamış. İşte o günün akşam üzerinde ben kapının bozulan kilidini sökmüş, içeride üç gündür mahsur kalmış çifti özgürlüklerine kavuşturmuştum.
O akşam üzerinden hatırladığım iki şey vardı: Birincisi kapı açılır açılmaz yüzüme çarpan yoğun ter kokusuydu. Bu öyle bir kokuydu ki içerisinde aşkı, ihtirası, şehveti ve nefreti aynı anda barındırıyordu. Üç gün boyunca alınan ve verilen her solukta yaşananlar, kapıyı açmamla, deliğini bulmuş tazyikli su gibi dışarı fışkırmıştı. Diğeri de tek kelime etmeden kapıya doğru koşup, ardına bile bakmadan merdivenleri ikişer üçer inen genç kızın uzun dağınık saçları. Delikanlıdan bir hafta sonra öğrendiğime göre kız geçen bu süre boyunca ne aramıştı ne de kendisini uzaktan gördüğünde yanına yaklaşmıştı. O akşam eve dönerken nerede yanlış yaptıklarını düşünmüştüm. Aşkı özgürlükten mahrum bırakarak denizden alınıp, leğene konan balık durumuna düştükleri bir gerçekti. İçeride ne kadar yiyecek olursa olsun balık akşam olup balıkçılar tezgahı toplamadan yüzgeçlerini suyun yüzeyinde tutmaya çalışarak çırpınacaktır. Sonunda da ağzı, memeye uzanan bebeğin dudakları gibi büzülüp bir açılıp bir kapanırken, irileşen gözlerini gökyüzünün her saniye biraz daha siyahlaşan bulutlarına dikerek, verecektir son nefesini.
Pencerenin önünde dikilip dışarıya, Bangkok’un gittikçe artan ışıklarına bakıyorum. Sabah olmadan uyanan bu insanları rahatsız eden şey ne olabilir? İçlerinde benim gibi dişi ağrıyan ya da karısını özleyen var mıdır? Peki ya diğerleri? Şu ışıkları kapalı olan, hırsızların ve katillerin korkulu tasarılarını umursamadan başka bir dünyadaymışçasına uyuyan diğerlerini kim bu derece rahatlatmıştır? Kapılarına taktıkları çift taraflı rulmanlı gömme kilitler mi? Yoksa içeriden taktıkları kapının kasasına vidalanmış sürgüler mi? Her çilingir bilir ki bizim mesleğimiz evrimini azılı soygunculara ve yeni yöntemler geliştirmekten asla vazgeçmeyen akıllı hırsızlara borçludur.
Zaten insanları da en çok rahatsız eden budur. Hırsızları, çocukların ırzına geçen sapıkları ve hatta katilleri başka dünyadan, bizlere hiç benzemeyen yüzler olarak hayal ederiz. Çünkü böylesi işimize gelir. Ancak bu şekilde o sapıkları masum insanlardan, yani kendimizden, ailemizdekilerden, dostlarımızdan ayırmış oluruz. Oysa bir gün televizyonda yakalanan bir seri katili gördüğümüzde ağzımız kulaklarımıza varır. Katilin masum yüzü, iyi bir aile babası olması ve evinde ciddi bir sorun yaşamadan çocuklarıyla ve eşiyle mutlu bir hayat yaşıyor olması bizi derinden yaralar. Hele bir de aynı katilin insanların saygı duyduğu, güvenerek kapılarını açtıkları bir meslek sahibi olması daha çok tedirgin eder bizleri. Polisin seri katil olarak bir doktoru ya da öğretmeni yakalaması, bir mühendisi ya da bir inşaat işçisini yakalamasından çok daha şok edicidir. Çünkü bu insanlara güvenir, sağlığımızı, çocuklarımızı emanet ederiz. Amerika’da kurbanlarının ellerini ayaklarını bağlayıp, işkence yapıp ardından öldüren, polisle olan yazışmalarında BTK imzasını atan o soğuk kanlı katili düşünün. İki çocuk babası, kilise mensubu, devletin verdiği yetkilerle İstatistik çalışmaları için evlerden veri toplayan, üst düzey bir memurdu kendisi. Evlere girmesi kolaydı çünkü kimliğini gösterdiği anda insanlar kapılarını ardına kadar açıyorlardı. Gerçi BTK daha önce yaptığı işlerde evlerin güvenlik sistemlerini nasıl etkisiz hale getireceğini öğrenmiş birisi olduğu için mesleğini doğrudan kullanmıyordu cinayetleri için. Onun yaptığı mesleğinin getirdiği yetkiyle insanların evlerine rahatlıkla girip çıkıyor olmak, evde kimlerin yaşadığını, kimlerin hangi saatlerde evde bulunduklarını, kimlerin hangi saatlerde eve geldiklerini ya da evden çıktıklarını öğrenmekten ibaretti. Bir kere bu bilgiyi elde etti mi uygun bir zamanda eve gelip, kendisine fiziksel karşılık veremeyecek insanlara –özellikle kadınlara ve çocuklara- zarar vermesi kaçınılmaz oluyordu.
Bu yönden bakınca bizim mesleğimizin de ciddi denilebilecek boyutlarda etik bir tarafının olduğunu düşünebiliriz. Doktorlar mesleklerine başlamadan önce Hipokrat yemini ederler. Öğretmenlerin uymaları gereken katı disiplin kuralları vardır. Banka memurları, darpane çalışanları ve hatta lüks ürünler imal eden fabrika işçileri tüm giriş çıkışlarda güvenlik görevlilerinin kontrolünden geçmek zorundadırlar. Peki ya çilingirler? Neden güvenir insanlar bizlere? Bir kere açabildiğim bir kapıyı ikinci defa açmam çok daha az süremi alacaktır. Hem genelde evin ya da işyerinin sahibi ben kapıyı açtıktan sonra, bir şeyler içmek ya da iki dakika oturup soluklanmak için beni içeriye davet eder. Böyle zamanlar evdeki pahalı eşyaları görmek için iyi bir fırsattır. İstesem ikinci ziyaretimde neleri yürüteceğime o anda karar verebilirim. Peki neden çilingirlerin de yazılı etik kuralları yoktur? Mesela, şöyle üç kurallık basit bir Çilingirlik Yemini hazırlayabiliriz. Hatta yemine havalı olsun diye, meşhur Gordion düğümünün mucidi Frigya kralı Gordius’un adını da verebiliriz. Çünkü sonuçta kapalı bir kapıyı açmak için gerekli olan şeyin kaba kuvvet değil de akıl olduğunu, başta Büyük İskender olmak üzere tüm insanlığa öğreten Gordius olmuştur.
Gordius Yemini
1. Benden yardım isteyen hekese ırk, dil, yaş, milliyet ve cinsiyet ayrımı yapmaksızın yardım elimi uzatacağıma ve elimden gelen tüm çözümleri önererek madur durumda olan müşteriye en iyi hizmeti sunacağıma
2. Hiçbir şekilde hizmetimi sunduğum kişinin özel hayatına karışmayıp, özel mülkiyetine el sürmeyeceğime, hiçbir şekilde müşterinin kilidini ya da anahtarını kopyelemeyeceğime
3. İsteyerek ya da istemeyerek öğrendiğim bir meslek sırrını sadece meslek sahipleriyle, yani bu yemini etmiş kayıtlı çilingirlerle paylaşacağıma, bunun dışındaki insanlara kesinlikle mesleğin inceliklerinden bahsetmeyeceğime
şerefim üzerine yemin ederim.
Böyle bir yemin etmedim ama etmiş olsaydım da farklı bir meslek hayatım olmazdı sanırım. İşin ahlâki boyutundan bahsedince, Aom’u hatırlamamak olmaz tabii. Onsekiz yaşımdaydım. Yağmurun yukarıdan aşağıya değil de aşağıdan yukarı çıkıyormuş izlenimi verdiği bir Pazartesi sabahıydı. Sanırım Muson’un sonlarına yaklaşıyorduk. Daha seyrek, daha kısa süreli ve daha şiddetli yağıyordu yağmurlar. Ben henüz kendi dükkanımı açmamıştım. Babamın köyden Bangkok’a yıllar önce göç edip de kent hayatına tutunabilen dostlarının birinin yanında, hem lastiği patlayan motorsikletlerin ve bisikletlerin lastiklerini tamir ediyor hem de ustamdan çilingirlik mesleğini öğreniyordum. Gündüzleri yağdanlıkla, çekiçle çalıştığım zemine, akşaları döşeğimi serer uyurdum. O sabah yağmurun saçtan yapılma tavanda çıkardığı sesten uyandığım için telefonun sesi beni ürkütmemişti. İlkokula giden oğlunu evlerinin önünden geçen songtaoya bindirmek için anahtarı üzerine almadan dışarı çıkan bir kadın aramıştı o sabah. Çocuğunu yağmurdan kaçırırcasına servise bindirip, iki adım gerideki dükkan-evine geri döndüğünde, kapının kapandığını fark etmiş. Üzerindeki gecelikle daha fazla ıslanıp, yoldan geçen genç erkeklerin delici bakışlarına maruz kalmamak için soluğu komşu dükkanın selamlığında almış. Dükkan açılınca da dükkan sahibi yaşlı amcanın telefonunu kullanarak bizi aramıştı. Durumu ustama anlattığımda işin çok karmaşık olmadığını düşünmüş olmalı ki benim gitmemi istedi. Belki de yağmurda sokağa çıkmak istemiyordu. Müşteri müşteriydi! Bugün bir müşteriyi tersleyen çilingir, yarın ortaya çıkan dedikodulardan dolayı on müşteriyi kaybedebilirdi. Yağmurun şiddetini yitirip, durmaya yüz tuttuğu bir ara çıktım yola.
O zamanlar Bangkok şimdikine göre çok daha küçük olduğundan insanların çok azının arabası vardı. Gücü yeten motor alır, yetmeyen de bisikletle idare ederdi. Benim henüz bir motorum yoktu, ama almak için para biriktiriyordum. Bisikletle yağmurda ve sıcakta uzak yerlere gitmek hem zaman alıyordu hem de çok yorucuydu. Bizim mesleğimizde müşterilerin hep acelesi vardır. Hatta acelesi olmayanlar bile kapılarının her zamanki gibi istedikleri zaman açılmadığını fark ettiklerinde acelesi varmış gibi davranırlar. İçeride kilitli kalıp ortalığı kasıp kavuran, söz verdiğim saatten birkaç dakika geç varınca beni azarlayan çok müşterim olmuştur. Bir müşterinin dükkana bırakıp gittiği, kendi ellerimle tamir ettiğim eski bir bisikletin üzerinde yarım saatte varabilmiştim kadının evine. Evi çok uzak değildi. Suksavat yolu üzerinde beş kilometre kent merkezine doğru gidip, büyük yuvarlağı yarım döndükten sonra geldiğim yönde biraz gidince rahatlıkla bulunabilen, girişinde telefonu aksesuarları ve ufak tefek süs eşyaları satılan, tezgahın arkasındaki boncukdan ve deniz kabuklarından yapılma perdeyi aralayarak büyük bir olasılıkla banyoya ya da yatak odasına geçilen bir dükkan-evdi burası.
Aom –adını varır varmaz öğrendim- kapının önünde çömelmiş bir hâlde beni bekliyordu. Hafif ıslanmış saçlarını elleriyle düzeltmeye çalışırken bir yandan da sabırsızlıkla yoldan geçen motorsikletleri izlemekle meşguldü. Bisikletle gelmiş olmama şaşırmıştı. Simsiyah gözleri, uzun düz saçları, küçük ama dolgun dudakları, yanaklarını saran ışıltılı bir pembelik gözlerime çarpan ilk ayrıntılardı. Üzerindeki açık mavi gecelikten masumiyetten çok zayıflık mesajı yayılıyordu. Yol kenarındaki sessiz duruşunda, evinin kapısında bekleyen bir anneden çok, sevgilisini bekleyen bir genç kızın sevecenliği vardı. Belki çok alımlı değildi ama güzel denilebilecek bir yüzü, konuştuğu zaman ortaya çıkan süt gibi beyaz dişleri, gülümsediğinde yüzüne yayılan yaşama sevinci benim gibi yalnız yaşayan bu genç anneyi gözlerimde çekici yapmaya yetmişti. Hem zaten onsekiz yaşında bir delikanlıdan başka ne beklenebilir? Baktığım her yerde kadın bedeni gördüğüm için Aom’un diğerlerinden farklı olduğunu düşünmemiştim. Geçici bir hevesten, rüyaları süsleyecek güzel bir periden kime ne zarar gelebilirdi?
Beni görür görmez telefonda dinlediğim hikayeyi masumiyetini haykıran bir tutuklu gibi tekrar baştan sona, üşenmeden anlatınca, kadının çaresizliğinin sadece kilitten dolayı olmadığını sezmiştim, ama yine de nasıl bir çaresizliğin o kırık ses tonunun arkasında gizli olduğunu anlayacak kadar deneyimli değildim. Çok fazla vakit kaybetmeden üzerimdeki sarı yağmurluğu çıkarıp kilide yöneldim. Elektromanyetik bir kilitti ama mekanizma sadece içerden kontrol edilebiliyordu. Anahtar kapıyı hem içeriden kilitlemek için hem de dışarıdan açmak için kullanılabilirdi. Kapı kilitli değildi, sadece kapalıydı. Yani pimler olması gereken yerlerdeydi. Mıknatısın dili içeriye doğru çekmesi için gereken tek şey elektrik akımıydı. Tornavidayla kilidi söktüm, elektromıknatısa giden telleri kesip, tellere bisikletin dinamosundan elektrik vererek kapının açılmasını sağladım. Tüm işlem on dakika sürmemişti ama bir de parçaları geri takmam, kestiğim kabloları yenilemem gerekiyordu. Ayrıca kilidin paslanan mandalını da değiştirmem gerektiğini kadına söylediğimde, kadın yüzüme isteksizce bakarak, tüm bunların ne kadar tutacağını sormuştu. O anda kadının bana ödeyecek parası olmayacağı düşüncesi kafamda bir şimşek gibi çaktı. Dükkanın içine baktım. Tezgahlarda bulunan tozlu telefon örtülerinden ve süslü püslü plastik kutulardan başka bir şey göremedim. Girişin hemen yanında eski gazeteler, mavi renkli plastik bir sekmen, yerde kirli bir bez parçası, tavandan sarkan zayıf ışıklı bir ampül ve duvara dayalı uzun saplı bir süpürgeydi gözüme ilk çarpan nesneler. Cadde pek de merkezi bir yerde değildi. Satışların pek iyi olmadığı, kadının okula giden bir çocuğu olduğunu, alkolik olduğu için boşadığı kocasından en ufak bir maddi yardım almadığını anlamam için dahi olmam gerekmiyordu.
“Önemli değil abla! Canın sağolsun.” diyebilirdim. Ya da “Paran olunca ödersin abla, acelesi yok” diyebilirdim. Üçüncü ve en sevmediğim seçenek ise “Paran yoktu da neden çağırdın beni. Bu yağmurda, çamurda çocuk oyunu mu bu abla? Birisinden borç al da ücretimi öde.” demekti. Birinci seçenekte ustama cebimden para ödemem söz konusuydu. İkinci seçenek aslında ikiye ayrılıyordu. İkincinin birincisinde Aom’un bana sonra vereceği ücreti o günlüğüne cebimden öder, o bana verdiğinde de parayı eksilttiğim kumbaraya koyardım. İkincinin ikincisinde ise ustama durumu olduğu gibi anlatır, uzun bir azar işitir, Aom’un yanına parayı almak için tekrar gönderilirdim. Bu noktadan sonra da ya ikinin birincisine geri dönerdim ya da üçüncü seçeneği denerdim. Üçüncü seçeneği tercih etmememin nedeni Aom’u kendime düşman etme korkusuydu.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder